Türkiye, Balkanlar, eski Sovyetler Birliği, Orta Doğu, Kuzey Afrika/Akdeniz bölgesi gibi dört büyük fay hattının kesiştiği küresel ve bölgesel anlamda sancılı bir coğrafyada yer alıyor. Tarih boyunca güçler dengesinin sık yer değiştirdiği, geçmişteki düşmanlıkların etnik ve dini çatışmaların, siyasi anlaşmazlıkların, büyük istikrarsızlık ve belirsizliklerin hüküm sürdüğü, Müslümanlıkla Hristiyanlığın ve Yahudiliğin yakın ve sıcak temas halinde bulunduğu geniş bir coğrafya. Zengin petrol, doğal gaz ve su kaynakları, bölge içi güçlerin rekabetini, bölge dışı güçlerin de bölge üzerindeki emellerini bilediği bir yer.
Böyle bir coğrafyada yer alan bir ülkenin dış politikasını yönetme sorumluluğunu taşıyan devlet insanlarının, feraset, akıl, ihtiyat, ilke, sağduyu ve güvenilirlik gibi, bilge insanlara mahsus hasletlere sahip olmasını gerektiriyor. Bu insanların kararlarını sınanmış ve kanıtlanmış bölgesel jeopolitik gerçekler ve deneyimlere dayanarak vermeleri gerekiyor.
Değişken zeminlerdeki dış politikanın, kurumsal olarak, gerçekçilik, öngörülebilirlik, süreklilik, tutarlılık ve denge ilkelerine riayet etmesi ve ani ve keskin değişikliklerinden kaçınan bir seyir izlemesi beklenir.
Dünya hiçbir zaman ideal ölçülerin gerçekleşebileceği bir yer olmadı. Zorlu coğrafyalarda karşılaşılan sınamalar karşısında atılan adımların yaratacağı sonuçların önceden tartılması her zaman kolay değil. Statik duruşların da bir maliyeti olabilir. Ortak akıl, kurumsal mekanizmalar ve vizyon ile pragmatizmi birleştiren liderlik böyle hallerde daha da değer kazanır.
Öte yandan, iç politika – dış politika diyalektiğinde, dönemsel farklılıkları ortaya koymanın, süreklilik ve kırılmaları tespit etmenin zorlukları ortada. Dış politikayı belirleyen etkenler kuşkusuz yalnızca iç politika saikleri değil. Bununla birlikte devlet iç ve dış politikalarını, gündelik kararlar ve perakende bir anlayışla değil, “Barış, İstikrar, Refah ve İşbirliği” kavramları gibi temel taşlar zemininde ve evrensel ilkeler ışığında geniş ufuklu bir vizyon çerçevesine oturtarak yürürlüğe koyabilmeli.
Nitekim Türkiye Cumhuriyeti, temellerini daha 100 yıl önceki kuruluş yıllarında attığı iç ve dış barış vizyonu doğrultusunda modern devlet yönetim ilkeleri olan laiklik, bağımsızlık, egemenlik, özgürlük, adalet gibi ilkeleri benimsedi. Bu sayede İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı ve bağımsızlık, toprak bütünlüğünü korumayı başardı. Türkiye Cumhuriyeti 21’inci yüzyıl başlarına kadar, serbest seçimlerle iktidara gelen Hükümetler ve yasama ve denetim yetkilerine sahip TBMM ve Anayasal sistemi sayesinde, halk iradesine dayalı siyasi yaşamını, kişi hak ve özgürlükleri, ifade ve basın özgürlüğü temelinde, zaman zaman uğradığı kesintilere rağmen, oldukça istikrarlı ve sürekli bir tatbikatla sürdürdü. Cumhuriyetin sınanmış bu temel tatbikat ve yöntemlerinin kısmen istikrarlı çizgisinden uzaklaşılmamalı.
İç politika sahnesinde yaşanan köklü gelişmelerin dış politikamızın ekseni ve yönü üzerinde keskin bir kırılma yaratmaması mümkün değil. Türkiye siyasi hayatının, 1923’te kurulan Cumhuriyetimizin temel ilkelerinden 100 yıl içinde önce tedricen, son 10 yıl içerisinde de süratle uzaklaşıp, 21’inci yüzyıla adeta ray değiştirerek girmiş olması, Türk dış politikasının bugün içinde bulunduğu sorunlara neden duçar olduğunu açıklıyor.
Bu sorunların temelinde devlet yönetimimizin Cumhuriyetimizin kuruluşunun dayandığı laiklik, akılcılık ve gerçekçilik ilkelerinden ayrılarak dini, mezhepsel ve ideolojik bir alana kaymasıyla dış politikamızın DNA’sını değiştirmesi yatıyor. Bu değişikliğin bir sonucu da dış politika kararlarının, Dışişleri Bakanlığının kurumsal koordinasyonu altında alınması ve uygulanmasına son vermesi oldu. Yeni sistemde dış politikanın oluşturulması ve uygulanması Cumhurbaşkanın takdirine göre gerçekleştirilmekte.
Halen DNA uyumsuzluğu, dış politika kararlarımızın sırf alınış şekliyle sınırlı değil. Şimdi dış politika kararlarının alınması ve uygulanmasında din, mezhep ve ideoloji de başat bir rol oynayabiliyor.
Arap ayaklanmalarını Orta Doğunun uyanışı için tarihi fırsat olarak gören AKP, bölgenin siyasi, sosyal ve ekonomik dönüşümünün Türkiye’nin desteği ile sağlanabileceği umuduna odaklandı. Bu değerlendirme, dünyanın her yöresinde olduğu üzere, Orta Doğu diplomasisinde de bölgesel jeopolitik ve güçler dengesi gibi geleneksel siyaset bilimi öğretilerinin geçerli olacağı görüşüne itibar etmiyordu. İktidar aksine Arap dünyasında uluslararası politikayı, dini inanç ve mezhep aidiyetlerinin şekillendireceğini baskın düşünce olarak gördü.
Böylece Türkiye, 2011-2022 yılları arasında Orta Doğu ve Kuzey Afrika kapsamındaki dış politikasını, bölgenin muhafazakâr karakterde ve Müslüman Kardeşler izinde bir tür İslam Birliği haline dönüştürülmesi hedefine odaklandı. Ancak bu dönemde Türkiye yakın komşuları Suriye, Irak ve ayrıca Mısır, (Katar hariç) Körfez Monarşileri ve bir kısım Kuzey Afrika ülkeleri ve toplumlarıyla sorunlu ilişkiler yaşadı. Diplomatik yalnızlığa maruz kaldı.
Siyasi, sosyal, ekonomik ve güvenlik alanlarındaki sakıncaları toplumumuzun tüm katmanlarınca yakından hissedilen bu dış politika uygulaması TBMM denetimine açık olmaması nedeniyle kamu oyumuzda da derinliğine tartışılamamakta ve dolayısıyla da tashih ve telafisi mümkün olmamakta.
Bu nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son günlerde ülkemizin dış politika alanında adı geçen ülkelerle ilişkilerimizi normalleştirme yolunda bu yalnızlığına son verecek adımları atması ve Doha’da, Dünya Kupası vesilesiyle karşılaştığı Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile tokalaşması, ayni şekilde Suriye Cumhurbaşkanı Esad ile görüşülebileceği yolundaki sözleri olumlu ve önemli gelişmeler olup umut verici bir ufuk açıyor. Ne var ki bu gelişmelerin hayata geçirilmesi, dış politikamızın şimdiki dini, mezhepsel ve ideolojik çizgiden geriye sarılarak yeniden doğal DNA’sına kavuşmak suretiyle Cumhuriyetimizin kuruluşunun dayandığı laiklik, akılcılık ve gerçekçilik ilkelerine avdet etmesine bağlı. Böyle bir gelişmenin gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini kestirebilmek için zaman henüz erken görünüyor.
Cumhuriyetin temel ilkeleri ve “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vizyonu, Türkiye’nin yer aldığı zorlu coğrafyada ve değişken zeminlerde bile dinamik adımları beraberinde getirebilecek sağlam bir duruşun güvencesi olmayı sürdürüyor. Dolayısıyla Türkiye, ne denli zor olsa da yeni yüzyılın ortak bir çabaya dönüştürülmesini güçlendirecek barış ve işbirliği süreçlerine katkısını getirebilmeli. Aynı zamanda Orta Doğu politikasını yeni bir uzlaşıya kavuşturacak ve farklı görüşler arasındaki fay hatlarının aşılabilmesini sağlayacak adımları atabilmeli.
MHP lideri Bahçeli’nin Öcalan açılımıyla başlayan gelişme ve tartışmaların hem MHP hem de CHP’de oy…
President Tayyip Erdoğan welcomed Donald Trump's return to the US presidency. During Trump's previous tenure,…
Türkiye’yi hedef alan iki vekil gücün liderlerine ilişkin Ekim ayında, ardı ardına önemli gelişmeler yaşandı.…
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Donald Trump’ın yeniden ABD Başkanı seçilmesine memnun oldu. Bir sorun çıktığında doğrudan…
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 13 Kasım’da Ankara Büyükşehir Belediyesine usulsüz harcama soruşturma başlatmasından saatler sonra İstanbul…
Türkiye’de ana siyasi gelişmelerin birçoğunda belirleyici olan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) genel başkanı Devlet Bahçeli;…