Münih merkezli Alman Kültür Merkezi/Goethe-Institut’ün Ankara Şubesi çalışanları, 27 Eylül’de kurumlarının önüne çıktılar ve Alman Kültür’ün sendikal haklarını tanımamakta ısrar ettiğini, böyle giderse greve gideceklerini açıkladılar.
Çalışanlar, Almanya’nın uluslararası kültür kurumu Goethe-Institut’ün Ankara’daki çalışanlarının örgütlenerek aldıkları sendika yetki belgesini tanımadığını, Toplu İş Sözleşmesi (TİS) masasına oturmamak için yasal yolları sonuna kadar kullandığını söylüyordu. Açıklamalarına göre kurum yasal yollarını tüketmişti, mahkeme kararı vardı, ama yine de toplu iş sözleşmesi masasına oturmuyordu.
Çalışanlar bir sonraki adımı değerlendirip grev kararı alabileceklerini duyurdu. Açıklamada şöyle dediler:
“Tez-Koop-İş sendikası olarak grev ilanından önce Alman Kültür Merkezi/Goethe Enstitüsü işverenliğini, Türk hukukunu ve sendikayı tanıyarak, TİS masasına oturmasına yönelik son bir kez daha uyarmak için buradayız.”
Aklınıza pek çok soru gelmiş olabilir. Örneğin böylesi bir uluslararası kurumun Türkiye’deki çalışanlarının ne tür bir yasal statüsü olabileceği, sendikal haklarının olup olamayacağı, herşeyin başında, çalışanların sendikanın devreye girmesini talep edecekleri nasıl bir ihtiyaç içine girmiş olacakları ilk akla gelen sorular arasında.
Bu sorular benim de aklıma geldi. Bu sebeple Tez-Koop-İş Sendikası ile örgütlenen Ankara şube çalışanlarının sözcüsü Deniz Gürsoy ile görüştüm.
Almanya’da insan hakları yasası, Türkiye’de grev
Goethe-Institut Almanya’nın Dışişleri Bakanlığı ile koordinasyon içinde çalışan, 100’den fazla ülkede faaliyet gösteren ve ana amacını kültürel çalışmalar yürütmek olarak tanımlayan bir uluslararası kurum.
Dolayısıyla çalışanlarının sendikal haklarının tanınmaması, bunun öncesinde sendikanın koruyacağı haklar konusunda çalışanların müşküliyetten bahsedecek duruma gelmesi yalnızca Türkiye’deki ekonomik durumla açıklanamayacak, uluslararası sivil toplum örgütlerinin hali ile ilgili de bize bir şeyler söyleyebilecek bir durum.
En sonda söyleyeceğimizi Deniz Gürsoy’un ağzından en başta söyleyelim:
“Goethe Enstitüsü her mecrada kendini sosyal bir işveren olarak tanımlıyor. Sosyal bir işveren olduğunu söyleyen bir kurumun böylesi bir konuda sendikayı görmezden gelmesinin gerçekten neden kaynaklandığı da bir merak konusu.
İkincisi, Almanya’da 2023 yılının başında ‘due iligence’ yasası çıktı; ‘durum tespit’ yasası. Bu, temel olarak, insan haklarını korumaya yönelik bir çeşit etik yasası. ‘Due diligence’ gibi bir yasa çıkmışken, uluslararası saygınlığı olan Goethe-Institut gibi bir kurumun sendikayı ve bizim örgütlenme hakkımızı görmezden gelen tavrı kabul edilemez. Bizim temel itirazımız da bu noktada.”
Grev kararına getiren süreç
Gelelim Gürsoy’un “bu tavır” olarak adlandırdığı ve çalışanları grev kararına götüren sürece.
Deniz Gürsoy, temel taleplerinin Toplu İş Sözleşmesinde gündeme gelecek somut isteklerinden önce ilk olarak sendikalaşma haklarının tanınması, anayasadan doğan bu haklarının kabul edilmesi ve sendikanın muhatap alınarak bir pazarlık sürecinin yürütülmesi olduğunu söylüyor. Ancak bu talepleri karşılık bulmamış.
Kurum çalışanları 10 yıl kadar önce sendikalaşmayı düşünmüş ancak süreç ilerlememiş. 2018’de tekrar başlayan sendikalaşma süreci son iki yılda özellikle enflasyon artışı ve alım gücünün düşüşü ile birlikte hız kazanmış:
“Yaklaşık 5 seneye yaklaşan bir süreçte hepimizin yaşam koşullarında, tabii Türkiye’nin koşullarına da bağlı olarak, yaşanan bu çoraklaşma, gittikçe düşen alım gücümüz, hayatımızı idame ettirmedeki zorluklar etkili oldu. Özellikle son yıllarda şartlarımızın iyice kötüleşmesi, somut karşılıklar bulamamamamız gibi nedenler bizi sendikalaşmaya biraz daha yönlendirdi.”
Peki çalışanların statüsü neydi? Sendikalaşabiliyorlar mıydı?
Bu sorunun cevabı evet. Alman Kültür Çalışanları Türkiye İş Kanununa tabi olarak çalışıyor ve Sosyal Güvenlik Kurumu’nda işveren olarak Alman Kültür Merkezi /Goethe-Institut görünüyor. Faaliyet bakımından tüm çalışanlar Münih merkeze bağlı ama iş mevzuatı bakımından işveren Goethe Institut.
“İşveren masaya oturmadı”
Tez-Koop-İş sendikası 28 Nisan 2023’te çalışma bakanlığından yetki belgesini almış. Yetki belgesi alındıktan sonra da çalışanlar birlikte bir Toplu İş Sözleşmesi taslağı hazırlamış ve işverene sunmuşlar.
Süreç burada başlamış. İşveren, sendikanın yetkisini kabul etmemekte ısrar etmiş. Gürsoy, “işveren toplu sözleşme taslağımızı, önerimizi dahi öncelikle kabul etmek istemedi,” diye anlatıyor. Taslak, ancak noter marifetiyle işverene tebliğ edilebilmiş.
Enstitü, sürece yasal yollarla itiraz ettiklerini, halen mahkeme sürecinin sürdüğünü, sendikanın yetkiye sahip olmadığını iddia ediyor.
Gürsoy ise, buna yönelik bir mahkemenin yapıldığını, mahkemenin bir itiraz olmadığına, işverenin usulen hata yaptığına hükmettiğini belirtiyor. Gürsoy’un aktardığına göre işveren konuyu istinafa taşımış ancak iş mahkemelerinde usulen yapılan bir hata üst mahkemede de kabul edilmiyor.
“İşveren için bizim temel talebimiz şuydu: öncelikle sendikalı olduğumuzu tanıyın. Bizim temsilcimiz olarak sendikayı tanıyın. Sendika ile masaya oturun,” diyor Gürsoy, ve ekliyor, “Biz barışçıl yollarla bunu gerek 60 günlük toplu sözleşme görüşmesi yapılması gereken süreçte sendikayla işvereni sürekli davet ederek denedik. Fakat bu 60 günlük süreçte hiçbir davete yanıt alamadık ve işveren masaya oturmadı.”
Ülkedeki koşullar, uluslararası koşullar
Sendika bu konuda Çalışma Bakanlığı ve İş-Kur’a başvurmuş. İş-Kur, hem işvereni hem sendikayı davet ederek zorunlu bir randevu vermiş. İşveren bu randevuya bir temsilcisini göndermiş ancak sonra yine masaya oturmamış ve teklifi tartışmamış. Ardından arabulucu sürecinde taleplere işveren yine cevap vermemiş.
“Bu iki süreçte de işveren hiç masaya oturmadı, sendikayla bir kere olsun görüşmedi” diyor Gürsoy.
Taleplerinin neler olduğunu sorduğumda ise Gürsoy “çok temel talepler” diyor. “Her toplu iş sözleşmesinde olacak şeyler.”
Öncelikle en azından her yıl ülkedeki enflasyon dikkate alınarak tespit edilecek yıllık bir sabit ücret artış oranına sahip olmak talepleri. Gürsoy “uzunca bir süredir bırakın ara iyileştirmeleri böylesi şeylerden de yoksun kalmış durumdayız. Dolayısıyla aldığımız ücretler çok daha hızlı eriyor,” diyor.
İkincisi, sosyal haklar. Bu haklardan kasıt, ücret dışında verilen yol, yemek, ikramiye gibi diğer sosyal haklar. Bu konularda Goethe Enstitüsünün son yıllarda asgari zorunlulukları bile zar zor karşıladığını söylüyor Gürsoy ve ekliyor:
“Ve bunun üzerine biz hem ülkedeki koşulların, geçtim bir yıl ya da altı ayı, her ay kötüleşen koşulların, en azından belli rutinlerle, bir toplu sözleşmeyle garanti altına alınmasını ve iyileştirilmesini talep ediyoruz. Şartlardan kastım bu.”
İlk olarak söyleneceği de son olarak söylüyor Gürsoy:
“Esasen temel derdimiz, işverenin uygun göreceği bir şeyi beklemek değil, sendikamızda örgütlenerek pazarlık edecek haklarımızı savunacak, haklarımız için mücadele edecek birer özne olduğumuzu göstermek ve işverenin kararını beklemeden bu konuda bizim de bir irademiz olduğunu ve söz söyleyeceğimizi göstermek.”
Gürsoy, henüz Münih merkezin bu süreçten ne kadar haberdar olduğunu bilmediklerini söylüyor. Bu açıklama ile amaçları da seslerini duyurabilmek.