Batı niye sıkıntılı? Niye eskisi gibi destek görmüyor? Niye dünyanın büyük kısmından sürekli itiraz veya tepki ile karşılaşıyor? Niye Batının belirlediği politikalar, Rusya’nın Ukrayna’ya fütursuzca saldırısına karşı aldığı önlemler dünyanın diğer yerlerinde desteklenmiyor. Bunun başlıca nedeni tek kelimeyle tutarsızlık.
Kısa bir süre önce ülkemizde de yayınlanan Amin Maalouf’un son eseri “Labirent: Batı ve Hasımları” buna bir ışık tutuyor. Kitap Batının karşında bulunan Rusya ve Çin’e eskiden Üçüncü Dünya, şimdi ise Küresel Güney denilen ülkelerin niye sıcak baktığını gayet iyi anlatıyor. Hafızalar sadece yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar sömürgeciliğin sürdüğü dönemi değil, öncesine de gidiyor ve insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerleri savunan Batının işine geldiğinde bunları bir kenara bırakabildiği de anımsanıyor. Onun için Batı tarafından Batılı sayılmayan ve kendisini de o camiada görmeyen Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ne kadar haksız da olsa, Küresel Güney’in bakış acısı geçmişin hatıraları çerçevesinde belirleniyor. Batı bir bakıma geçmiş politikalarının bedelini ödüyor.
Evet, Batı yeknesak sayılmaz ama genelde Avrupa Birliği ile ABD’nin başını çektiği NATO üyelerinin de yer aldığı bir Batıdan söz etmek mümkün. Türkiye de Batı camiası içinde sayılırken son on – on beş yıldır bu husus iki tarafta da daha fazla sorgulanır oldu.
Bunda Ankara’nın politikaları kadar AB’nin tutumu da neden olarak gösterilebilir. Türkiye’nin Batı veya eski deyimle Avrupa’nın Hristiyan ülkeleriyle sınavı yüzyıllar öncesine kadar gider. Osmanlı veya Türkler genelde hasım, düşman, rakip olarak görülmüştür.
Bu durum elbette tek taraflı değildi. Zaman zaman müttefiklikler de kuruldu. Son iki yüzyılda Osmanlı, Avrupa devletlerini bir diğerini karşı oynamış, Kırım savaşı ile Birinci Dünya Savaşında ise müttefiklikler oluşturmuştur. En köklü değişim ise elbette Atatürk’ün çizdiği yol oldu.
Türkiye Osmanlı’dan beri Batılılaşma çerçevesinde Tanzimat’tan başlayarak sosyal ve siyasal anlamda birçok reform süreci gerçekleştirdi. Bunlardan bir tek Atatürk devrimleri dış baskı olmadan gerçekleşti. Ayrıca Atatürk’ün gerçekleştirdiği değişim hiçbir Batılı ülkenin hayal bile edemeyeceği köklü reformlar idi. Yakın tarihimizde ise çok partili demokrasiye yine dış etkenler sayesinde erişildi. Gümrük Birliği ile başlayan reform süreci ve özellikle 2007’ye kadar sürdürülen reformlar AB’nin üyelik havucuyla sağlandı. Esasta insan hakları, ifade özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü alanında gerçekleştirilenlerin kendi irademizle yapılması istenirdi. Şimdi bu kazanımlardan dahi geri adımlar atıldı. Ama konumuz bu değil.
Türkiye, Atatürk tarafından bilinçli bir şekilde tercihini Batı’ya yöneltmesinden sonra bunun doğal uzantısı olarak AB’ye üye olmaya çalışmasına rağmen, bilhassa Soğuk Savaştan sonra Avrupa, bazı istisnalar dışında eski reflekslerinden kopamadı ve Türkiye’yi üyelik dışında belli bir mesafede tutmaya gayret etti. Bunda da başarılı oldu.
Bizimle ilişkilerinden yola çıkarak Batının riyakârlığına çok örnek verebiliriz. Ama özellikle AB’nin Mısır’la yaptığı anlaşmasına değinmek istiyorum.
AB liderleri geçtiğimiz Pazar günü (17 Mart), Avrupa’ya yönelik düzensiz göçü engellemek amacıyla Mısır’a 7,4 milyar Avro tutarında hibe ve kredi aktarma sözü verdi. Anlaşma, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in İtalya, Belçika, Avusturya, Güney Kıbrıs ve Yunanistan liderleriyle beraber Kahire’ye gitmesinin ardından yapıldı.
Bu anlaşmada dikkat çeken nokta yardımın büyük bir kısmının (yaklaşık 5 milyar Avro) Mısır hükümetine doğrudan nakit transferi şeklinde yapılacak olmasıdır. AB’nin yardımları genellikle ortak finanse edilen projeler ya da STK’lar aracılığıyla hedeflenen alıcılara ulaşmaktadır. Ancak Komisyon’a göre 2024-2027 yılları için 5 milyar Avroluk yumuşak kredi, Mısır Merkez Bankası’na “makro-finansal yardım” olarak verilecek ve bu yardım “hükümetin uygun gördüğü şekilde kullanılabilecek”.
Rusya’nın savaşının gıda güvenliği üzerindeki etkisine karşı tahıl depolama için 100 milyon Avro ve atık su arıtma ve yenilenebilir enerji tesisleri için daha küçük meblağlar da dâhil olmak üzere bazı yardımlar projelerle bağlantılı olacak. Resmi olarak “göç yönetimi” için sadece yaklaşık 200 milyon Avro ayrılmıştır.
Ancak AB’nin Mısır’ın bu anlaşma karşılığında sınırlarını daha iyi denetleyeceği ve göçmenlerin Avrupa’ya geçişini engelleyeceği konusunda beklentileri bulunuyor.
Sekizinci yılını bugünlerde geride bıraktığımız Türkiye’nin AB ile göç mutabakatını yaparken en çok tartışılan noktalardan biri, AB’nin vaad ettiği 6 milyar Avro’nun Ankara’ya nasıl aktarılacağı idi. AB kaynakların bizim arzuladığımız gibi doğrudan hazineye değil projeler yoluyla sağlanmasını ve hepsinin denetime talip olmasını istedi. AB’nin o zamana kadar ki politikaları bu minvalde olduğu için bunu kabullendik. Projelerimiz vardı ama onların da AB usullerine göre olması yine zaman aldı. 3 + 3 milyar Avro’nun beklendiği gibi bir iki yıl içinde değil beş yıl içinde tamamladığını hatırlayalım.
Kısaca AB’nin Mısır Cumhurbaşkanı Abdal Fattah El-Sisi’ye daha fazla güvendiği anlaşılıyor. Buna özellikle Fransa, İtalya, Güney Kıbrıs ve Yunanistan’ın öncülük ettiğini unutmayalım. Türkiye birkaç yıl öncesine kadar “değerli yalnızlık” içindeyken bu dört ülke Filistin, İsrail, Mısır ve Ürdün’ü de yanlarına alarak 2019 yılında merkezi Kahire’de olan “Doğu Akdeniz Gaz Forumunu” kurdular. Bu Forum her ne kadar çok işlevsel olmasa da Mısır AB’ye bir kapı aralamıştı. Böylece Mısır şimdi bunun meyvalarını topluyor.
AB’nin çıkarları için bu tür politikalarını yürütmesine bir itiraz olamaz. İtirazımız “değerlerini” öne sürüp daha sonra ona aykırı hareket etmesidir. Sonuçta Mısır’ın rejim bakımından Rusya’dan farkı var mı? Sisi bir kaç ay önce, oyların yüzde 89’unu kazanarak bir altı yıllığına daha seçildi. Rusya Başkanı Putin bile geçen gün oyların ancak yüzde 87sini alabildi. Mısır’da herhangi bir muhalefetten veya demokrasiden söz etmek mümkün değil.
Yine Mısır ile bir kıyaslamayı darbeler ile ilgili yapabiliriz. 15 Temmuz 2016’da AB liderlerinin neredeyse hepsi on birinci Asya – Avrupa Zirvesi için Moğolistan’da idi. Ülkemizdeki darbe girişimi ile bilgiler oraya intikal ediyordu. Darbe girişiminin başarısız olacağı anlaşılınca kınamalar başladı. Ancak Ankara’nın algısı AB’nin hükümete yeterince destek vermediği şeklindeydi. Esasında Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Morsi zamanın Savunma Bakanı ve ordu komutanı Sisi tarafından askeri darbe ile devrildiğinde AB’nin tepkisi yumuşak idi. O sırada Türkiye AB’nin Kahire’ye karşı daha sert bir tepki vermesi gerektiğini vurgulayarak eleştirmişti.
Türkiye’nin endişesi ileride benzer bir durum ile karşılaşılsa AB’nin yine böyle etkisiz bir tepki vereceği şeklindeydi. Nitekim 15 Temmuz’dan sonra hükümete destek yerine eleştiri daha fazla geldi. Zira kısa bir süre içinde binlerce kişi tutuklandı. O dönemde sadece İngiltere’nin AB’den sorumlu Bakanın destek mahiyetinde ziyareti oldu. AB tarafından ilk üst düzey ziyaret iki ay sonra Avrupa Parlamento Başkanı Martin Schulz tarafından gerçekleşebildi. Bütün bunlar karşılıklı güvensizliğin filizlenmesine yol açtı. Olağanüstü halin ilan edilmesi ve temel haklardan geri gidilmesi bakımlarından AB’den sürekli eleştiriler gelmeye başladı. Özellikle AP çevrelerinde üyelik müzakerelerinin durması istendi.
FETÖ’ye karşı alınan önlemlerin boyut ve şekli AB’nin insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi çerçevesinde eleştirilerine yol açtı. Bunun neticesinde AB bu durumu fırsat bilerek Gümrük Birliği’nin güncellenmesi için daha önceden belirlenen yol haritası ve 18 Mart mutabakatında vermiş olduğu sözleri bir kenara bıraktı ve sonuç olarak müzakerelere geçilemedi.
Diyeceksiniz ki Türkiye üyeliğe aday, Mısır ise AB için üçüncü bir ülke, o nedenle de AB’nin farklı bir tutum göstermesi anlaşılabilir. Türkiye’nin 15 Temmuz sonrasında aldığı kararların ağırlığını eleştirmek doğal olabilir ancak AB bunu anlamaya çalışmak, diyaloga girmek ve olumlu yönde etkilemekten ziyade verdiği sözlerini yerine getirmemek için kullandı. Zaten Türkiye – AB ilişkileri göç krizine kadar da bir yere gitmiyordu. Almanya Şansölyesi Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin üyelik müzakerelerinin 2005 de başlamasından kısa bir süre sonra Türkiye’nin önünü kesme çabaları ve ayrıca Kıbrıs meselesi iki taraf arasındaki makasın açılmasına yol açtı. Türkiye’nin önüne konulan koşulları tek tek yerine getirdikçe AB’nin büyük ülkeleri üyeliğin gerçekleşme ihtimalinden rahatsız oldu. Göç krizindeki yakınlaşma ise bu ilişkilerde bir aykırılık idi. 15 Temmuz ve akabindeki gelişmeler AB’ye istedikleri bahaneyi verdi. İki tarafın ve belki de daha çok AB’nin lehine olabilecek Gümrük Birliği’nin güncellenmesinin önüne bile siyasi koşullar kondu.
AB Türkiye’yi bir aday olarak görmediğini uzun süre önce ortaya koydu. Diyaloglar bile kısıtlı ve öze ilişkin değil daha ziyade AB’nin önem verdiği konular çerçevesinde sürdü. Ama haksızlık yapmayalım. Bazen aday olduğumuzu işine geldiğinde hatırladılar. AB Rusya’ya koyduğu yaptırımlarını aday ülkelerin de benimsemesini talep etti. Ancak kendi raporlarında bile Türkiye’nin AB’nin dış politika kararlarına uyumunun tek haneli yüzdelerde olduğunu teslim ediyor. Sonuçta AB Türkiye’ye aday gibi davranmayınca, Ankara da haliyle buna göre hareket ediyor.
Dış politikanın çıkarlara göre çok standartlı olduğu söylenir. Ama bunun da bir sınırı olmalı yoksa inandırıcılık kaybolur.
AB önemli dış politika konularında birlikte hareket edemiyor
Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırıları haklı olarak herkesçe kınandı. Ama daha sonra İsrail’in insanlık dışı amansız saldırılarının uzun süre kınanmaması AB’nin kararsızlığını ortaya koydu. Geçmiş örneklerde görüldüğü üzere AB basit konularda birlik içinde hareket edebiliyor. Ancak çok önemli meselelerde bunu yapamıyor. Tutarsız davranıyor. AB’nin de en zayıf noktası budur. Liderlik veya çekip çevirecek bir önder yok. En yakın örnek olarak Merkel gösteriliyordu ama o da bunu isteksiz bir şekilde, daha çok durumu idare edecek şekilde yapardı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron bu konuda gayret gösteriyor ama yetersiz kalıyor. AB demokraside gerilemenin görüldüğü Macaristan’da Başbakanı Orban’ın politikalarına engel olamıyor. Polonya’da iktidar değişmese orada da AB’nin değerlerine sahip olma girişimi netice vermeyecekti. AB’nin o değerleri artık arka plana atıp daha “pragmatik” işlevsel bir politika güttüğü Mısır ile varılan anlaşmada ortaya çıkıyor. Keza bizimle de benzer bir al – ver politikası sürdürmeye çalıştığını görebiliyoruz.
Türkiye’nin AB’den veya Batıdan uzaklaştığını her alanda şahit oluyoruz. ABD ile yakınlaşma da ekonomik çıkarlardan, ülkede yaşanan sıkıntılardan kaynakladığını da anlıyoruz. Ama Batı’dan önce Türkiye uzaklaşmadı. Batı yüzyılların eski reflekslerine dönerek uzaklaştırmayı tercih etti. Avrupa’nın büyük ülkeleri yüzyıl önce tercihini Batılı olmak üzere karar veren Türkiye’yi hiç anlamadı, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında savunma amaçlı olarak kullanmayı tercih etti. Soğuk Savaş sona erip, eski komünist ülkeleri “Avrupa ailesine” dönerken Türkiye’ye ihtiyaç kalmış mıydı? Yukarıda belirttiğim gibi göç konusu o ihtiyacı hatırlattı ama kriz bitince yine eskiye dönüldü. AB’nin artık dürüst olması ve bahane üretmeden ülkemizi üye yapmayı düşünmediğini açıklaması gerekiyor. Ülkemize bunu yaparsa ne kadar eleştiri alsa bile hiç olmazsa dürüst davranmış olur. Eğer AB sadece Türkiye’den değil küresel denklemde de destek istiyorsa tutarlı davranmalı. Aksi takdirde haklıyken bile aradığı desteği bulmakta zorlanacak.
MHP ile DEM Parti düşman çatlatmaya devam ediyor. Kötü anlamda söylemiyorum. Kürt işleri özellikle Suriye’de…
AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen'in yeni yönetim döneminde Türkiye'ye ilk ziyareti Suriye'de Esad…
Donald Trump’ın “Türkiye Suriye’ye çöktü” ifadesini Türk medyasındaki haberlerin pek çoğunda bulmanız mümkün değil. Trump’ın…
Asgari ücret yine gündemimizde. Bu kez temel tartışma konusu asgari ücret ve enflasyon ilişkisi. Asgari…
Suriye’de gelişmeler baş döndürücü bir hız kazandı. Beşar Esad’ın 7 Aralık akşamı Moskova’ya kaçmasından yalnızca…
CHP’nin önceki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendi dönemindeki Suriye politikası nedeniyle yeniden gündemde. Cumhurbaşkanı Tayyip…