“Arap Baharı” başladığında baskı altındaki Arap ülkelerinde demokrasi benzeri bir rejimin ortaya çıkabileceği umudu yeşermişti. Öyle olmadı, olmaması da şaşırtıcı değil. Çünkü, demokrasi sadece seçim yapmaktan ibaret değil. Demokrasinin temelinde kurumlar, denge-denetleme mekanizmaları, özgür basın ve sivil toplum, siyasal kültür gibi ön şartlar var. Bu şartlar bir gecede ortaya çıkmıyor.
Olan, otoriter rejimlerle yönetilen ülkelerde iktidar değişiminden ibaret kaldı.
“Arap Baharı” ülkelerinin neredeyse tamamı bu süreçte karanlık bir tünelden çıkıp, bir başkasına girdiler. ‘Arap Baharı’ adıyla nitelenen bu büyük alt-üst oluşun arka planında hesap vermezliğe ve keyfi yönetime dayalı cezasızlık kültürüne, toplumsal adaletsizliklere, mezhep ve etnik grup kayırmacılığa yaslanan otoriter-güvenlikçi devlet yapısına karşı biriken tepki patlaması vardı. Saydığım bu yapılar el değiştiren rejimler altında hala yaşıyorlar. Bölgesel barış ve istikrarın korunması, göç dalgalarının önlenmesi, enerji güvenliğinin sağlanması kaygıları bu ‘yeni güvenlikçi devlet’ anlayışını dünya ülkeleri nezdinde kabul edilir hale getiriyor.
Tunus, Libya, Mısır ve Yemen tamamen; Cezayir, Fas, Bahreyn, Ürdün ile Suudi Arabistan kısmen ‘Arap Baharı’ndan etkilendiler. En kötüsü Suriye’de yaşandı. Şam’ın güneyindeki Deraa kasabasında başlayan basit bir protesto hızla büyüdü ve yayıldı. 1976 ve 1982’de ülkenin merkezindeki Hama-Humus ekseninde, kısmen Hatay’a komşu Cisr el-Şuğr ile Halep kırsalında yaşanan ve Hafız el-Esad’ın ağır silahlar kullanarak bastırdığı ‘Suriye Müslüman Kardeşleri’nin isyanları bu defa ülke geneline yayıldı.
Bölgesel ve küresel devlet aktörleri ile devlet dışı örgütlerin soruna müdahil olmaları uzun sürmedi. Sonuçta, aralıklarla 13 yılı aşkın süren, ABD’nin ve AB’nin yaptırımları altına giren karmaşa ve parçalanma sürecinde Suriye’nin Baas rejimi, ancak Rusya ve İran’ın askeri ve ekonomik desteğiyle ayakta kaldı.
Bir yandan 7 Ekim 2023’de Gazze’den İsrail’e yönelen saldırı dalgasına orantısız güç kullanımıyla karşılık veren İsrail’in Gazze’de Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı süpürmesiyle ve İran’a gözdağı vermesiyle, diğer taraftan Rusya’nın Ukrayna’daki savaşta giderek sıkışmasıyla ortaya çıkan yeni denklem Beşar el-Esad yönetimini destekten yoksun bıraktı. Bu etkenlere ABD’nin başkanlık devir-teslim ve geçiş dönemine girmesinin yarattığı ‘topal ördek’ ataletini de eklemeli. Oluşan kararsız dengenin beslediği güç boşluğundan yararlanan ve kuzey doğu Suriye’deki grupların başını çektiği askeri hareketlenme Şam’daki yönetimi sadece 11 gün içinde devirdi.
Şimdi güncel soru şu: Bir ‘demokrasi mucizesi’ beklemediğimize göre, Suriye ‘Arap Baharı’ sonrası istikrarsızlıktan kurtulamayan ülkelerle aynı kaderi mi paylaşacak, yoksa iyi-kötü öngörülebilir, halkının insan haklarına az-çok saygılı, refah içinde olmasa da kendine yeterli ve istikrarlı bir ülke mi olacak?
Bugüne kadarki deneyimler Suriye’nin gelecekteki patikasının zor olacağına işaret ediyor: Suriye’de farklı etnik yapılardan ve inançlardan gelen çok sayıda grup var; devlet ve devlet dışı aktörler de her fırsatı değerlendirip, müdahale yoluyla çıkarlarını dayatmaya çalışacaklar. Ortaya çıkabilecek gelişmelerin Türkiye üzerindeki etkileri güvenlik, ekonomik ve toplumsal dengeler başta olmak üzere çok yönlü ve boyutlu olacaktır. Diğer ülkeler gibi Türkiye de çıkarlarını önceleyen bir angajman politikası izleyecektir. Bu angajmanın iş birliğine dönüşüp dönüşmediğini zamanla göreceğiz. Öyleyse, bu süreçte yaşananları dikkatle ve serinkanlı değerlendirmemiz önem taşıyor.
Suriye’de neler oldu, önümüzdeki dönemde neler olabilir?
Son haftalarda neler yaşandığının yorumu çokça yapıldı. Bunları tekrarlamak anlamlı olmayabilir. Bu yazıda Suriye’de yaşanan olayların sonuçlarına ilişkin tahminleri kısa soru-cevap formatında paylaşmak istiyorum.
Kuzeydoğu Suriye’den başlayan askeri harekatın planlamasının en az birkaç ay gerektirdiğini biliyoruz. Zamanlamanın Hizbullah’ın zayıflamasıyla denk düşmesi rastlantı değil. Rusya’nın, PYD/YPG’nin ve hatta İsrail’in iki ay öncesinden harekattan haberdar oldukları yolunda yorum ve açıklamalar yapıldı. Ancak, Beşar el-Esad dahil ilgili tüm tarafların askeri hareketlenmenin bu denli kısa süre içinde rejimi devirebilecek boyuta evrilmesini beklemedikleri, belki Halep ve civarının el değiştirmesiyle sınırlı kalabileceğini düşündükleri anlaşılıyor. Türkiye’nin bu gelişmelerdeki belirleyici rolünü ölçümleyebiliyoruz. Yapılan resmi açıklamalar da bu durumu teyit ediyor.
Pek çok taraf arasında, öncelikle İsrail. İsrail, henüz pazarlık masası kurulmamışken hızlı davranarak ve masraf yapmadan hissesine düşeni tahsil yoluna gitti. Golan tepelerinde BM denetimi altındaki tampon bölgeyi ve bölgenin en yüksek rakımlı Cebel-i Şeyh (Hermon dağı) mevkisini işgal etti, Şam’a mücavir alana sokuldu. Daha önemlisi, Suriye’nin tüm askeri altyapısını günler içinde imha etti. Suriye’nin neredeyse tüm savaş uçakları, hava savunma sistemi, deniz gemileri ve cephane depoları ortadan kaldırıldı. İsrail makamları bu eylemi “hava kuvvetlerinin son 50 yıldaki en kapsamlı harekatı” şeklinde nitelediler. Şam’daki nüfus ve tapu müdürlükleri gibi seçili hedefler de bombalanarak imha edildi. Dolayısıyla, Suriye’nin yakın gelecekte İsrail’e tehdit oluşturabilecek kapasitesi kalmadı. İsrail hava kuvvetleri ve hava savunma sistemleri mücavir alanda rakipsiz konuma yükseldi. Bu, yeterli bir kazanımdır.
Türkiye ile Katar kuşkusuz bu aşamada kazançlı çıkanlar arasında görünüyor. Suriye içindeki Sünni-Arap muhalif gruplar için de aynı yorum yapılabilir. Kürt azınlık bakımından bir kazanım olup olmadığını zamanla elde edebilecekleri statü gösterecek.
İsrail’in amacı, güney Lübnan’da oluşturmak istediği gibi, Lübnan ile Suriye hudut hattının güney kesiminde bir tampon bölge oluşturmak, geçişleri durdurmak, Hizbullah ile Suriye’deki Şii-Alevi gruplar arasındaki irtibatı kesmek. İsrail, Suriye topraklarının kayda değer bölümünü uzun süreli işgali altında tutamaz. Bunun siyasi maliyeti yüksek olur. İsrail, nihai planlarını uygulamaya geçirmek için Trump yönetimini bekliyor. Dolayısıyla, bir geçiş dönemindeyiz. Bu planlar arasında, mümkün olursa Batı Şeria’nın ve Gazze’nin tamamen veya kısmen ilhakı, Kudüs’ün başkent statüsünün tanınması, iki devletli çözümün terk edilmesi, bugün ulaşılan sınırlar içinde Golan tepelerinin tamamının ilhakı var.
Kısa cevap, İran olabilir. Düşünülenin aksine, Rusya kaybedenler arasında olmayabilir. Rusya’nın yeni Suriye’deki konumunun ne olacağını görmemiz gerekiyor. İran, Lübnan’la kara bağlantısını sağlayan Suriye’de denetimi kaybetti. Bunun etkisi Hizbullah’ın zayıflamasıyla ortaya çıkacak. Rusya’nın durumu farklı. Tartus’taki deniz, Hmeymim’deki hava üslerini koruyabilirse, kuzey Afrika ve Sahel bölgelerindeki askeri operasyonlarını sürdürür, bu mümkün.
Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) doğrudan Rusya’yı karşısına alamaz. Böyle bir amacı olduğu sanılmıyor. Rusya, BM Güvenlik Konseyi (BMGK) üyesi. HTŞ, BMGK tarafından “terör örgütü” olarak tanımlanmış (2249 ve 2254 sayılı kararlar) bir oluşum. Bu nitelemenin kaldırılması halinde HTŞ üzerindeki yaptırımlar sona erebilir. Dolayısıyla, HTŞ BMGK daimi üyeleriyle iyi geçinmek zorunda.
HTŞ bünyesinde Doğu Türkistan’lı grupların, Çeçenlerin, Fransız ve İngiliz vatandaşı militanların olduğunu unutmayalım. HTŞ bu grup ve kişileri bünyesinden tasfiye edemezse, daha önce yaptığı gibi adını şeklen değiştirse bile, BMGK’nın “terör örgütü” kararı değişmez.
ABD tarafından aranan ve başına 10 milyon Dolar ödül konan el-Golani muhatap olarak kabul edilecek mi?
Suriye’de 8 Aralıktan itibaren yönetimi ele geçiren HTŞ, BMGK kararı çerçevesinde Türkiye dahil dünyanın tüm ülkeleri tarafından terör örgütü olarak tanınıyor. Bu örgütün lideri konumundaki Ahmed Hüseyin el-Şara (takma adı, ailesinin Golanlı kökeni nedeniyle Ebu Muhammed el-Golani) ‘Irak el-Kaidesi’, İŞİD/DEAŞ ve bizzat kurduğu ‘Nusra Cephesi’ bünyesindeki eylemleriyle biliniyor.
Golani Irak’ta ABD askeri cezaevinde üç yıl hapis yattı. ABD tarafından başına 10 milyon Dolar konmuş durumda. HTŞ’ni sadece Arap gruplardan oluşmadığını, Suriyeli olmayan ve ülkeye yabancı unsurları barındırdığını eklemeliyiz.
El-Golani, bugünlerde Batılı ve Türk basın mensuplarına verdiği mülakatlarla HTŞ’nin aşırılıktan vazgeçmiş bir örgüt olduğu mesajını tekrarlıyor. Bu ikna girişiminin başarılı olup olmayacağını süreç içinde ortaya çıkacak somut gelişmelerle göreceğiz. Bu aşamada, ilgili tüm tarafların ve devlet aktörlerinin hızlı bir kararla fiili durumu kabul ettiklerini, angajman politikası izleyeceklerini, nihai pozisyonlarını açıklamadan önce taktik amaçlı bekle-gör yaklaşımını benimseyeceklerini söylemek mümkün.
PYD/YPG Suriye’deki kazanımlarını kısmen koruyor. Fırat’ın batısında taktik amaçlı işgal ettiği bölgelerden çekilmeye zorlansa da, ABD’nin desteğiyle kuzey doğu Suriye’de varlığını sürdürüyor. An itibariyle, Suriyeli Kürtlerin nüfusuyla orantısız bir alanı, petrol ve hububat alanlarını kontrol ediyor. ABD’nin içinde PYD/YPG’yi de barındıran SDG’ye desteğini sürdürmesi beklenebilir. Başka deyişle, ABD görünen gelecekte Suriye’de kalıcı olabilir.
Suriye’deki Kürtler için stratejik hedef, kontrol edecekleri alandan ziyade, kalıcı şekilde kazanabilecekleri nihai statü meselesiyle bağlantılı. Bu aslında Suriye’nin gelecekte yazılacak yeni anayasasıyla, yönetim şekliyle de ilgili. Irak’ta olduğu gibi, özerk ve federatif bir ülke modeli ortaya çıkarsa, YPG/PYD stratejik hedefine ulaşır.
HTŞ, İdlib çatışmasızlık bölgesinde kurduğu yerel yönetimi Şam’da geçici hükümet olarak ilan etti. 1 Mart’a kadar 3 aylık süreyle anayasa ve parlamento askıya alındı. Yeni yönetimde, ‘ılımlı muhalif gruplardan’, Türkiye’nin desteklediği Suriye Milli Ordusu (SMO) tabanından, ülkedeki diğer etnik, dini ve mezhebi kesimlerden (Arap aşiretleri, Kürtler, Türkmenler, Dürziler, Şiiler, Aleviler, Hristiyanlar) temsilci yok. El-Esad hükümetinde dahi farklı kesimlerin temsilcileri vardı. HTŞ kapsayıcı, geniş tabanlı, katılımcı, paylaşıma ve temsile dayalı bir yönetime doğru ilerlemek zorunda. Aksi durumda anlaşmazlık, muhalefet ve çatışma kaçınılmaz hale gelebilir. Irak ve Afganistan’da yaşanan deneyimlerden hareketle, bunun olası sonuçlarını şu anda öngörmek zor.
Suriye’nin bölünmesinin önüne geçebilecek, siyasi ve toprak bütünlüğünü sağlayabilecek bir formül Irak’ta olduğu gibi farklılıkları ve kimlikleri tanıyarak statü veren federasyona dayalı bir çözüm olabilir. Kuşkusuz bölünme ve parçalanma, üreteceği derin istikrarsızlık ve riskler nedeniyle, İsrail haricinde komşu ülkeler veya küresel devlet aktörleri tarafından istenen bir sonuç değildir. Önümüzde belirsiz ve riskli bir süreç var. Bunun yönetimi sağduyu, bölgesel ve uluslararası işbirliği gerektiriyor.
Kısa cevap, ‘hayır, hemen değil’ olabilir. Mültecilerin kendi ülkelerine dönme oranı dünya ortalamasında yüzde 3’ü geçmiyor. Göç edilen ülkelerdeki kalış süresi uzadıkça dönüş ihtimali ve oranı da azalıyor. Suriyelilerin önemli bir bölümünün aileleriyle Türkiye’de yeni bir hayat kurduklarını ve dönme niyetlerinin olmadığını unutmayalım. Sıcak gelişmelerin anlık kararları tetiklemesi düşük bir ihtimal. Suriye’de henüz kalıcı ateşkes, nihai siyasi sistem kurulmadı. Gerçekçi bakılırsa, Suriye’nin yeniden imarı da çok uzun zaman alacak.
Türkiye’de hükümetin Suriyelilerin dönüşüne imkan veren şartların oluştuğu söylemini benimsemesini beklemek mümkün. Ancak, Suriyelilerin bir ‘siyasi malzeme’ imkanı sağladığını, ucuz ve kayıt dışı işgücü kaynağı olduğunu, AB’yle ilişkilerde denklemin parçası haline geldiklerini, dolayısıyla bir araç haline geldiklerini dikkate almamızda yarar var.
Mevcut durum, Türkiye için hem imkanlar hem sınamalar içeriyor. Siyasi geçiş sürecinde Türkiye’ye önemli görevler düşecek. Sürecin, tüm taraflarla iş birliğine açık, yapıcı ve kapsayıcı şekilde sürdürülmesi elzem. Birleşmiş Milletler’in desteği şart. Katar’da kabul edilen Bildiri, BMGK’nın 2254 sayılı kararındaki ilkeler, yapılabilecek diğer uluslararası toplantılarda alınacak kararlar yol gösterici olacak. Suriye’deki yeni yönetimin kapsayıcı ve temsili katılıma dayalı olması inandırıcılığına ve meşruiyetine yardımcı olur.
İnsan ve azınlık haklarına saygının, basın özgürlüğünün, çağdaş kurumsal bir yapının tasarlanması ve güvence altına alınması vazgeçilmez bir şart olarak önümüzde duruyor.
Ülkede güvenliğin tesisi, silahlı grupların terhisi, topluma yeniden katılmalarının sağlanması, ulusal ordu ve polisin kurulması, adalet ve anayasa reformu yapılması gerekiyor. Türkiye bu sürecin her aşamasında yapıcı katkı sağlayabilir. Ancak, Türkiye bu sürecin tamamını sahiplenerek, yükü üstlenemez. Kapsayıcı bir uluslararası dayanışma ve iş birliği gerekiyor. Suriye ölçeğinde bir ülkede bunu yapabilecek insani ve maddi kaynağa, iradeye tek başına sahip olan başka bir ülke de yok.
Asgari ücret yine gündemimizde. Bu kez temel tartışma konusu asgari ücret ve enflasyon ilişkisi. Asgari…
Suriye’de gelişmeler baş döndürücü bir hız kazandı. Beşar Esad’ın 7 Aralık akşamı Moskova’ya kaçmasından yalnızca…
CHP’nin önceki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendi dönemindeki Suriye politikası nedeniyle yeniden gündemde. Cumhurbaşkanı Tayyip…
Suriye'de Esad rejimini deviren harekatın hazırlığının bir yıldan fazla bir süredir yapıldığı, Türkiye’nin, ABD’nin ve…
Diplomat, işadamı ve seyyah olarak tam 135 ülkeye seyahat ettim. Bir kısmında görev yaptım, yaşadım;…
HTŞ lideri Ahmed el Şara (El Colani, ya da Golani) 12 Aralık’ta takım elbisesiyle direksiyona…