2020 yılında DİSK’in 16’ncı Genel Kurulu “Emeğin Türkiye’sini ve Emeğin Dünyasını” kurma iddiası ile toplanmıştı. Bu iddia zaman zaman “çok büyük bir iddia” olarak görüldü ve gerçekçi bulunmadı. Ancak önce Covid-19 salgını, ardından Ukrayna Krizine sahne olan 2022 yılının dünyasına ve Türkiye’sine baktığımızda bugün çok daha emin olarak söyleyebilirim ki memleketin, insanlığın ve hatta dünyanın kurtuluşu için başka bir yol yok. Evet, bizler yıllardır “başka bir dünya mümkün” diyoruz ama bugün geldiğimiz noktada daha da acil olarak “başka bir dünya şart”!
İçinde bulunduğumuz bu kapitalist düzenin iflas ettiğini söylemek artık yeni bir şey söylemek anlamına gelmiyor. Çünkü şu an dünyada ve memlekette ne oluyorsa bu düzenin enkazı üzerinde oluyor. Neoliberal kapitalizmin büyüttüğü devasa eşitsizliklerle, derinleştirdiği adaletsizlikle işçi sınıfı için yarattığı yıkım, şimdi artık tüm dünyayı tehdit ediyor. 40-50 yıl önce tüm sınırlardan ve sorumluluklardan kurtartılmış sermayenin, serbest piyasalar eliyle dünyaya saçacağı özgürlüklerden, demokrasiden ve tarihin sonundan bahsedilirken; bugün iklim krizinin, küresel salgının ve 3. Dünya Savaşı tehdidinin gölgesinde, “dünyanın yok oluşunun ne kadar uzağındayız” sorusu hiç de distopik bir soru değildir.
Dünya bu noktaya nasıl geldi?
Neoliberal kapitalizm, tüm kamu kaynaklarının sermayenin hizmetine sunulduğu, kamusal hakların gasp edilmesine dayanan bir düzen olarak inşa edildi. Doğanın sınırsızca talan edilmesi bu düzenin can damarı oldu. İşçi sınıfının iki yüzyıllık mücadelesi ile elde ettiği sosyal, ekonomik ve sendikal hakları dünyanın neredeyse her yerinde tahrip edildi, sınırlandı. Çalışma hayatı, sermayeye azami kar, asgari sorumluluk sağlayacak biçimde güvencesiz, esnek ve eğreti hale getirildi. Ücretler baskı altına alınırken, emekçiler güvencesiz işlere mahkûm bırakılıp emekleri değersizleştirildi. Ve bunların ön koşulu belli idi: İşçi sınıfının ekonomik, demokratik ve politik örgütlerine barbarca saldırmak, onları etkisizleştirmek.
Tüm bunlar; toplumsal refah, bireylerin mutluluğu, küreselleşme, bilgiye özgürce erişim, barış ve demokrasi gibi kavramlar savunularak yapıldı. Oysa farkındaydık ki bu sadece bir illüzyondu.
Vaat ve iddia edilenin aksine gezegenimize demokrasi gelmedi, tersine otoriter rejimler siyasal ve sosyal hakları baskı altına alarak küresel sermaye için dikensiz gül bahçeleri yarattı. Öte yandan neoliberal kapitalist küreselleşmenin yarattığı sosyal tahribata duydukları tepkiler, neofaşist siyasal akımların güçlenmesini kolaylaştırdı. Dünya piyasalarında rekabet gücü kazanmak adına girişilen sınırsız sermaye yağmasına “yerli ve milli” sloganlarla meşruiyet kazandırılmak istendi.
Ne demokrasi ne de barış geldi
Neoliberal kapitalizm gezegenimize barış da getirmedi. Emperyalistlerin işgalleri, müdahaleleri ve savaşlar yaygınlaştı. İnsani müdahale, önleyici müdahale gibi tezlerle ile başlayan tek taraflı savaş ve işgal hamleleri, askeri üstünlüğü olan devletlerin, dünyada istediği bir yerde kendine “tehdit” var olduğunu iddia edip savaş açmasına yol veren bir keyfilik olarak genelleşti.
Bitmek bilmeyen bu savaşlar sonucu yerinden yurdundan edilen mülteciler ile büyük insanlık krizleri yaşandı. Bu insanlık krizleri yine otoriter rejimlerin inşasının harcı olarak kullanıldı. “Kapitalist küreselleşme ile sınırlar kalkacak” diye başlayan süreçte sermaye ve askeri güçler için fiziki, hukuki tüm sınırlar ortadan kalkarken emekçiler ya kendi ülkelerine hapsedildi veya başka ülkelerde “en alttakiler” olarak insafsızca sömürüldü. Bu insani kriz de fırsata çevrilerek emekçiler kendi içinde parçalara ayrılıp giderek daha fazla birbirinin rakibi haline getirildi.
2008 dünya ekonomik krizi kapitalist sistemin tıkandığını ortaya koydu. Ancak tüm bu tıkanıklara sistemin yanıtı ezberlerini tekrar etmek oldu: Daha fazla sermaye yağması, daha ucuz emek, daha fazla tahrip edilen doğa ve daha fazla savaş.
Anlatılan bizim de hikayemiz
Türkiye’de de yaşadıklarımız bu küresel bağlamdan ve eğilimlerden kopuk değil. Açlık sınırının altına düşmüş, üstelik ortalama ücret haline gelmiş bir asgari ücrete mahkûm edilen milyonlarca işçi ile Türkiye sermaye için “kelepir emek cenneti” haline getirildi. Grev yasaklamakla övünen bir zihniyetin hâkim olduğu ülkemizde, Anayasal hakkını kullanarak sendikalı olmak en yaygın işten çıkarılma gerekçesi haline geldi. Sağlık, eğitim gibi temel kamu hizmetlerinden doğamıza ve kentlerimize hemen her şey sınırsız sorumsuz sermaye birikimine kurban edildi, ediliyor. Covid-19 döneminde dahi sınırlı kaynaklar işini kaybeden, yoksullaşan milyonlardan çok sermayeye can vermek için kullanıldı.
Covid-19 salgını bu düzenin nasıl çürüdüğüne ve çöktüğüne hepimizin tanıklık etmesine yol açtı. Sadece resmi rakamlara göre dünya çapında 6 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiş, şimdilik. Küresel sermayenin ve dünya devletlerinin bu salgından “ders alıp” bir nebze olsun toplum sağlığına dair öncelikler oluşturması beklenirdi değil mi? Oysa pandemide bile “sermaye birikiminin âli menfaatleri” dünyanın dört bir yanında -daha az ya da daha çok- halk sağlığının önüne geçti. Kriz her zamanki gibi egemenler için fırsata dönüştürüldü. Ulusaşırı şirketler karlarını katlarken, siyasi iktidarlar toplumsal muhalefeti baskılamanın aracı olarak kullandı covid virüsünü.
Ve daha insanlık pandeminin yaralarını sarmamışken, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrası savaş politikaları hız kazandı.
Değerli kaynaklar silahlanmaya harcanıyor
Pandemide dahi artmaya devam eden ve hatta rekorlar kıran silahlanma harcamalarının önümüzdeki dönem daha da artması için tüm koşullar oluşturulmuş görünüyor. Almanya silahlanma harcamaları için 100 milyar Avroluk özel bir fon kuruyor. Enerji kaynaklarına hâkim olma, enerji kaynakları yaratma adına doğanın katledilmesinin “meşruluk” adımları yeniden pompalanıyor. Nükleer santrallerin kapatılması ertelenmeye, yeni nükleer santral planları yapılmaya başlandı.
Endişem o ki silahlanma ve enerji harcamalarıyla, sadece askeri sanayi kompleks üzerinden piyasalara can verilmeyecek, aynı zamanda kamusal harcamalarda çok büyük kısıtlamalara da gidilecek. Kamuya harcanması gereken kaynaklar; ulusal güvenlik, dış tehdit adına gasp edilecek. Bunun dünya halkları için ne getireceği şimdiden belli: Daha fazla yoksulluk, kölelik düzeyinde çalıştırılma ve elbette daha fazla ölüm.
Krizi aşmak için emeğin değersizleştirilmesine yönelik politikalardan vazgeçmek, emek gelirlerini ve sosyal harcamaları artırarak piyasaları “canlandırmak” hiçbir biçimde gündeme getirilmiyor. Çünkü dünya nüfusunun önemli ölçüde proleterleştiği bir ortamda, borçlandırılmamış ve sosyal haklarla güçlendirilmiş, bağımlılıkları azalmış bir işçi sınıfı, yani toplumsal ve politik bir özne olarak işçi sınıfı bu sistem açısından eskisinden de büyük bir tehdit olarak görülüyor. Bu nedenle kapitalizmin krizine karşı yanıtlar da “askeri Keynesçiliği” aşmıyor, aşamıyor.
Bir uygarlık krizine doğru: Başka dünya şart
Adını koymak lazım, kapitalist sistemin insanlığın, doğanın ve yaşamın üzerine çöktüğü bu süreç artık bir uygarlık krizidir. Dünyayı ekolojik krizlere ve savaşlara, üretenleri açlığa, işsizliğe, güvencesizliğe mahkûm eden bu düzen dışında bir düzenin mümkün olmadığına inanmamız istendi. Ama bugün artık hepimiz eminiz ki asıl mümkün olmayan, asıl akıldışı olan bu düzenin sürdürülmesidir.
Geçtiğimiz günlerde bilim-kurgu olarak izlediğimiz bir film, “Don’t Look Up – Yukarı Bakma” özellikle nükleer savaş tehditlerinin havada uçuştuğu bir dünyada hakikate daha da yaklaştı. Filmdeki metaforla devam edersek, bir meteor dünyamıza hızla yaklaşırken “Yukarı bakma” demek dışında sistemin dünya halklarına söyleyeceği hiçbir şey kalmadı. Pandemide, “çalışmak zorunda olanların” dışındaki herkesi evlerine kapatan bu düzen, şimdi savaş korkusu altında metrolara, sığınaklara kapatmaya zorluyor.
Oysa bizlerin, dünyanın yok olmasının dünyayı değiştirmekten daha mümkün olduğuna dair ideolojik kuşatmayı hızla yıkmamız gerekiyor. Ekonomik-demokratik ve politik örgütlülüklerimizin zayıflığını gerekçe haline getirmeden, aksine güç olmanın yolunun dünyayı değiştirme iddiasından geçtiğini hatırlamamız gerekiyor. Daha açık ifadeyle dünyayı değiştirme iddiası elinden alınmış bir işçi sınıfının ekonomik, politik ve toplumsal güç olmaktan uzaklaştığını yeterince deneyimledik. Sermayenin şekillendirdiği dünyanın ise adaletsizlikten ve felaketten başka bir şey getirmediğini de…
İşçilerin yararına olan insanlığın yararınadır
Evet, hem dünya hem de ülkemiz emeğin ekonomik, politik ve toplumsal olarak güçlenmesiyle daha güzel hale gelecek. Dünyamız ve memleketimiz kaynakların silahlanmaya, kent ve doğa düşmanı projelere değil, ayrıcalıklı şirketlere ve finans lobilerine değil eğitim, sağlık, barınma hakkını güvence altına alan kamusal politikalarla yaşanılır bir yer haline gelecek. Her zaman söylediğimiz gibi, ama bugün daha açık biçimde görülüyor ki işçilerin yararına olan memleketin ve dünyanın da yararınadır.
Çünkü işçi sınıfını “siyaset sahnesinin dışına” atmak üzere kurgulanmış, dünyanın tüm değerlerini ve güzelliklerini üretenleri insanca yaşatmak için kurulmamış olan bu düzen, artık insanlığın ortadan kaldırması gereken bir felakettir.
Sermayenin değil halkın egemenliğini esas alan, sınırsız sömürüye ve yağmaya karşı emeğin haklarını ve toplumun yararını esas alan, piyasa fanatizmiyle tahrip edilen demokrasiyi ve barışı yeniden inşa eden yeni bir siyasal/toplumsal düzeni kurmak mümkün ve evet zorunludur.