Endişe edilen oldu, İsrail ordusu büütün uayrılara rağmen 1 Ekim sabahı Lübnan’a kara karekâtına başladı. İsrail bunun öncesinde 27 Eylül’de Beyrut, Dahiyye’de saptadığı stratejik hedefi, Hizbullah lideri şeyh Hasan Nasrallah’ı yeraltı sığınağında öldürdü. Saldırıda İran Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Kudüs Gücü’nün Lübnan sorumlusu Tuğgeneral Abbas Nilfuruşan’ın da saldırıda öldürüldüğü açıklandı. Bu aynı zamanda, diğer Hizbullah, Hamas ve Filistin İslami Cihad liderlerine yönelik suikastlar zincirinin devamı anlamına geliyor. Nitekim İsrail 30 Eylül’de de Beyrut’ta üç Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FKHC) liderini SİHA operasyonuyla öldürdü.
İsrail’in son dönemde Lübnan, Suriye ve İran’da gerçekleştirdiği suikast ve sabotaj operasyonları, MOSSAD’ın hedefin (bu durumda Hizbullah) içinden hulul (içeri sızma) niteliğinde kaynak devşirme yeteneği, humint (insana dayalı istihbarat) ve teknik haber toplama koordinasyonunun önemini bir kez daha gözler önüne serdi. MOSSAD’ın Hizbullah ile İran’ın imkân ve kabiliyetlerini iyi değerlendiren analiz yeteneğine sahip olduğu anlaşılıyor.
MOSSAD’ın Hizbullah ve İran’ın öngörülemez etkileri olacak tam ölçekli bir savaştan kaçındığını anlaması uzun sürmedi. Şam Konsolosluk saldırısı sonrasında şifreleri deşifre ederek okudukları anlaşılıyor. Hile, aldatma, provokasyon, ajitasyon, tehdit, şantaj, empati ve analiz yeteneği, kuralsızlığın kural olduğu koşullarda kendi stratejik aklına uygun olarak hedefini yok etti. Bu stratejik akıl, Binyamin Netanyahu’nun iç siyasette endişe, korku ve kariyerindeki düşüş ile birleşince olanlar oldu.
Hizbullah ve İran’ın istihbarat ve istihbarata karşı koymadaki eksikliği ya da zafiyeti, son bir yıldır Hizbullah ve İran aleyhine yaşanan süreci tetikledi ve hızlandırdı. İran ve Hizbullah liderliği, 2020’deki Kasım Süleymani ile başlayan suikastlar zincirine karşı koyamadı. Bu suikastlara caydırıcılığı ile doğru orantılı etkin bir cevap veremedi.
Şimdi Hizbullah, İsrail’in 10 gün önce çağrı cihazlarına yönelik operasyonlarıyla sağır ve kör bir halde, lideri Nasrallah’ın yerine birini koymak, Şii tabanını, direniş gücünü diri tutmak zorunda. İran, bu süreçte Hizbullah üzerinde etkinliğini arttırma ihtiyacı hissedecektir.
ABD Başkanı Theodore Roosevelt’in “büyük sopa diplomasisinin” birkaç bileşeni olduğu biliniyor. Bunların en önemlisi, rakibinizin dikkatini çekecek ciddi askeri yeteneklere sahip olmak: asla blöf yapma, sadece sert vurmaya hazır olduğunda vur ve son olarak düşmanın yenilgide itibarını kurtarmasına izin ver.
Son bir yıllık süreçte İsrail açısından bakacak olursak, İsrail ilk üç ilkeyi eşgüdüm içinde taviz vermeden uyguladı. Sonuçları sahada net bir şekilde ortada.
İsrail şimdi o son adımı, “düşmanın yenilgide itibarını kurtarmasına izin ver” ilkesini uygulayacak mı? İsrail’i tanıyan herkes, bu ilkenin İsrail’in stratejik düşünce yapısında yeri olmadığını biliyor.
Hizbullah, Roosevelt’in ilkelerinden “asla blöf yapma, sadece sert vurmaya hazır olduğunda vur” ilkelerini uygulamada zaaf gösterince, buna istihbarat alanındaki zafiyetler de eklenince sonuç ortada.
Çatışmanın taraflarını teker teker analiz edersek ortaya oldukça karmaşık bir tablo çıkıyor.
İsrail son bir yıldır 7 Ekim’de Hamas saldırısıyla Gazze’de başlayan, Hizbullah ile Lübnan’da devam eden ve İran’ı da içine alan asimetrik bir savaşta uluslararası kamuoyunun, insan hakları ve savaş hukukuna tepkilerine aldırmadan, özellikle ABD desteğiyle yoluna devam ediyor. Planladığı hedeflerin de ötesine geçti ve şimdilik kazanan taraf olarak, daha fazla kazanım isteyecektir.
İsrail açısından ilk akla gelen seçenek, Hizbullah kendini toparlamadan Lübnan’ın güneyine -nitekim başlattıkları- askeri harekatla, 30-40 km derinliğinde ilerlemek, BM Güvenlik Konseyi’nin 2006’da aldığı 1701 sayılı (Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını da öngören) kararını da referans alarak istediklerini alıncaya kadar Güney Lübnan’da kalmak olacaktır.
İsrail Güney Lübnan’da alt yapıyı da hedef alacaktır. Elektrik santralleri, yollar, iletişim kanalları, okullar, sağlık kuruluşları, su kaynakları, aklınıza ne gelirse bu alanda yaşam belirtisi bırakmaması beklenebilir. Hizbullah unsurları kuzeye, Sayda’ya göç etmek zorunda bırakılabilir.
İsrail Hükümeti, bir daha asla 7 Ekim’le karşılaşmak istemiyor. Hamas’ınkine benzer bir tehdidin Hizbullah tarafından Lübnan’dan gelmesini de istemiyor; bir süre ayrılmayacaktır.
Hizbullah gibi devlet dışı bir aktör için yolun sonuna gelindiğini söylemek için daha çok erken. Hizbullah için yakın gelecekteki en önemli tehlike örgütün liderlik mücadelesi süreci olacaktır. Orta doğunun insan yapısı da buna müsait. Uzağa değil Suriye’ye bakın. İç savaşın ilk yıllarında bir çavuş bile sekiz on askeri bir araya getirip Beşar Esad rejimine meydan okudu, komutan diye sahaya çıktı.
Hizbullah en kısa sürede, herhangi bir tartışmaya neden olmadan liderini seçmeli. Aslında Nasrallah sonrası için daha önceden bazı isimlerin belirlendiği biliniyor. Bu aşamada İran DMO’nun inisiyatifi ele alması kuvvetle muhtemel. MOSSAD tarafından haberleşme yeteneği elinden alınmış sağır ve kör bir halde bırakılmış, art arda darbe yiyen, Hizbullah’ın bu süreçte stratejik konularda doğrudan aksiyon alması hatalara da neden olabilecektir.
Hizbullah içinde yaşanabilecek bir liderlik sorunu ve örgüt içinde olası çatışma riski, ilk olarak Hizbullah’ın silah envanterinde yer alan füze ve diğer silah sistemlerinin güvenliği konusunu da gündeme getirebilecektir.
İran, 1979 İslam devriminden itibaren, İsrail ve çıkarlarına karşı Irak, Suriye, Filistin, Lübnan, Sudan ve Yemen’de siyasi ve askeri nüfuzunu arttırdı. Doğrudan çatışmadan uzak durarak rejimi korumaya, Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan gibi tampon bölgelerde, vekilleri üzerinden savaş esasında bir strateji benimsedi.
Orta Doğu’da yaşanmakta olan son gelişmeler ile birlikte tarih, coğrafya, teoloji ve asırlarca süren uygarlıkların, inanç sistemlerinin genetik şifrelerinin ne kadar önemli olduğu bir kez daha kanıtlandı. ABD’nin 300 yıllık tarihi geçmişi, Orta Doğu jeopolitiğinde yetersiz kaldı.
Pers İmparatorluğu’nun genetik şifreleri sağlam. İran, zengin tarih ve kültürel birikimi, devlet aklı, geleneği ve birikimi ile güçlü bir ülke. Ancak İran rejiminin teokratik yapısı elbette bölgesel ve küresel güçler için endişe kaynağı. İran’da liderlerdeki vizyon eksikliği, çağ dışında kalan düşünce yapıları, yeni gelişmelere kapalı olmak, güncel, politik uygulama alanında yetersizliklerin sonucu ortada.
İran’ın son dönemde, ABD ve İsrail kaynaklı olduğu değerlendirilen birçok suikast sonrasında verdiği tepkinin şekli, etkileri ve sonuçları tartışılıyor. İran’ın İsrail ve ABD kaynaklı suikast eylemlerine verdiği refleksin, ülkenin caydırıcı gücü, askeri ve siyasi nüfuzu ile orantılı olmadığını gördük. Bu Orta Doğu jeopolitiğinde kabul edilebilir bir durum da değil. İran, taktiksel başarı veya başarısızlığı göz ardı ederek, “stratejik başarıyı” hedeflemiş olabilir mi?
Görmek gerekir ki Lübnan halkının Hizbullah ve çevre örgütleri dışında kalan kabaca yüzde 60’ı 28 Eylül sabahı rahat bir nefes aldı. Hizbullah’ın içinden doğduğu, Hizbullah tabanından farklı olarak seküler yapıda, daha eğitimli, gelir düzeyi yüksek tabana sahip Şii Emel Örgütü taraftarları da timsah gözyaşları döküyor olmalılar.
27 Eylül’de sadece Hizbullah değil Lübnan’da Hizbullah’ın liderliğini yaptığı, 8 Mart bloğu olarak adlandırılan Suriye yanlısı siyasi partiler, son Cumhurbaşkanı Mişel Aun’un kurduğu, damadı Gibran Basil’in lideri olduğu Hristiyan Hür Vatanperverler Hareketi, Suriye yanlısı Süleyman Franjiye’nin partisi Marada Hareketi, marjinal konumdaki Ermeni ve Dürzi partileri şaşkın ve üzgün olmalı.
Hristiyan partilerden Ketaib Partisi ve “Hekim” Semir Caca’nın lideri olduğu Lübnanlı Kuvvetler/Falanjistler, Dürzi lider Velid Cumblat’ın kurduğu, oğlu Teymur Canbolat’ın lideri olduğu İlerici Sosyalist Parti, Saad Hariri’nin Sünni Müslüman halk tabanına hitap eden Müstakbel hareketi, kısaca 12 Mart Bloğu da içlerinden sevinç çığlığı atıyor olmalılar.
Lübnan, bünyesinde 18 ayrı etnik, dini, mezhebi barındıran, çok parçalı bir yapıya sahip. Lübnan ayrıca iç savaşın da temel nedeni olan 12 ayrı Filistin kampına ve Suriyeli mültecilere ev sahipliği yapan, demografik yapının Sünni ve özellikle Şii Müslümanlar lehine hızla değiştiği altı milyonluk bir ülke. Hristiyan nüfusun büyük kısmı Fransa başta olmak üzere yurt dışında.
İsrail Devleti’nin 1948’de kuruluşundan sonra Filistin meselesi Lübnan’ın istikrar ve güvenliğine karşı sürekli tehdit oluşturdu. Bir ara Lübnan nüfusunun yüzde 35’nin Filistinli olduğu bir süreç yaşandı. Bugün için Suriye ve Filistinli Sünni mültecilerin genel nüfusa oranının yüzde 25 olduğu ifade ediliyor.
Lübnan iç savaşı, Falanjistlerin Beyrut’ta Filistinli mültecilere yönelik saldırısı ile başladı, 1975-1990 yılları arasında 200 bin kişinin ölümüne neden oldu. Bugün Lübnan halkı Gazze’de bir yıl önce başlayan çatışmalar sonrası gelişen süreçte çaresizce İsrail’in saldırganlığının durulmasını bekliyor.
Nasrallah suikastından birkaç hafta önce, Lübnan’da 2022 Mayıs seçimlerinde en büyük Hristiyan parti olarak parlamentoya giren Lübnanlı Kuvvetlerin lideri Semir Caca’dan İsrail’e karşı siyasi bir hamle gelmişti.
Falanjist lider Caca, İsrail’in 1982 yılında Beyrut’u kuşatması esnasında Sabra ve Şatilla Filistin kamplarında yapılan katliamın baş aktörü. Ancak son milletvekili seçimleriyle artan gücüne, nüfusun yüzde 30 kadarını oluşturan ama liderlik krizindeki Sünnileri de katmak istiyor. Suudi Arabistan Lübnan’daki Sünnilere desteğini kesti. Saad Hariri ise Lübnan siyasetine küstü, BAE ve Fransa’da yaşıyor.
Lübnan’da Nasrallah sonrasında rahat bir nefes alan ve yakın gelecekte siyasi alanda yeni pozisyon alacağını düşünenler, kısa dönemde kazançlı gibi görünseler de uzun vadede tüm Lübnan halkı kaybetti. İsrail Lübnan arasındaki mevcut ateşkes süreci, artık İsrail’in başat rol oynayacağı, Lübnan tarafına her bir maddeyi kolaylıkla dikte ettireceği bir konjonktüre evriliyor.
Başkenti Doğu Kudüs olan, 1967 sınırlarında, bağımsız bir Filistin Devleti’nin kuruluşu, Kudüs’te Mescid-i Aksa’da namaz kılma konusu onlarca yıl sonraki başka bir bahara kaldı.
İsrail’in Güney Lübnan’a kapsamlı kara harekatı başlatması halinde, Sayda’daki Ayn El Hilve Filistin mülteci kampı önem taşıyacak. Kamp, Lübnan’daki en büyük Filistin kampı. Birleşmiş Milletler kayıtlarına göre Suriye iç savaşı ile birlikte nüfusu 80 binden 120 bine çıktı.
Gazze’ye gelecek olursak, İsrail Gazze’deki şiddet harekâtına devam edecektir. İsrail’in Hizbullah’a vurduğu darbelerle Hamas’ın işi daha da zora girdi. Ramallah’ta meşruiyetini erimekte olan Filistin Hükümeti ise olaylara seyirci kalarak konumu koruyabileceğini sanma siyasetine devam edecektir.
Kısaca, Filistin halkı 2024 ve sonrası konjonktürde yine kaybeden tarafta, bir yerden başka bir yere göçer halde, acılarla yüzleşerek hayatını idame ettirmeye çalışacaktır. Buradaki kritik durum, Filistin’de yetim ve öksüz kalan, Gazze’deki katliam ile çocuk yaşta tanışan bugünün çocuk ve gençleri gelecekte “cihat ve şehadet” sloganları atarak, selefi-tekfiri yapıların, Filistinli örgütlerin, Hizbullah’ın kapısında sıraya girecek olmalarıdır.
Suriye’de Hizbullah algısı, Suriye iç savaşı ile birlikte başka bir yöne evrildi. Suriye Baas Partisi ve Beşar Esad’ın İran’a bakışı ile Hizbullah’a bakışı arasında farklılıklar göze çarpıyor. İran, Suriye’de kalıcı olmak istiyor. Hizbullah ise Suriye’nin kuzey batısında, selefi-tekfiri gruplarla ile mücadele konusunda etkili olmuştu.
Suriye, Gazze sürecinde, İsrail’in muhtelif hava saldırılarına rağmen, İsrail’e karşı soğukkanlı bir duruş sergiledi. Suriye’nin bu duruşuna Rusya’da destek verdi. Rusya bir adım daha ileri giderek, İran ve Hizbullah’ın Filistinli gruplar ile birlikte, Suriye/İsrail sınırında Golan tepelerinde bir oldubittiye, yeni bir cephenin açılmasına izin vermedi. Ancak Suriye, Lübnan’dan sonra sıranın kendisine de geleceğini hiçbir zaman göz ardı etmedi. Bu risk bugün için daha yüksek.
Hasan Nasrallah suikasti sonrasında Hizbullah yeni liderini seçip, güç tazeleme sürecine girene kadar, Filistin, Irak ve Yemen’deki vekil unsurlar, Hizbullah’ın hala sahada olan unsurları ile birlikte, İsrail’e yönelik ateş gücünü koruyacaklardır.
Türkiye, bölgenin önemli aktörlerinden. Gazze’de yaşanan süreçte tarafsızlığını koruma çabasına girmedi; sert bir İsrail karşıtlığının yanı sıra Hamas’ın Filistin halkının özgürlüğü için mücadelesi yanında saf tutmuş durumda. Türkiye, Batılı müttefiklerinin aksine Hamas’ı özgürlük savaşçısı bir direniş örgütü olarak kabul ediyor.
İsrail’in tecavüzkar tutumu, İsrail’in etkisiyle Lübnan ve devamında Suriye’deki gelişmeler Türkiye’yi yakından etkileyecektir.
Türkiye’nin Hizbullah ile ilişkisinin de çok sıcak olmadığı bilinen hususlardan. Türkiye’nin İran ile ilişkilerindeki iniş çıkışlar Hizbullah ile ilişkilerine doğrudan etki yapıyor. Özellikle Suriye iç savaşında İdlib bölgesinde Türkiye ve Hizbullah karşı karşıya da geldiler. Hizbullah geri çekilmek zorunda kaldı.
Orta Doğu jeopolitiğinde yaşanan gelişmelerin Türkiye’ye etkilerini, ABD/NATO ve Rusya, İran, Suriye, Çin, K.Kore, perspektifinden, ABD’nin Ege, Güney Kıbrıs ve Suriye’de aldığı pozisyonlar çerçevesinde ayrıca irdelemek daha sağlıklı olacaktır.
Mehmet Öğütçü ve Rainer Geiger Ortadoğu, yıllardır süregelen siyasi istikrarsızlık ve ekonomik çalkantıların izlerini taşıyan…
Yeni yıla girmemize sayılı gün kala, Milli Eğitim Bakanlığı sayesinde çocuklarımızı ve gençlerimizi maazallah kazara…
ABD ordusu bir kez daha Donald Trump’a Suriye resti çekiyor. Başkanlık görevini 20 Ocak’ta devralacak…
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, ABD'nin Gazprombank için uyguladığı yaptırımlardan Türkiye'yi muaf tutacağını…
Milli Savunma Bakanlığı (MSB) ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller'ın Suriye'de Türkiye destekli Suriye Milli…
Esad gitti ama bence Suriye için en çetin meydan okuma yeni başlıyor. İsrail, ülkenin tüm…