Ayvalık Film Festivali, bu kent için adeta bir armağan. Bu armağana yanıt veren kentliler Amfi tiyatroyu ve salonları dolduruyor. Seçilen filmler ise çoğunlukla Bağımsız Sinema ürünleri. Benim en çok dikkatimi çeken 2 film oldu: Megalopolis ve İncir Ağacının Tohumu. Ancak bir Fas filmi olan Touda’yı Herkes Seviyor, bir Türk Belgeseli olan ve mübadeleyi işleyen Rodakis’i Ararken ve Sorretino’nun son filmi olan Parthenope olağanüstü güzel filmler. Film sonrası yapılan tartışmalar ise başka yerde ve zamanda bulamayacağınız işler…
Ben, önce Megalopolis’i anlatacağım. Francis Ford Coppola, şimdiye kadar hiç yapmadığı bir işi, bir kentin ütopyasını sinemalaştırmış. Şu ana kadar Baba’yı ve korku & kıyamet filmlerini yapmış olan Coppola (85), sinemaya veda etmeden önce, Amerika veya New York hakkında bir ütopya mı yapmak istedi? Bunu anlamamız olanaklı değil ama iyi ki yaptı diyorum. İyi ki, mega kentlerin geleceği konusunda belirgin amaçları ve tezi olan bir film çıkmış ortaya.
Ütopya, kent ve makinalar
Şimdiye kadar sinema dünyasının gerçekleştirdiği ütopyalar, insanlığın daha iyi bir yaşam düzeyine gelmesi için, mekânsal düzlemdeki yenilikleri sunmuşlar ve sinemanın görsel gücünü kullanarak düşlenen kentin vizyonunu anlatmaya çalışmışlardır. Modern kent ve sinema 20. yüzyılın eşzamanlı olarak ürettiği iki olgudur. Örneğin, dışavurumcu tarzda bir distopya olan, Fritz Lang’ın yönettiği Metropolis (1927) filmi, yer altında çalışan emekçiler ile kapitalist sınıfın mücadelesini anlatır. Dönemin makinalaşma dönemi olması ve Charles Chaplin’in Asri Zamanlar filmindeki dev çarkların insanla yoğun ilintisi, Metropolis filminin de ana teması olur. Yeraltında çalışanlar için dev makinalar, çalışmayanlar için dev gökdelenler bir karşıtlık olarak filmin görsel malzemesini oluşturur.
Makinaları ütopyalarında kullanan bir mimarlık düşünce kuruluşu olan Archigram’dan da söz etmeliyiz. Peter Cook’un önderliğinde Londra’da kurulan Archigram’ın ürettiği fütüristik resimlerden bana göre en ilginç olanı “Yürüyen Kent” tir. Makinadan oluşan kent, yürüyerek, modern zaman insanlarının modern kentte bulamadıklarını onlara sunmayı hedefler. Bazen müzik ve konserler, sergiler bazen de okullar ve hastaneler sunar. Archigram, “kent sabit olmamalı, makinalar devinimi sağlıyorsa kent de makinalaşmalıdır” der.
Megalopolis, insanlık için iyi bir başlangıç
Coppola, Megalopolis’in senaryosunu yazmaya 1980 yılında başladı, 2001’de tam prodüksiyona başlamak üzereyken ‘11 Eylül Saldırısı’ gerçekleşti. 2019’da tekrar başlayan film serüveni için tüm olanaklarını zorlayan OSCAR ödüllü yönetmen bu uğurda çok sevdiği şaraphanesini bile sattı.
Filmin gerilimi, Antik Roma ile Yeni Roma (New York) kenti arasında kurulan bir koşutluğa ve kentin Mimarıyla iktidarın Belediye Başkanı arasındaki zıtlığa dayanıyor. Roma’nın düşüşü ile New York kentinin yok oluş koşutluğu, uzaydan gelen bir cismin New York kentini yok etmesi üzerine kuruluyor. Karakterlerin isimleri Çiçero, Cesar Catilina, Claudio gibi Antik Roma isimleridir. Yeni Roma’nın Tasarım Otorite Başkanı olan Cesar Catilina, fütürist bir mimar olarak, Megalon isimli bir yapı malzemesini yaratıp büyük bir ödül almıştır.
Coppola, Megalon malzemesi fikrinde mimar ve tasarımcı Neri Oxman’dan esinlenmiştir. Oxman, tekstilde ve yapılarda kullanılmak üzere, ekolojik karakter taşıyan biyolojik malzemeler, bilgiişlem, tasarım ve malzeme mühendisliğini birleştiren bir işin peşinde ve bu yeni malzemeyi yapıların kabuklarında kullanmak istiyor.
İşte filmin gerilimi de burada doğuyor: Devleti temsil eden Belediye başkanı Çiçero, insanların güvenliği için, daha önce hep yapıldığı gibi “beton ve çelik” diye haykırırken, insanlığı temsil eden mimar Cesar Catilina, Yeni Roma’yı kuracak olan insanların iyiliği ve mutluluğunu önceleyerek, onların da yapımına ve yaratılmasına katılacakları, organik, değişebilir, hafif ve geçirgen yapılar ve büyük yeşil alanlar tasarlar. Artık, Roma gibi taştan/betondan anıtsal veya gökdelenimsi yapıların zamanı geçmiştir. Coppola, bu yeni ve ütopik kentleşme fikrini, büyük ölçüde Organik mimarlığın kurucusu olan Amerikalı mimar Wright’ın 1958’de yaptığı Broadacre- Yaşayan Kent projesinden almıştır.
Coppola’nın filmdeki en büyük takıntısı zaman ve zamanın durdurulmasıdır. Kanımca bu kavram, paradoksal biçimde zamansız yapıları, yani Antik Roma’yı anımsatıyor. Halbuki Megalon’un zamanı durdurması değil onun içinde evrilmesi, şekil değiştirmesi yani kendisinin zaman olması ve zamanın kesinlikle durmaması gerekiyor. Filmin sonundaki uzlaşma ise pek inandırıcı değil. Geleceğin fütüristik mimarı, isyankar ve asi Cesar Catilina ile muhafazakar Başkan Çiçero ve Banka sahibinin uzlaşması, hümanistik bir çizgi üzerinde ilerleyen filmin temasıyla çelişiyor.
Kutsal İncir’in Tohumu ve insanlığın ele geçirilişi
Kutsal İncir Ağacının Tohumu filmi, ünlü İranlı yönetmen Muhammed Rasoulof’a ait. 2024’de, Cannes Film Festivali- Altın Palmiye için aday gösterilmesi ve Jüri’nin filmi Özel Ödül’e layık bulmasının ardından, yönetmen İran mahkemesi tarafından sekiz yıl hapse mahküm ediliyor. Bunun üzerine, yönetmen ve ekibinin bir bölümü İran’dan Avrupa’ya kaçıyor ve 24 Mayıs ödül törenine yetişiyorlar.
Filmin ismi ile teması birebir örtüşüyor. Ficus Religiose, başka bir ağacın etrafına sarılarak onu boğan bir incir türünün adı. Peki boğulan kim? Boğan devlet, boğulan ise ele geçirilmiş insanlıktır.
Filmin zamanı, Tahran’daki gösterilerin olduğu Mahsa Amini’nin ölümü sonrasıdır.
Filmin en önemli aktörü, yani insanlığı ele geçirilecek kişi olan İman, ailenin babası ve Tahran Devrim mahkemesinin soruşturma yargıcıdır. Ailenin diğer üyeleri, kocasına sadık anne ile cep telefonları ile gösterileri izleyen iki kızdan oluşuyor. İman, kısa zamanda, bu göreve hukuki yeteneklerinden alınmadığını öğrenir ve her gün gerçek soruşturma yapılmadan bir ölüm cezasını onaylaması istenir. Diğer taraftan, karısı daha yüksek maaş ve daha iyi bir evin peşindeyken onun eline sadece kendini koruması için silah verilir.
Filmin ana gerilim noktası, bir gün silahını evde bulamayan İman’ın, ailesine sanık muamelesi yapmasıyla başlar. Bunun sonucunda, önce kızlar, daha sonra da anne, hem babalarını hem de rejimi sorgularlar. Filmin başında bir hukuk insanı olan İman ise rejimin en koyu taraftarı olmuştur. Silahı karısı veya kızlarının aldığına inanan İman, onları sorgulamak üzere odalara hapsedip tam bir tutukevi ve sorgu odası ortamını oluşturur. İnsanlığı artık tamamen devlet tarafından ele geçirilmiş olan İman’ın düşman bellediği sevgili karısı ve kızları ise aydınlanmışlar ve eskisinden daha özgür bireyler olmuşlardır.
Wenders’in “Mükemmel Günler” filmi mükemmel günleri anlatmıyor