Bir zamanlar, özellikle Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950’li yılardan başlayarak, merkez sağa mensup siyasetçiler, “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” sloganını sık sık kullanırlardı. ABD’nin devasa ekonomik gücü ile kendi halkı için yarattığı refaha öykünülür, sağladığı teknolojik gelişme halkımıza ulaşılması gereken bir hedef olarak gösterilirdi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin askeri, ekonomik ve diplomatik gücünün egemen olduğu dönemi niteleyen “Amerikan Barışı”nın (Pax Americana), günahıyla sevabıyla popüler olduğu yıllarda “Türkiye’yi küçük Amerika yapmak” belki cazibesi olan bir söylemdi. Gelin görün ki, geride bıraktığımız yıllarda, olaylar tam tersi bir gelişmeyi tetikledi ve “Türkiye küçük Amerika olacak” derken, “Amerika büyük Türkiye olma” yolunda hızla yol almaya başladı.
Son zamanlarda, ABD’de demokratik dünya için kaygı uyandıran gelişmeler yaşanıyor. Amerika’nın hem demokrasi hem ekonomisi zorlu bir dönemden geçiyor. Bir zamanlar gıpta edilen ABD’nin denge ve denetim sisteminin devasa sorunlara çözüm üretmekte zorlandığı görülüyor.
Trump’tan önce de vardı ama…
Bunun nedenlerini tartışırken, önce tüm sorunlarına ve azalan etkisine karşın, ABD’nin dünyadaki en güçlü demokrasi olduğunu ve bu özelliğiyle, demokratik dünyaya yön verici rol oynadığını görmemiz gerekir. Bu liderlik, ABD sisteminde ‘Hükümet’in, ‘Yönetim’ (yürütme) ve ‘Kongre’ (yasama) erklerinin kaynaşmasıyla oluşturduğu ‘demokratik istisna’dan kaynaklanıyor. Sistem başından itibaren bu istisnai yapıyla kurulmuş; ABD Kongresi, Yönetim’i denetleyici yapısıyla Hükümet’in ayrılmaz parçası haline getirilmiş. İki yılda bir kısmen yenilenen Kongre ara seçimlerinin belirleyici önemi işte bu ayrıntıda saklı.
ABD demokrasisinin —demokratik dünyayı sarsan— yapısal bozulması yeni değil. Fransız Aydınlanması’ndan ilham alan “güçler ayrılığı” ilkesine yaslanan hükümet sistemini aşındıran uygulamalara Donald Trump döneminden önce de rastlanıyor. Ancak, Trump dönemi, çarpıcı bir istisna olarak dikkat çekiyor: Nitekim, ABD’nin kurumsal yapısı bu dönemde büyük ölçüde çökertildi. Bu ‘içine çökme’ durumu, Trump’ın kişiselleştirilmiş tasarruflarıyla belirginleşti. Demokratik işlerlik için kilit önemdeki Kongre’nin yanı sıra, Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları ile Ulusal Güvenlik Konseyi gibi temel kurum ve kuruluşlarla danışma ve uyum geleneği terk edildi.
Yargıya yayılan popülizm
Başkan Trump, bu kurumları dışarıda tutarak, sosyal medya hesabı üzerinden yayınladığı kişisel yönergeleriyle, popülist bir anlayışla ülkeyi yönetmeye yöneldi. Bakanlarının ve yönetim birimlerine atadığı yetkililerin telkin ve uyarılarını elinin tersiyle iterek, buyurgan davranışlar sergiledi. Trump’ın başına buyrukluğu Kongre içindeki popülistleri de teşvik etti; siyasi kutuplaşma had safhaya çıktı. Bu durumu, ‘popülist tirani’ şeklinde nitelemek mümkün.
Trump’ın, siyasi popülizmi ABD yargı sistemine sirayet etmekte gecikmedi. Dört yıllık görev döneminde bölge mahkemelerine olabildiğince partizan hakimler atandı. O kadar ki, dava tecrübesi olmayan Cumhuriyetçi avukatlar ve akademisyenler her seviyede boş bulunan makamlara getirildi. “Güçler ayrılığı” ilkesinin kalesi olan Yüksek Mahkeme [Türkiye’deki Anayasa Mahkemesi] de siyasi atamalardan nasibini aldı. Mahkeme’ye yapılan son üç atamanın siyasi niteliği biliniyor. Bu üç hâkim de atamalarının onaylanması için gereken Senato oturumunda, ABD’de kürtajın anayasal hak niteliğini tescilleyen 1973 tarihli “Roe ve Wade” kararını değiştirmeyeceklerini beyan ettiler. Fakat, yemin ederek verdikleri kayıtlı beyanlarına rağmen, kararı tersine çeviren yönde oy kullanmaktan sakınmadılar.
Seçime müdahale ve Kongre Baskını
Bir başka örnek, seçimleri kaybettikten sonra Trump’ın mahkemeye başvurduğu eyaletlerdeki yargıçların tamamının kendisi tarafından atanmasıyla somutlaştı. Bu yargıçlar, Trump’ın umduğu kararı vermeseler de hepsi Cumhuriyetçi kimlikleriyle tanınıyordu. Trump’ın yargı bağımsızlığını dışlayan hoyratlığı, ‘popülist tirani’si ve demokrasiyi içine çökerten umursamazlığı, sonradan bu yargıçlara hakaretler yağdırmasıyla sonuçlandı.
Trump’ın unutulmaz ‘tarihi dönemeci’, başkanlık seçimlerini kaybetmesinin ardından kışkırttığı Kongre binası işgaliyle geldi. Seçimi kazanan Biden’ın başkanlığının tescil edileceği gün, yani 6 Ocak 2021’de destekçilerini Kongre oturumunu engellemek amacıyla binayı işgale yönlendirdi. Emsali olmayan bu hareket, ABD’nin demokrasi tarihinde bir sivil darbe girişimi olarak yerini aldı. Kongre baskınının faillerinin bir kısmının mahkûm olmasına karşın, partizan siyasi kaygılarla hâkim konumdaki Trump’tan hesap sorulamaması, ‘güçler ayrılığı’ ilkesine dayalı Amerikan demokratik sistemini yaraladı. Kongre’de oluşturulan soruşturma komisyonunun bir yılı aşan çalışmaları hâlâ sonuçlanmış değil. Komisyonun 12 Temmuz’daki oturumunda, Trump’ın 19 Aralık 2020’de yayınladığı sosyal medya mesajına ve bu paylaşım öncesi Beyaz Saray’daki altı saatlik toplantıya odaklanıldı.
Amerika alışık değil
“Trump Başkanlığı’nın en çılgını” olarak nitelenen bu toplantıda, Beyaz Saray danışmanlarının ve siyasi kampanya ekibinin Trump’a, Seçilmiş Başkan Biden’ın seçim zaferini tanıması gerektiğini söyledikleri, ancak Trump’ın demokratik seçimi inkâr ederek, telkinlere kulak tıkadığı tespiti yapıldı. Daha beteri, Trump’ı 18 Aralık 2020’de, seçimlerde yaygın sahtekarlık iddialarını sürdürmeye teşvik eden —aralarında avukatı Rudy Giuliani ve eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn’in de bulunduğu— aklı evvel ‘danışman’ grubunun etkisiyle, oy sandıklarına ordunun el koyması seçeneğini değerlendirdiği de kayıt altına alındı.
ABD’deki hukuk sistemi, bugüne kadar, Trump’ın hesap vermesini sağlayabilmiş değil. Trump hesap vermedikçe, ABD demokrasisi üzerindeki şaibe kalkmayacak. Kamu radyosu NPR ile IPSOS araştırma şirketinin Kongre baskının yıldönümünde yaptıkları ortak anket, halkın yüzde 64’ünün ‘ABD’de demokrasinin krizde olduğu’ görüşünü taşıdığını gösteriyor. “USA Today” gazetesiyle Suffolk Üniversitesi’nin ortak araştırması, her 10 seçmenin 8’inin Amerikan demokrasisinin geleceğinden endişeli olduğunu ortaya koyuyor.
Biden beklentileri boşa çıkardı
“Daha iyi bir Amerika inşa edeceğiz” sloganıyla iktidara gelen Demokrat Başkan Joe Biden’ın da demokrasinin onarımı sloganıyla başladığı yolda —beklentileri boşa çıkararak— “ABD’yi Büyük Türkiye’ye dönüştürme” gayretlerine su taşıdığını söylemek sanırım yersiz olmayacaktır. Biden, Anayasa Mahkemesi’ne siyasi atama yapmayacağı yolundaki vaadine karşın —2020 seçim kampanyası sırasında sırf Güney Karolina Milletvekili Jim Clyburn’ün desteğini alabilmek için— Mahkeme’ye bir üye atadı. Benzer bir tasarrufu 1980 yılında Başkan Reagan da yapmış ve seçim kampanyası sırasında yüksek mahkemeye kadın üye atama sözünü yerine getirmişti. Seçim vaatlerine dayalı bu atamalar Mahkeme’nin yetkin ve tarafsız konumuna darbe indirdi. Bu noktada, benzer siyasi tasarrufların Türk yargı sisteminde çoktandır sıradanlaşmış durumda olduğunu kaydetmekte yarar var.
Biden Yönetimi, bölge mahkemelerine de Demokrat Parti destekçilerini atama konusunda Trump’tan geri kalmadı. Aynen Türkiye’de yargının siyasileştirilmesi sürecinde olduğu gibi, eyaletlerin yargı sisteminde mevcut pozisyonlara birçok siyasi atama yaptı.
Trump ve Biden’ın siyasi amaçlı bu atamaları, Yönetim ve Yargıyı, Kongre’nin aleyhine güçlendirdi. Yasama erkini temsil eden Kongre’de görüşülüp, tartışılması gereken herhangi bir hususta, Yönetim’in veya Yüksek Mahkeme’nin danışma gereksinimi duymaksızın doğrudan belirleyici karar alabilmesi mümkün hale geldi. TBMM’nin işlevsizliğini göz önüne aldığımızda, bu son noktadaki tuhaflığın, yabancısı olmadığımız bir benzerliğe işaret ettiğini söyleyebiliriz.
“Büyük Türkiye” olma yolunda Amerika
Bu saptamaların merceğinden bakarsak, “ABD’nin büyük Türkiye olma yolunda” ilerlediğini öne sürmek mümkün görünüyor. Kuşkusuz otoriterleşme yanlısı ve iflah olmaz şekilde ABD karşıtı olan çevreler bundan memnuniyet duyabilirler. Ancak, bugün için hâlâ her bakımdan dünyanın en güçlü ülkesi olan ABD’de süregiden demokrasi ve hukuk trajedisinin sadece kendisi için değil, küresel anlamda da olumsuz sonuçlar üreteceğini öngörmek gerekir. Demokrasi kutbunun zayıflamasının ve popülizmin sıradanlaşmasının dünya ölçeğinde otoriterleşmeyi teşvik edeceği unutmamalıdır. Bunun doğal sonucu, demokrasi dışı uygulamalara elverişli yeni bir ‘rasyonalite’ olacaktır.
Kaygı duyulması gereken husus, sığ milliyetçilikten beslenen popülizmin payandalık yaptığı otoriterliğin artık yerel bir mesele olmaktan çıkmış olmasıdır. Giderek küreselleşmekte olan otoriterleşme olgusu, demokratik değerler, ilkeler ve kurumlar hoyratça kenara itildikçe daha fazla güç kazanıyor. Katılımcı demokrasi, sivil toplum ve bağımsız basın güç kaybettiği ölçüde ‘popülist tirani’ ve aşırı sağ akımlar kuvvetleniyor.
Dünyaya kötü örnek
Nitekim, AB üyesi Fransa ve İtalya örnekleri ile —farklı ölçekte olsalar da— Macaristan ve Polonya’daki yönetimlerin verdikleri mesajlar çok açık. Bu ülkelerdeki otoriterleşme eğilimleri, beklentileri karşılanmayan, düş kırıklığı yaşayan kitlelerin iktidar arayışlarına gerçek bir cevap oluşturamıyor. Bunların, demokrasi taklidi denemeler olarak kitlelerin hayal kırıklığını daha da derinleştirmekten başka bir işlevi bulunmuyor.
Demokrasi, tüm görünür zaaflarına karşın, halkın katılımına olanak veren, bulunabilmiş en iyi yönetim biçimi. Ancak, unutmamalıyız; insanlık tarihinin kayda alındığı son beş bin yıllık süreçte, temsili demokrasi uygulamalarının ömrü ancak birkaç yüz yıldan ibaret. Geriye kalan çok uzun süre, insanlığın otokratik ve keyfi yönetimlerin boyunduruğundaki uygulamalarıyla geçti. Demokrasi, bu denli nadide ve özenle korunması gereken, çok değerli, kurumsal ve temsili bir yönetim şekli.
Tam da bu nedenle, umarız ki, Türkiye, aklı selimle ve sağduyuyla davranarak, küresel güvenlik sisteminin yeniden kurgulandığı bu tarihi dönemeçte uğruna büyük bedeller ödediği demokrasisini ihya etmek üzere gerekli adımları daha fazla gecikmeden atar.