TÜİK verilerine göre, tüketici enflasyonu Nisan ayında yüzde 70’e, üretici enflasyonu ise yüzde 122’ye yükseldi. Kelimenin tam anlamıyla azan bir enflasyonla karşı karşıyayız. Resmi tüketici enflasyonu bir yıl önce yüzde 16, yine resmi üretici enflasyonu ise yüzde 38 düzeyindeydi. İlkinde 54, ikincisinde ise 84 puan sıçrama var.
Enflasyon sabit gelirliler açısından tam bir kâbus. Ücret ve maaşlar hızla eriyor. Alın mesela net asgari ücretin enflasyon karşısındaki durumunu. Asgari ücret kazanan bir kişinin satın alma gücü Nisan ayında dört yıl öncesinin de altında artık. Ocak 2020’den itibaren bakınca ise, durum Grafik 1’deki gibi: Tepetaklak bir gidiş söz konusu.
Enflasyondaki azmanın temel nedenini biliyoruz: İktisat biliminin ve vaktiyle yüksek enflasyon yaşamış ülkelerin deneyimlerinin “sakın ha yapmayın” dediğinin yapılarak para politikası faizinin Eylül-Aralık 2021 döneminde beş puan indirilmesi. Arkasından da döviz kurunun sıçraması.
Merkez Bankası bağımsız olsaydı ve kanununda kendisine verilen temel görev (fiyat istikrarını sağlamak) doğrultusunda karar alsaydı enflasyon azmayacaktı. Evet, emtia fiyatları tüm dünyada artıyor. Ayrıca, pandemi ve Rusya-Ukrayna savaşı bazı malların arzında kısıntılara yol açtı. Bu unsurlar çoğu ülkede enflasyonu yükseltti. Ama biz döviz kurunu gökyüzüne doğru sıçratacak faiz indirimlerini yapmasaydık, enflasyondaki artış çok sınırlı kalacaktı.
Yukarıda kısaca belirttiklerimi ayrıntılı bilimsel bir analiz eşliğinde kanıtlamak çok kolay. O zaman şu ortaya çıkıyor: Enflasyonu düşürmek için uygulanması gereken ekonomi programının olmazsa olmazı, Merkez Bankası’nı bağımsız yapmak ve elbette bağımsız Merkez Bankası’nın temel amacına uygun biçimde karar almasını kolaylaştıracak ehliyet sahibi kadroları işbaşına getirmek.
Para politikası rayına girince, kalanı kolay. Bütçe açığını makul düzeylerde tutacaksınız –mesela döviz cinsinden gelir garantisi veren sözleşmeleri gözden geçirecek ve kur korumalı mevduat sistemini kademeli olarak sonlandıracaksınız- ve aşırı kredi pompalamayacaksınız.
Enflasyondaki sevimsiz gidişatın bir benzeri kişi başına gelir (GSYH) düzeyimiz için de geçerli. Grafik 2’de dolar cinsinden kişi başına gelir düzeyimizin son on yıldaki seyri yer alıyor. 2013’te 12 bin 580 dolar. 2021 yılında ise 9539 dolar. Yaklaşık üç bin dolarlık bir azalma söz konusu.
Kısa dönemde büyüme oranını sürdürülemez politikalarla sıçratmak mümkün. Mesela kredi pompalarsınız ekonomiye, maliyetini de son derece ucuzlatırsınız. Enflasyonu ve cari açığı yükseltmişsiniz ne gam. Ama “ne gam” değil işte. Bu tür bir ‘büyüme’ sürdürülemez.
Asıl marifet, uzun yıllar boyunca sürdürülebilir yüksek bir büyüme oranı yakalamak. Zengin ülkelerin kişi başına gelir düzeyine yaklaşmak. Peki, burada iktisat bilimi ve ülke deneyimleri ne söylüyor bizlere?
Büyüme kuramı çerçevesinde geliştirilen modeller, ülkeler arasındaki gelir farklılıklarını teknoloji ve işgücünün eğitim (beceri) düzeylerindeki, sermaye stokundaki ve tasarruf oranlarındaki farklılıklarla açıklıyorlar. Ama bu yeterli değil; daha derine inmek gerekiyor.
Daron Acemoğlu ve çalışma arkadaşları derine inebilmek için kurumsal yapıdaki farklılıkları incelemek gerektiğini belirtiyorlar. Kurumsal yapı denilince hukuk sisteminden, politik sisteme kadar geniş bir yelpaze kastediliyor.
Dani Rodrik “Hangi kurumlar?” sorusuna yanıt veriyor. İlk grupta ‘mülkiyet hakları’nı gözeten kurumlar var. İkinci grupta ‘düzenleyici kurumlar’ yer alıyor. Mesela rekabete aykırı davranışları engelleyecek kurumlar oluşturmak gerekiyor (ihale yasasını bu çerçevede düşünebilirsiniz). Üçüncü grupta ‘makroekonomik istikrara ilişkin kurumlar’ geliyor (Merkez Bankası bağımsızlığını bu grupta değerlendirebilirsiniz).
‘Sosyal güvenlik kurumları’ dördüncü grubu oluşturuyor: İşsizlik ve yoksulluktan doğan riskleri azaltıcı mekanizmalar tasarlamak gerekiyor. Beşinci grupta ‘çatışma yöntemi kurumları’ var: Hukukun egemenliği, yargının en üst kalitede olması, temsile dayalı siyasi kurumlar, bağımsız sendikalar, serbest seçimler.
Son yıllarda gelir dağılımında da bozulma var. Bunun (kaba) bir göstergesi, yurtiçinde yaratılan gelirden (GSYH) alınan payların gelişimi. Ücretli aleyhine bir gelişme söz konusu (Grafik 3).
Bu gelişmenin enflasyonun yükselmesi, 2018’de patlak veren krizden sonra işsizlikteki artış ve pandemi döneminde uygulanan ekonomi politikası ile yakından ilgisi var. Ücret ve maaşların erimesi yanında bir de işsizler var. Hatırlayalım: Pandemi döneminde daha çok kredi genişlemesine ve kredi taksitlerinin ödemelerinin ötelenmesine dayanan bir destek politikası uyguladık. İşsizlere yeterince destek vermedik.
Şimdi bu çerçevede çoktandır ortalıkta gezinen bir şehir efsanesine bakmanın tam zamanı: Ne deniliyor? Muhalefet (altılı masa) henüz bir ekonomi programı açıklamadı. Gerçekten öyle mi?
Öyle olmadığını düşünüyorum: Kuvvetler ayrılığının önemine, demokrasiye, hak ve özgürlüklere, Merkez Bankası’nın bağımsızlığına, liyakate, ihale sistemine yapılan vurgular ve yapılacağı belirtilen düzenlemeler, tam da (yukarıda özetlediğim) enflasyonla mücadele etmek ve kişi başına gelir düzeyini yükseltmek için iktisat kuramının olmazsa olmaz dediği politikalar ile ilgili.
Hangi enflasyon? Son yıllarda azan enflasyon. Hangi kişi başı gelir düzeyi? Son yıllarda baş aşağı giden kişi başına gelir düzeyi.
Ve en önemlisi, had safhaya varan yoksullukla nasıl mücadele edileceği.
2024’ü geride bırakmak üzereyiz. 2025’e girerken ekonomimiz ne durumda? Doğru yolda mıyız? Kısa bir değerlendirme…
“Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” diye başlayan bir cümleye hazır…
Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 2025 yılı için geçerli olacak asgari ücreti belirlemek üzere dördüncü toplantısını…
Balıkesir'de Karesi ilçesinde patlayıcı üretilen fabrikada 24 Aralık'ta patlama ve çökme meydana geldi. Patlama sonucunda…
Baştan söyleyeyim: Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ona bu Cuma namazını Emevî Camiinde kıldırma yarışındaki meslektaşlarımızı hayal…
Orta Doğu, güvenlik, ekonomik, kültürel, tarihi ve insanlık ilişkilerimiz açılarından dış politikamızın yaşamsal alanlarından birini…