

Türler tükendikçe biyoçeşitlilik azalıyor, doğanın dengesi hızla değişiyor. İnsan-merkezli kalkınma anlayışıyla bindiğimiz dalı kesiyoruz. Amik Ovası balıkçıl kuşlardan Yılanboyun’un (Auhigan Rufa) yumurtlama alanıydı. Ova kurutulunca, 1962’den bu yana Türkiye’de görülmedi. Fotoğraf 2009’da Güney Afrika’da Matt Brady tarafından çekildi.
22 Mayıs Dünya Biyoçeşitlilik Günüydü. Akademik düzeyde etkinlikler düzenlendi, raporlar yayımlandı, bazıları sosyal medyada birkaç görsel paylaştı. Ancak türler yok olmaya devam ediyor. Geriye sessizce yitip giden türler, artık var olmayan habitatlar ve doğaya dair kayıtlara geçemeyen son sesler kalıyor.
İnsanlığın üretim ve tüketim hızıyla yarışamayan canlılar, artık neredeyse yalnızca akademik raporların, müze vitrinlerinin ya da belgesel arşivlerinin konusu. Altıncı yok oluş çağında yaşadığımız gerçeği, belki de hiçbir zaman bu kadar görünür olmamıştı. Ama asıl soru şurada duruyor: Türler neden yok oluyor ve biz bu yok oluşun neresindeyiz?
Göçmen güvercinden Altıncı Yok Oluşa
1914’ün 1 Eylül sabahı, Cincinnati Hayvanat Bahçesi’nde “Martha” isimli bir kuş öldü. Bu, yalnızca bir bireyin ölümü değil, bir türün dünya üzerinden silinişiydi. Martha, göçmen güvercin türünün son temsilcisiydi. Oysa bu kuşlar bir zamanlar Kuzey Amerika’nın gökyüzünü karartacak kadar kalabalıktı. Sayıları milyarları buluyordu. Koloniler hâlinde hareket eder, göç eder, ürer, yaşarlardı. Avrupa’dan gelen ilk yerleşimciler bu kuş sürülerinin büyüklüğü karşısında hayrete düşmüş, “gökyüzü günlerce kararıyor” demişlerdi.
Ama insan, hayran kaldığını uzun süre koruyamaz. Avcılık, habitat kaybı, sanayiye açılan ormanlar… Yalnızca kırk yıl içinde o devasa sürüler dağılmış, geriye sadece bir çift kalmıştı: Martha ve George. George öldü. Sonra Martha da. Ve tür bitti.
Tarihte türlerin yok oluşunu tam olarak tarihlendirebildiğimiz nadir anlardan biridir Martha’nın ölümü. Genellikle bir türün ne zaman kaybolduğunu bilemeyiz. Dodo kuşunun sonunun 1662 civarında geldiği düşünülür, ama kesin değildir. Bir tür peguen Büyük alk 1844’te son kez görüldü, ama son bireyin ne zaman öldüğü meçhuldür. Fildişi gagalı ağaçkakan ise 1969’dan beri görülmedi, ama hâlâ “belki vardır” diyenler çıkar.
Sonuncuların sessizliği
Ve belki de bu belirsizliktir bizi rahatlatan. Geri dönüp bakmamak için bahanemiz olur. Oysa Martha’nın ölümü tarihe kazılıdır. Gözümüzün önünde olmuş, arşivlenmiş, sergilenmiştir. Ve buna rağmen unutulmuştur.
Tıpkı Ezop’un masallarında olduğu gibi.
Ezop’un bir fablında, kırlangıç diğer kuşları uyarır. İnsanların ökseotu ile tuzak kurduğunu söyler. Kuşlar aldırmaz. Kırlangıç, yaklaşan tehlikeyi anlatmaya çalışır ama sesi duyulmaz. En sonunda, onu anlayan tek tür —insan— kırlangıcın zekâsına değer verir ama yine de onu öldürür. Merhamet gösterilmiş gibi yapar, ama tüketir. Ezop’un masalı yalnızca bir ahlaki ders değildir; günümüzün biyoçeşitlilik krizinin erken bir alegorisidir.
Türkiye’de sulak alanların tükenişi
Türkiye’de de bazı kuşlar bu sessizliğe karıştı.
Yılanboyun, bir zamanlar Amik Gölü ve çevresindeki sulak alanlarda yaşardı. Zarif boynu ve sualtı avcılığıyla tanınan bu kuş, yağ bezleri olmadığından, her dalıştan sonra kanatlarını güneşe açarak kuruturdu. Yaşam alanı göller, bataklıklar, yavaş akan nehirlerdi. Suda avlanan bu kuşun en kuzeydeki yuvalama alanı Amik Gölü çevresiydi. Amik Gölü binlerce yıldır Anadolu’nun sulak alan kültürünü taşıyan bir coğrafyaydı. Ancak 1950’lerde “sıtma ile mücadele” ve “tarımsal verim” gerekçeleriyle kurutulmaya başlandı. Sonrasında, bu kurumuş gölün en derin yerine Hatay Havalimanı inşa edildi. Ve bu tür, yaşam alanlarının yok edilmesiyle birlikte kayboldu. 1960’lardan sonra Türkiye’de bir daha görülmedi. Sadece suskunluk kaldı geriye.
Yılanboyunun Türkiye’deki son gözlemi 1962 yılına ait. O gün bugündür sessiz.
Bu kayıp sadece bir kuşa değil; onunla birlikte bir coğrafyaya, bir yaşam döngüsüne, bir yerel hafızaya aittir. TEMA’nın açıklamasında denildiği gibi: “Doğa en iyisini bilir. Uyumlu olmayan proje, kötü bir projedir.”
Ekosistem çöküyor: inşaata devam
Bugün yaklaşık 1 milyon tür, insan faaliyetleri nedeniyle yok olma tehdidiyle karşı karşıya. IPBES’in 2019 raporuna göre, bu türlerin çoğu birkaç on yıl içinde yeryüzünden silinebilir. Bunu durduramazsak, yalnızca hayvanları değil, onları anlatan masalları, kültürleri, ekosistemleri ve geleceğimizi de yitiriyoruz.
Ekosistemler çöküyor. Okyanuslar asitleniyor. Arılar, yarasalar ve kuşlar gibi polinatörler azalıyor. Ve biz, daha çok üretmek, daha çok tüketmek, daha fazla inşa etmek adına türleri sessizce uğurluyoruz.
Altıncı Yok Oluş, yalnızca biyolojik değil, etik bir sınavdır.
Doğa için yas tutmak belki gerçekten güneşin altında yeni bir şeydir, Aldo Leopold’un dediği gibi. Ama artık yas tutmak da yetmez. Hatırlamak, anlatmak ve harekete geçmek zorundayız. Çünkü her kaybedilen tür, bir uyarıdır. Her “son birey”, bize dönük bir ayna.
Türler kaybolurken doğa değişiyor
Biyoçeşitlilik yalnızca geçmişin kaybı değil, geleceğin şekillenmesidir. Bu şekillenmeye yön verenlerden biri de deniz biyoloğu Ruth Gates’ti.
Gates, çocukken Jacques Cousteau’nun belgesellerine hayranlıkla bakarken denizlerin büyüsüne kapılmıştı. Yıllar sonra Hawai’de, ısınan ve asitlenen okyanuslarda hayatta kalabilecek süper mercanlar yetiştirmek için yola çıktı. Ona göre mesele şuydu: “Pek çok insan geçmişe dönmek istiyor. Ben ise geleceğe hazırlanıyorum. Çünkü artık doğa, bildiğimiz anlamda doğal olmayacak.”
Mercanlar öldükçe, sualtı ekosistemleri çöküyor, milyonlarca tür tehdit altına giriyor. Ama Gates, bu çöküşten kurtulan kolonilerin olduğunu fark etti. Belki de doğa içinde, doğanın evrimine yardım edebilecek bir bilim mümkündü.
Süper mercan projesi umut verici olduğu kadar ürkütücüydü: Doğayı korumak mı, yoksa doğayı yeniden mi kurmak?
Bugün doğa koruma bilimi, kendi içinde bölünmüş durumda. Bir yanda kalan vahşi alanları ellememeyi savunanlar var. Diğer yanda, Gates gibi araştırmacılar, “radikal müdahale olmadan her şeyi yitiririz” diyor.
Her iki bakış açısı da aynı soruyu doğuruyor:
İnsanın değiştirdiği bir dünyada, hâlâ “doğal” olandan söz edebilir miyiz?
Darwin’in görmezden geldiği
Darwin evrim kuramı, Lyell’in “bugün olan geçmişi açıklar” ilkesine dayanıyordu; yok oluşun da türlerin oluşumu gibi yavaş ve gözle görünmez olması gerektiğini varsayıyordu. Oysa büyük alk trajedisi, bu varsayıma doğrudan meydan okur. Kuzey Atlantik’in uçamayan bu zarif kuşu, binlerce yıl boyunca insanların kolay avı oldu; ama onun asıl çöküşü, 19. yüzyılda doğaya olan merakın, sömürgeci yayılmacılıkla birleştiği noktada başladı.
Büyük alk, avlanarak, tüyleri için öldürülerek, yakılarak ve koleksiyonlarda sergilenmek üzere “nadirlik değeriyle” meta hâline getirilerek yok edildi. Son bireyler 1844’te Eldey Adası’nda öldürüldü; yumurtalarıysa kırılmış, sergilenmeye değer bulunmamıştı.
Darwin’in Türlerin Kökeni’ni yayımladığı yıllarda, Avrupa’nın doğa bilimcileri arasında yok oluş—extinction—artık yalnızca fosil kayıtlarıyla değil, yaşayan hafızayla belgelenen bir gerçeklikti. Ne var ki Darwin, türler meselesinde büyük alkın sonunu ne kitaplarında andı ne de bu hızlı tükenişin, doğal seleksiyon kuramıyla yarattığı çelişkiyi açıkça tartıştı. Çünkü büyük alk, bir başka türün evrimsel başarısıyla değil, tek bir türün—insanın—kâr hırsı ve merakıyla silinmişti. Bu da Darwin’in o dönem için en radikal kabulü olan “insan da doğanın bir parçasıdır” düşüncesine yeni bir soru ekliyordu: Eğer insan yok oluşu bu denli hızlandırabiliyorsa, o hâlde biz gerçekten doğanın parçası mıyız, yoksa üstünde miyiz?
Bir yüzleşme gerekiyor
Dünya Biyoçeşitlilik Günü’nü takvimdeki bir gün değil bir yüzleşme çağrısı olmalı: Kaybettiğimizle, kaybetmek üzere olduklarımızla ve hâlâ koruyabileceklerimizle.
Göçmen güvercinden yılanboyuna, büyük alktan resifleri ayakta tutmaya çalışan süper mercanlara kadar türler birer birer yok oldukça bize aynı şeyi söylüyor: Biyolojik çeşitlilik yalnızca doğanın zenginliği değil; aynı zamanda kültürel bir hafıza, etik bir sorumluluk ve gezegenin geleceğinin güvencesidir.
Bu nedenle mesele sadece doğayı korumak değil, bir günü hatırlamak hiç değil, esasen bir gerçeği hatırlamak, insan merkezli kalkınma anlayışını sorgulamak ve doğayla kurduğumuz ilişkiyi yeniden tarif etmektir.
Son kuş uçmadan, bu defteri kapatmadan, geride kalan sessizliği anlamak için dönüp ne zaman bakacağız?