‘Ne biçim bir soru bu?”, diyebilirsiniz haklı olarak. Yanıtı normal koşullarda son derece basit: “Halihazırdaki anayasal sisteme göre, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 50’nin üzerinde kim oy alıyorsa ülkeyi de o yönetiyor”.
Dışarıdan bakınca da öyle. Yasama, yürütme ve yargıyı adeta tek elden yöneten bir cumhurbaşkanı var. Bir de O’nun, sözlerine “sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde ve talimatları çerçevesinde…” diye başlamaktan usanmayan teknokrat kabine bakanları ve saray danışmanları icranın ana oyuncuları olarak sivriliyorlar.
TBMM, ne yazık ki bu sistemde pek etkili bir aktör olarak görülmüyor, her ne kadar “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diye dilimize pelesenk etsek de.
Peki, perde gerisinde başka iktidar odakları da var mı?
Var tabii ki.
Her ülkede olduğu gibi farklı kisveler altında sadece seçilmişler değil devletin içine sinmiş “derin devlet” yapılarının ve menfaat gruplarının da iktidarı paylaştığı, yönlendirdiği, hatta meşru olmayan geniş yetkiler kullandığı söyleniyor sık sık.
En kuvvetli güç odağı olarak bilinen derin devlet, anayasada belirlenmiş yapının dışında devlet yetkisini hesap verme, şeffaf olma kaygısı duymadan kullanan kişi veya kurumların meşruluk sınırları dışına taştıkları, şiddet kullandıkları zaman karşımıza çıkıyor.
Kendilerinde olağanüstü güç vehmediyorlar, devletin bile gücü yetmiyor bu yapıları kontrol etmeye çoğu zaman.
Sözgelimi, Cumhurbaşkanı Erdoğan, “kurumlar içi çeteleşme” olarak niteliyordu derin devleti kendisi başbakan olduğu dönemde.
Emekli MİT mensubu Mahir Kaynak’ın şu itirafı da çarpıcı: “Derin devleti ülkenin geleceğini planlayan ve bunu gerçekleştirmek için politikalar üreten bir akıl olarak tanıyordum. Oysa daha sonra devlete rağmen faaliyet gösteren yeraltı örgütlerine de derin devlet adı verildiğini gördüm”.
Notlarımı karıştırırken buldum. Şimdiki CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Meclis Grup Başkanı olduğu dönemde 8 Ocak 2019’da şunları söylüyordu: “Birinin millet tanımıyla diğerinin ümmet tanımı birbiriyle çelişmesine rağmen ikisini aynı potada eritmeye çalışan ve tabanlarını da buna zorlayan, bunu ellerindeki büyük propaganda makinesiyle yapan bir başka güç var. Bir yerden birileri düğmeye basıyor”.
Ve şöyle devam ediyor: “Devlet Bahçeli, kritik kavşaklarda kritik kararlar vermiştir, U dönüşleri yapmıştır ama Türkiye siyasetini ne Bahçeli ne de Erdoğan yönetiyor; onların içinde aktör oldukları ancak senaryosu bir başka yerden yazılan daha derin ve daha güçlü bir akıl yönetiyor.”
Bilmiyorum hala aynı şekilde mi düşünüyor CHP’nin yeni lideri olarak ama hiç yabana atılacak bir tesbit değil bu.
Yerel iktidarlar yetkileri ve kaynakları budanmış olsa da hala önemli.
31 Mart seçim sonuçlarına göre yerelde Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 74’u muhalefet partilerinin belediyeleri tarafından yönetiliyor bugün.
Dahası, en büyük ekonomiye sahip illerin tamamı CHP’ye geçti; milli gelirin 73’u artık CHP’li belediyelerin yönetiminde. Siyasi iktidarın engellemeleri olsa da belediyeler önemli bir güç odağı. Geleceğin siyasi liderleri de muhtemelen – tıpkı Fransa’da olduğu gibi – belediye başkanları arasından çıkacak gibi görünüyor.
Ayrıca, büyük holdinglerin, yandaş özel sektörün kilit adamları, silahlı kuvvetler, parlamento, mafya, tarikatlar da devleti yönetme işini iktidara ne kadar yakın olduklarına göre paylaşıyorlar, doğrudan olmasa da kapalı kapılar ardında en azından.
Bir dönem medya patronları da hatırı sayılır güç odakları arasında idiler. Hükümet kurma, politika belirleme ve ihale dağıtmada hikayelerini öğrendik.
Böylesine kıymetli bir coğrafyada Türkiye’nin kendi haline bırakılamayacağını düşünenler ise Ankara’da iktidarın kimin kontrolünde olacağına ABD’nin karar verdiğini, bazen AB, İsrail, Rusya ve Çin ‘in de ucundan köşesinde bu işe bulaştığını, dış güçlerin değişen başarı oranlarında kendi adamlarını iktidar sahasına sürmek isteyebileceğini ileri sürüyorlar.
İktidara oynayanlar neredeyse istisnasız bir Washington seyahatine çıkıyor, Yahudi lobileri ve finans çevrelerine kendilerini tanıtıyor, kendilerince yeşil ışık almayi hedefliyorlar.
Bunu doğrulamak da zor yalanmamak da.
Şurası bir gerçek ki, ülkeyi belki de tek bir güç değil de farklı yapıların, açık ve gizli güçlerin koalisyonu yönetiyor. Bu önermenin büyük ölçüde doğru olduğuna devlet içinde, uluslararası örgütlerde, iş dünyasında çalışırken, dünyanın önemli perde arkası odakları ile etkileşim içinde olurken şahit oldum, oluyorum.
Bu kadar çok paydası olan bir ülkeyi yönetmenin kolay olmadığını söyleyebiliriz.
Tıpkı Charles de Gaulle’ün Fransa için “258 çeşit peyniri olan bir ülkeyi yönetmek kolay mı?” dediği gibi. Aradan geçen sürede peynir sayısı da arttı ülkenin yönetimini zorlaştıran meydan okumalar da. Macron, görünen o ki, başedemiyor, bihakkın yönetemiyor Fransa’yı.
Düşünsenize 85 milyon nüfus, 15 milyona yaklaşan mülteci, göçmen, nüfusun yüzde 40’a yakını yoksulluk sınırının altında bir ülkeyiz. Ekonomi üretimden, inovasyondan ziyade rant gelirlerine dayalı, dış politika ve güvenlik alanlarında ciddi riskler ile karşı karşıyayız.
Sadece bugün içinde bulunduğumuz ekonomik kırılganlık, genişlemekte olan yoksul-zengin uçurumu, etnik, dini ve sosyal fay hatları, eğitimde giderek gerileyen kalite, teknoloji ve inovasyonda dünya ligine çıkamama, finansman eksikliği, potansiyel deprem ve iklim ısınması ve benzeri meydan okumalar ortada. Önde helen istihbarat servislerinin de mücadele alanına dönüşmüşüz.
Gerçekten de dünyanın en zorlu işlerinden birisi Türkiye gibi bir ülkeyi yönetmek.
Son derece stratejik bir kavşakta olsak da komşularımızı telaffuz etmeye başlayınca bizim coğrafyanın acımasızlığı hepimize soğuk duş aldırıyor.
Etrafımız kanlı etnik, dini ve siyasi çatışmalar ile çevrili. Rusya-Ukrayna savaşı, Kafkaslarda Azerbaycan-Ermenistan, Körfez’de İran, güneyde Suriye, Kızıldeniz’de Hutsiler, Balkanlar’da Kosova, Moldovya, Doğu Akdeniz nüfuz mücadelesi, İsrail’in Gazze’yi işgali.
Çöktükten sonra içinden neredeyse 50 devlet çıkmış Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olmamız hem bize ağır sorumluluk yüklüyor hem de bugüne kadar çözülememiş birçok ciddi sorun yaratıyor.
Ne terörü vekalet savaşında kullanan komşu ülkeler ne de sözde Batılı “müttefikler” bize rahat veriyor. Etrafımızda demokratik rejimle yönetilen ülke kalmadı.
Dahası, tüm bu zorlu krizleri ve geleceğe dönük fırsatları yönetecek akıllı liderlik, ehil kadrolardan, mekanizmalardan yoksunuz uzunca bir süredir. Gelecek için yeni nesil tünelin ucunda ışık görmüyor.
Birçok iş el yordamıyla yürütülüyor, ne yazık ki son 22 yılda elde edilen trilyonlarca dolarlık vergi, özelleştirme gelirleri ve ağır borçlanmaya rağmen bir arpa boyu alamadık, yüz milyarlarca dolarlık servet heba edildi, kaynaklar yağmalandı. Geri ödenecek muazzam bir borç dağı var önümüzde.
Roket bilimi değil bunu başarmak, ülkeyi yeniden yükseliş çizgisine getirmek.
Dünyadaki iyi yönetişim örneklerine bakarsak çözümün ne olduğunu görüyoruz.
Ülkenin olmazsa olmaz birinci önceliği giderek kötüleşen eğitim kalitesini arttırmak, bence. Bunun için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamalı. Milli Eğitim’e, üniversitelere, fiziki tesislere ne kadar kaynak akıtıldığı değil çağdaş eğitim ve öğretim içeriğini, öğretim/eğitim kadrolarını, gerçek hayat ile bağlantıyı güçlendirmek asıl değer taşıyan çaba.
“Nasıl bir eğitim” sorusuna verilecek yanıt “Ne kadar bütçe?” sorusundan çok çok daha önemli.
Teknoloji, ülkelerin sıçramasında, küresel ligde küme atlamasında süreyi çok kısalttı. Yapay zeka, biyoteknoloji, nanoteknoloji, yenilenebilir enerji alanlarında bugün esamimiz okunmuyorsa, demokrat, hoşgörülü, vicdanlı ve ahlaklı bir nesil yetiştiremediysek, işdünyası küresel rekabet gücüne sahip değilse, kamu yönetiminin temel amacı vatandaşlarına dünya ile barışık, ekolojik temelli kalkınmayı benimsemiş, kaliteli sağlık, çevre ve altyapı sağlamak olarak tanımlanmamışsa ülke iyi yönetilmiyordur.
Herkese eşit uygulanacak kanunlara, kurallara uyulması, kimseye iltimas geçilmemesi, liyakatın hakim kılınması, adalete güvenin sarsılmaması da iyi yönetilen ülkelerin vazgeçilmezleri.
Bizimki gibi kurumların yeterince oturmadığı ülkelerde hala liderin sürükleyici, karizmatik, inanılır olması büyük önem taşıyor.
Hem ülkesini hem insanlarını iyi tanıması, tarihinden dersler çıkartması, küresel dinamikler ile uyumlu bir gelecek vizyonunun olması, işleri etkin şekilde sonuçlandırma, ehil takımını oluşturma ve çalıştırma becerisi de aynı ölçüde önemli.
Türk insanı öğrenmeye, yeniliğe açık.
Yeter ki önüne doğru insanlarla, doğru söylemlerle çıkılsın. Kalitesiz kişileri ülke yönetimine geçirirsek, geçmişi, serveti, yönetimi şaibeli kişiler ülkeyi felakete sürükleyebilir.
Can ve mal güvenliği olmayan, hukukun işlemediği, geleceğe dönük belirsizliklerin arttığı ülkeye yabancı sermaye gelmez, gelenler de saece vur-kaç taktiğini uygular. Yerli sermaye de ülke dışına kaçmanın yollarını arar.
Saat başı 2 milyon dolar faiz ödeyen bir ülkenin ekonomik krizden kurtulma şansı pek yüksek değil. Gelen dış kaynaklar da artık ağır koşulları Ankara’ya kabul ettirerek geliyor, dış politika ve güvenlik zafiyetine sebebiyet vererek, kıskançlıkla savunulan milli menfaatlerde gedikler açarak.
Önümüzdeki siyasi takvime bakınca daha 4 yıl 2 ay kadar seçim yok. Böyle bir tabloda parlamentoda çoğunluğa sahip bir iktidar karşısında, üstelik Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi güçlü bir lider ile yola devam ederken yeni alternatif oluşturmak çok kolay olmayabilir.
Bu demek değildir ki 2024 seçim sonuçları “topal ördek” sendromu yaratmaz, 2028’e giden yolu etkilemez.
Bence halkın güçlü mesajı iyi okunamaz ve gerekli düzeltmeler yapılmazsa bu sonuçların mevcut dengeleri alt-üst etmesi, ortaya çıkacak muhtemel yeni liderlerin Türkiye’de iktidarı yönetmeye aday olacaklarını öngörmek zayıf bir önerme değil.
Tabii ki, öncelikle, tüm siyasi engellemelere karşın hiçbir mazarete sığınmadan muhalefet belediyelerde başarılı bir iktidar icrası yaratmak zorunda.
Ankara’daki meşru iktidarın elleri de armut bu arada toplamayacak elbette ki. Yeni bir vizyon, kadro ve liderlik için iktidar da çaba gösterecektir, son seçimlerin verdiği mesajları içselleştirerek.
Şayet “Türkiye’yi ne Erdoğan ne Bahçeli yönetiyor; daha güçlü ve daha derin bir akıl yönetiyor” iddiası doğru ise o zaman kuşkusuz diğer güçlü iktidar odakları da kendilerini Erdoğan (ve Bahçeli) sonrasının halefiyet senaryoları ışığında yeniden konumlandırmaya çalışacaklardır.
Oyun, oyuncular ve oyunun kurallarının sürekli değiştiği mevcut dünya konjonktüründe ayakta kalabilmek, insanlarımızın refahını, iç barışını ve güvenliğini sağlayabilmek için ekonomide, teknolojide, iç siyasette, dış politikada ve silahlı kuvvetlerde çok güçlü olmak zorundayız.
Yönetebilen bir demokrasi şart ama mutlak güce sahip tek bir lidere ve aşırı merkezileşmiş bir kamu yönetişim sistemine bağımlılık bizi hedeflerimize ulaştıramaz, sistemi yavaşlatır, hatta felç edip tıkayabilir.
Bunu fiilen yaşıyoruz günbegün.
Şeffaf, hesap verebilir, akıllı, liyakata ve hukuk kurallarına dayalı, ayakları yere basan gelecek vizyonuna sahip icrası güçlü bir demokrasi çerçevesinde Türkiye’nin yönetilmesi, iktidarın paylaşılması önemli.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer'in tutuklanmasını protesto etmek için düzenlenen mitingdeki…
Avrupa Komisyonu'nun üyeliğe aday ülkelerin son bir yıl içindeki gelişmelerini değerlendiren yıllık raporu, 30 Ekim…
Kıbrıs Rum Yönetimi Cumhurbaşkanı Nikos Christodoulides’in Beyaz Saray’da ABD Başkanı Joe Biden ile yaptığı görüşme,…
TBMM'de 2025 yılı bütçe kanun teklifi görüşmeleri başladı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, TBMM Plan ve…
CHP’nin kitlelere sert muhalefet sözü vermesi için başına saksı düşmesi gerekiyormuş demek ki; o saksı…
Kayyum virüsü İstanbul’a da sıçradı. AK Partili ya da MHP’li olmayan bütün belediyeleri tehdit altına…