Greta Gerwig’in hala sinemalarda gösterilen ve epeyce ses getiren Barbie filmi, izlenmekten öte üzerinde konuşulmak için yapılmış gibi. Ön yargıların aksine, film fazlasıyla mesaj içerikli, hatta öyle ki eğer mesajları kaçırmayayım derseniz hikayeye odaklanmak zor bile olabiliyor.
Filmin kadınlarla ilgili mesajı daha net ve daha tahmin edilebilir. Barbie, 3. dalga feminizm akımıyla uyumlu bir biçimde, feminist bir kadın olmanın ön koşullarını kaldıran, kapsayıcı bir mesaj veriyor. Popüler kadınlık formlarını ataerkil düzene teslim olmak olarak görüp dışlayabilen önceki feminist akımlardan farklı olarak, 3. dalga feminizm, kadınların, kadınlığı diledikleri gibi yorumlayıp yaşayabileceğini, kadını güce ulaştırma emelinde ortak oldukları müddetçe tüm kadınların aynı hareketin parçası sayılabileceklerini söyler bize.
Şayet Barbie filmindeki sembolizmle anlatacak olursak, feminen estetikten vaz geçmeden de kadınlar için eşit hakları savunmak mümkündür. “Simli de giyerim başkan da olurum” diyen, özgürlükçü bir mesajdır bu. Yahut, Mattel CEO’sunun ifadesiyle, “sim” deyince akla “kadının muhtariyeti” (female agency) gelmektedir.
Özetle Barbie feminizm hakkında bize çok yeni bir söz söylemese de, bu kapsayıcı yaklaşımı eğlenceli bir filmde izlemek tazeleyeci ve güzel.
Ken’ler mutsuz: cinsiyetsizleştiriliyor muyuz?
Fakat Barbie filmindeki belki de daha enteresan olan konu aslında, kadınlar değil erkeklerle ilgili cinsiyet meselelerine ve modern dünyada yerini arayan erkeğin kaygılarına dair.
Film, Barbie dünyasında bir figüran olan ve kadın-egemen bir dünyada fonksiyonsuz ve cinsiyetsiz bir yaşam süren erkeklerin (Ken’ler) bir noktada yaşadığımız gerçek dünyayı erkeklerin yönettiğinden haberdar olmalarını ve ardından Barbie dünyasında da benzer bir ataerkil düzen kurmak için bir kalkışma başlatmalarını konu ediyor.
Filmin bu kısmı tam da 2000’li yıllarda, yeni muhafazakarlık ve popülizmle birlikte ortaya çıkan ve bilhassa eril siyasi aktörlerce dile getirilen, “cinsiyetsizleştiriliyor muyuz?” kaygısını ve bu kaygıyla şekillenen “erkekliğe yeniden sahip çıkma (reclaiming masculinity)” hareketini anlatıyor.
Feministler yüzünden kadınların değişmiş olması, aile hayatının artık kadınların çalışmadığı “o eski günlerdeki” gibi olmaması, hatta erkeklerin para kazanma konusundaki ayrıcalıklarını yitirmeleri sonucunda artık kolayca bir eş bulamaz hale gelmeleri ve yalnızlığa mahkum olmaları gibi şikayetler bu hareketlerde sıkça dile getiriliyor. Radikal bir örnek için kendilerini “incel,” yani “involuntary celibate (istemsiz münzevi) olarak adlandıran gruplar verilebilir. Nitekim Ken’ler de Barbie’lerle bir türlü romantik bir birliktelik kuramamaktan muzdariptir çünkü Barbie’ler için “her gece kızlar gecesidir.”
Modern toplumda erkeğin kırılganlığı
Türkiye’de de erkekliği yeniden geri çağıran maskülinist akımın izlerini gerek popüler kültürde gerek siyasette net olarak görmek mümkün.
Örneğin Reşit Civelekoğlu’nun yayınlarında sık sık gerçekleştirdiği erkekliği restore etme çağrısı bu akımın en açık seçik örneklerinden biri sayılabilir. Civelekoğlu’na göre modern toplumun sorunlarının başında erkekliğin kaybı gelmektedir. Hatta, feministlerin iddia ettğinin aksine, bizzat kadınların maruz kaldığı pek çok sorun da toplumdaki fazla erkeklikten değil, tersine erkeklik eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Popüler bir videosunda Civelekoğlu, “evde şefkatli, sokakta şiddetli” gibi sözlerle idealize ettiği, “erkek gibi erkeği” kutup yıldızına benzetmektedir. O öyle güzel birşeydir ki, hayranlıkla seyredilir.
Civelekoğlu’na göre, onun olduğu yerde ne haksızlık ne zulüm, ne adaletsizlik ne sınır ihlali olmaz.
Ne var ki, Civelekoğlunun erkekliği bu derece abartılı ve doğrusu pek de gerçekçi olmayan ifadelerle (örneğin, erkeğin 2-3 saat uykuyla aylarca idare edebileceği, zira sefere gidebilmesi amacıyla, bu şekilde yaratıldığı, ki bir çocuk büyütmüş hemen her kadın gerçeğin bunun tersi olduğunu söyleyecektir) övmesi aslında erkekliği kırılgan görmesi ve bu kırılganlığı telafi etme ihtiyacı duyması ile ilgili gözüküyor.
Yeni muhafazakarlık ve popülist maskülinizm
Barbie filminin ele aldığı eril anksiyeteler, yani, modern toplumda erkekliğin yitip gitmekte olan bir değer olduğu kanısı, yeni muhafazakar ve populist hareketlerin söylemlerinde de kendini gösteriyor.
Örneğin, son zamanlarda sesleri yükselen LGBT karşıtı hareketler konuyu aileyi korumakla ilişkilendirseler de aslında meselenin ardında erkekliği korumak duygusu yatıyor. Tehdit aldında görülen de, kadınlıktansa erkeklik.
Yahut, 2023 seçimlerinde Erdoğan’ın başta CHP olmak üzere tüm muhalefet partileri için sarf ettiği “bunlar hep LGBT” ifadesi, veya Kılıçdaroğlu’nun mutfaktan çıkmadığı ile ilgili ifadeleri, dolaylı olarak da olsa bu aktörlerin erkeklik ve dolayısıyla, iktidar yoksunu oldukları anlamını da içermekteydi. Buna mukabil kendisinin seçim öncesi siyah güneş gözlükleri ve askeri pilot montu ile çekilmiş bir fotoğrafını sosyal medya profiline eklemesi, rakipleri elleriyle kalp yapmayı öğrenirken kendisinin savunma sanayiinde atılımlar gerçekleştiriyor olduğuyla ilgili sözleri, bir eril performansın parçasıydı.
Bu meydan okumaya sonunda Kılıçdaroğlu da karşılık vermek zorunda hissedecek, 28 Mayıs öncesi, eliyle masaya ve göğsüne vurduğu “Buradayım!” videosuyla izleyicilerine adeta 80’lerin popular şarkısındaki gibi, “Wham! Bam! I am, a man!” diye seslenecekti.
Cinsiyet ilişkilerinin geleceği
Peki bu maskülinist dalga nereye varır? Bunca yıllık feminist kazanımlar, yükselen maskülinizme kurban gider mi?
Herhalde, kadınları bu saatten sonra eski sınırlarına geri döndürmek pek kolay olmaz. Nitekim, Barbie filmi de bu konuda iyimser. Filmde, Barbie’ler Ken’lerin maskülinist kalkışmasını bastırıyor, kendilerinin olanı geri alıyor ve güçlerini yeniden konsolide ediyorlar. Ama ya sonra erkeklere ne oluyor?
Açıkçası, işin bu kısmı biraz muallakta kalıyor. Barbie, modern dünyada yerini arayan erkeğe kolay yoldan, net bir adres gösteremiyor, ama şefkatli ve kapsayıcı bir yaklaşım sunuyor. Yani, Barbie’ye göre, modern erkeğin nostaljik ve maskülinist girişimlerine geçit verilmemelidir, fakat yaşadığı kayıp duygusu anlaşılabilir. Ne de olsa, inkar edilen duygu büyüyecek, fark edilen duygu sönecektir.
Duygu değişmeye başlayınca ise eylem de, evren de, değişecektir.
Neticede, Barbie bize cinsiyet savaşlarının nasıl biteceğine dair kestirme bir çözüm yolu sunmuyor fakat empatinin iyi bir başlangıç olduğunu hatırlatıyor.
Film, Barbie ve Ken’in geleceğe dair diyaloglarıyla biterken, halletmekten çok anlamaya, sonuç almaktan çok sürece odaklı “dişil siyaset” modeline de bir örnek sunuyor.