Enflasyonla mücadele programı beklentilerin gerisinde kalırken iki tatsız tahmin: ufukta seçim ekonomisi var ama yapısal reformlar yok. Arşiv fotoğrafında, soldan sağa, Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz ve Ticaret Bakanı Bolat program hakkında açıklamalarda bulunuyor.
Son aylarda yaşadığımız baş döndürücü gelişmeler Türkiye ekonomisi açısından şu iki noktayı ön plana çıkarıyor.
Birincisi, 19 Mart ve izleyen günlerde olan bitenler, önümüzdeki seçimin ne kadar yaşamsal addedildiğini gösteriyor. Hayat memat meselesi adeta. Dolayısıyla, mevcut (eksik) ekonomi programının ömrü büyük ihtimalle 2027’nin başlarında biter. O da o zamana kadar giderek artan şikâyetlere dayanabilirse. Yerine ‘seçim ekonomisi’ kod adlı yeni bir ekonomi programı gelir: Bol kredi, düşük faiz, cömert ücret artışları, artırılmayan enerji fiyatları falan…
İkincisi, böyle bir ortamda yapısal sorunlarını çözmeye yönelik adımların atılması söz konusu değil. Bırakın adım atılmasını, bunlara odaklanılıp tartıştırılması hayal ötesi. Oysa Türkiye’nin ekonomide yol ayrımında olduğunu gösteren o kadar çok emare var ki. Bunlardan oldukça kuvvetli biri geçenlerde açıklanan bir çalışmanın sonuçları sayesinde bir kez daha ortaya çıktı. TÜSİAD önemli bir makroekonomik endeks yayımlamaya başladı: ‘Maliyet bazlı rekabet gücü endeksi’.
Ara malı, enerji, iş gücü ve finansman maliyetleri başlığı altında toplanan dört ana kalemden oluşan endeks, 2022’nin başlarından bu yana rakiplerine kıyasla Türkiye’nin rekabet gücünde önemli bir azalma olduğuna işaret ediyor. Bu yılın ilk çeyreğinde bir yıl öncesinin aynı çeyreğine kıyasla rekabet gücümüzde yüzde 8,9 düşüş var. Bunun 3,2 puanı rakiplerimize kıyasla işgücü maliyetindeki artıştan kaynaklanıyor.
Ülkemizde çalışanların yarıya yakını asgari ücret alıyor. Ezici bir çoğunluk ise asgari ücretin biraz altında, asgari ücret düzeyinde ya da onun biraz üzerinde gelir elde ediyor. Oysa Türk-İş hesaplarına göre asgari ücret Haziran 2025’te dört kişilik ailenin açlık sınırının yüzde 84,6’sı, yoksulluk sınırının ise ancak yüzde 26’sı.
Yayımlanmaya başlanan endeksin bir de işgücü verimliliği dikkate alınarak hesaplanan biçimi var. Rakip ülkelerin işgücü verimliliği düzeyine kıyasla Türkiye’nin işgücü verimliliği artarsa maliyet bazlı endeksle ölçülen rekabet kaybının bir kısmının geri alınması mümkün olur. Tersi durumda daha fazla rekabet kaybı yaşanır. 2015-2025 döneminde verimlilik ters yönde çalışmış.
Rakiplere kıyasla verimliliğimiz kötüleşmiş ve rekabet gücümüzü biraz daha aşağıya çekmiş.
Kıssadan hisse şu: Türkiye artık bir yol ayrımında. Belirgin biçimde verimliliğini artırmadan gidebileceği yer, açlık sınırının altında asgari ücret veren bir ülke olmaktan öte değil. Verimlilik ise ‘art’ denilince ya da yeni bir itirafçının “verimlilik artırıcı yöntemlerin aslında bilindiğini ama malum çevrelerin/belediyelerin/partilerin bunların açıklanmasını ve uygulanmasını engellediğini” ifşa etmesi ile artmıyor. Çok güçlü bir sanayi politikası gerektiriyor.
Az önce belirttiğim ikinci nedenle, Türkiye’nin ne yazık ki bu tür bir yapısal reforma odaklanması mümkün görünmüyor. Görünmüyor ama yine Polyannacılık oynamaya yelteneyim. Başka mecralarda defalarca yazdığım ve söylediğim Türk ekonomisi için çözüm önerilerimi buraya da taşıyayım. Önce üç saptama yapalım.
Birinci saptama: Büyük çoğunluğun açlık sınırının altında gelir elde ettiği bir ülkede yaşayanların mutlu bireyler olması mümkün değil. Böyle gelişmiş bir ülke olamaz Türkiye. Daha yüksek ücret verebilen bir ülke haline dönüşmemiz gerekiyor.
İkinci saptama: Temeldeki sorunlar (yüksek ithal girdi kullanımı, yoğun döviz cinsinden borçlanma ve verimsizlik) en azından hafifletilmedikçe, bir de istikrarı bozan programlara ses çıkarmayı zorlaştıran/korkulan yargı sistemi düzeltilmedikçe, Türkiye’nin her daim istikrar arayışında olması kaçınılmazlaşıyor. Çok değersiz lira-çok düşük reel faiz uç noktası ile değerli lira-çok yüksek reel faiz uç noktası arasında gidip geliyoruz.
Üçüncü saptama: Talep edilmesi gereken daha yüksek kur ve düşük ücret değil. Mevcut yapının değiştirilmesine yönelik kapsamlı bir program. Yapının düzeltilmesi bir çırpıda olacak iş değil elbette. Uzun zaman gerektiriyor. Bu süre boyunca yeni/yeniden istikrar programı gereksinimlerinin ortaya çıkmasını önleyecek sağduyulu ekonomi programları talep etmek, yani makroekonomik istikrarı gözümüz gibi sakınmak gerekiyor.
Birincisi: Siyaset gölge etmedikçe, istikrar sorunun çözümü kolay. Neler yapılacağı belli: Türkiye’nin önemli deneyimleri var. Ama koşul da ağır: ‘Siyaset gölge etmedikçe’.
İkincisi: Daha adil ve hızlı çalışan bir yargı düzeni kurmak zor olmasa gerek. Bu sorunun çözümü üzerinde kafa yoran çok sayıda hukukçu ve sivil toplum kuruluşu var. Zor değil ama hayalci.
Üçüncüsü: Döviz cinsinden aşırı borçlanma, özellikle döviz gelirine kıyasla döviz cinsi borçların artması, BDDK’nın ve TCMB’nin makro ihtiyati düzenlemeleriyle önlenebilir. Döviz cinsinden borçlanma ihtiyacını tetikleyen temel unsur ise -yüksek lira cinsi faiz ve değerli kur- zaten istikrar sağlandıkça ortadan kalkar. Bu da bizi ‘birinci çözüm’e ilişkin koşula tekrar götürüyor.
Dördüncüsü: Verimlilik sorununu hafifletmek kolay değil. Sanayi Bakanlığı ile organize sanayi bölgelerinin birlikte ‘model fabrika’ uygulaması var. Ayrıntısı ilgili kurumların internet sayfalarından bulunabilir. Bu programlara katılan işletmeler önemli verimlilik artışları raporluyorlar (Ankara Sanayi Odası internet sayfasına bakılabilir mesela). Özellikle bu tür programlara mühendis gönderemeyecek durumdaki KOBİ’lerin katılımını sağlamak üzere atılacak adımlar olsa gerek. Bir de bu programların nasıl yaygınlaştırılabileceği düşünülmeli. Bunlara bütçeden destek verilmeli.
Beşincisi: Model fabrika uygulaması sadece bir örnek. Acaba dünyada neler oluyor bitiyor? Başarılı ve başarısız ülkelerde neler yapılmış da başarılı ya da başarısız olunmuş? Özelde bunlar üzerine, genelde de “nasıl bir sanayi politikası” üzerine kafa yoracak, öneriler hazırlayacak devlet içinde odalarla iş birliğinde ama özerk çalışacak bir düşünce kurumuna ihtiyaç var. İşletmeler ile sıkı görüş alış verişi içinde, Çin’de ya da ne bileyim ABD’de benzer işletmelerde neler yapıldığını araştıran, parlak ve de uçuk kaçık fikirlerin peşine düşmekten çekinmeyen gençlerin çalıştığı bir kurum. Örnek: TCMB’nin Türkiye’nin ve dünyanın ileri gelen üniversitelerinde lisans ve doktora eğitimi almış kaliteli iktisatçıların çalıştığı araştırma bölümü var. Onlarca yılın emeği yatıyor orada. Her yıl dünyanın en kaliteli üniversitelerine doktora eğitimine yollanıyor uzmanlar. Bu tür bir yapıdan söz ediyorum ama tek başına bir kurum olarak.
Bu kadar Polyannacılık yeter. Şimdi ‘derin’ işleri bir tarafa bırakıp, kısa vadeye döneyim. Kısa vade derken, seçim ekonomisi uygulamasına geçilecek zamana kadar olan süreyi kastediyorum. Yılın ikinci yarısına girdiğimiz şu günlerde durum ve beklenen gelişmeler (elbette benim beklentilerim) şöyle:
İlk çeyrekte GSYH bir dönem öncesine kıyasla yüzde 1 yükseldi. Ancak özel tüketim ve yatırım harcamaları düştü. Sınırlı büyüme, devletin tüketim harcamalarının ve ihracatın artması, ithalatın azalması sayesinde gerçekleşti. Üretim tarafında ise inşaat katma değeri belirgin biçimde yükseldi, sanayideki artış ise yüzde 0,4 ile oldukça düşük bir düzeyde kaldı. İkinci çeyreğe ilişkin göstergeler, ekonomimizin ilk çeyreğe kıyasla belirgin biçimde yavaşladığına işaret ediyor. Kapasite kullanım oranı ikinci çeyrekte ilk çeyreğe göre daha düşük.
Keza önemli bir gösterge olan reel kesim güven endeksi de. Üstelik kritik 100 sınırının altına indi reel kesimin güveni. Üretime ilişkin Nisan ayı verileri mevcut. Üçer aylık ortalamalarla değerlendirince, Nisan ayında sanayide, inşaatta ve hizmetlerde bir dönem öncesine göre negatif büyüme var. İSO imalat sanayi PMI verisi bu ay da düştü. Düşüş on beş aydır kesintisiz sürüyor. Mevcut durumun en azından üçüncü çeyrekte de sürmesi beklenir. 2025 büyüme oranının yüzde 3 civarında bir yerde gerçekleşmesi olası.
İşsizlik oranı hangi tanıma baktığınıza göre değişiyor. Dar tanımlı işsizlik oranı –üçer aylık hareketli ortalamalar incelendiğinde, Mart’ta yüzde 8,2’ye geriledi. Ama son iki ayda sınırlı da olsa bir artış var. Mayıs itibariyle yüzde 8,3 düzeyinde. Turpun asıl büyüğü atıl işgücü oranında. İş bulma umudunu kaybettikleri için iş aramayanlarla tam zamanlı çalışmayanların, iş teklif edildiğinde çalışmaya hazır olan kısmı işsiz sayısına eklendiğinde elde edilen işsizlik oranı birinci çeyrekte yüzde 28,5 düzeyindeydi. Mayıs’ta yüzde 30,6’ya yükseldi. İkinci yarıda işgücü piyasasındaki resmin daha olumlu olması için bir neden yok.
Üretim ve istihdam verileri sevimsiz yönde gelişiyor. Özellikle yılın ikinci çeyreği için geçerli bu saptama. Buna karşılık, enflasyon istenildiği ölçüde olmasa da üretime göre daha olumlu yönde hareket ediyor. TÜİK tüketici enflasyonu Mayıs 2024’te yüzde 75,5 düzeyindeydi. Haziran 2025’te 35’e inmiş vaziyette. Enflasyondaki ana eğilimi gösteren mevsim hareketlerinden arındırılmış temel enflasyon göstergeleri (B ve C endeksleri) hala aylık yüzde 2’nin biraz üzerinde enflasyona işaret ediyor. Dolayısıyla, 2025 sonu için hedeflenen düzeye ulaşmak mümkün görünmüyor. Ama hedefin üst sınırı olan yüzde 29’a yakın bir yıl sonu enflasyonu ile uyumlu olduğu söylenebilir bu gelişmelerin.
Ödemeler dengesine gelince. İlk dört ayın gelişmelerini biliyoruz. Çarpıcı gelişme, 19 Mart sonrası önemli miktarda sermaye çıkışı olması. Mart ve Nisan aylarında toplam 24 milyar dolar sermaye kaçmış Türkiye’den. İhracat ise ‘eh işte’ şeklinde gidiyor. Tüketim malları ithalatı yüksek seyrini sürdürüyor. İhracat ve ithalat tarafında yılın ikinci yarısında kayda değer bir değişiklik beklememek makul. Sermaye hareketlerine ne olacağı ise heybedeki turplara bağlı.
Kredi piyasası bildiğiniz gibi: Arz kısıtlamaları var ve kredinin maliyeti yüksek. Haziran sonu itibariyle, toplam kredi artış oranı (on üç haftalık ortalamaların yıllıklandırılmış artış oranları) enflasyonun altında. Sadece tüketici kredileri enflasyonun biraz üzerinde artmış. Yurtdışına sermaye çıkışlarının sürmesi ya da çıkışın durması ama net girişin düşük kalması halinde kredi arzının olumsuz etkileneceğini de unutmamak gerekiyor.
Bütçe açığının yıl sonunda GSYH’nin yüzde 4’ü civarına düşebileceğini belirtiyor uzmanlar. Kamu borcu düşük. Bunlar Türk ekonomisi bakımından olumlu. Maliye politikasındaki sorun, birincisi, emeklilere ve asgari ücretlilere bu kadar düşük maaş verilirken yüksek gelir gruplarına yönelik vergileri artırıcı önlemlerin devreye sokulmaması. İkinci sorun ise kamu-özel işbirliği projelerinde verilen gelir garantilerinin gözden geçirilmesinin adının bile anılmaması.
Tahminlerim iki koşula bağlı. Birincisi, Temmuz-Ağustos 2018’de yaşanan şoka benzer bir şok yaşanmayacak. Trump Türkiye’yi tehdit etmeyecek. Bu koşulun sağlanmaması için pek bir neden görünmüyor; hazretle aramızın iyi olduğu izlenimi yaygın. İkincisi, her kesimden gelen şikâyetler nedeniyle para politikasının Eylül 2021 – Mayıs 2023 arasındaki garabet şekli almaması gerekiyor. Bu iki temel koşula, üçüncü olarak heybeden çok büyük bir turp çıkmaması koşulunu da ekleyebiliriz elbette.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Suriye’de PKK bağlantılı SGD ve YPG’yi sert biçimde uyardı ve tutum…
Türkiye’de barış sürecinin anahtar sorusu şudur: Silahlar sustuktan sonra, silahı elinde tutan insanı nasıl…
Siyaset, erkek-kadın rekabetinin en sert ama kapılarının en sıkı kapalı tutulduğu alanlardan biri. Erkek egemen…
“Terörsüz Türkiye, ya da PKK’nın silah bırakarak siyasete katılması sürecinde kurulan TBMM Millî Dayanışma, Kardeşlik…
MHP lideri Devlet Bahçeli 11 Ağustos’ta yaptığı “Belediyeler başta olmak üzere” vurgusuyla “yayılan ve yoğunlaşan…
Özgür Özel, CHP’yi sadece söylemleriyle değil eylemleriyle konuşturmaya başladı. 10 Ağustos’ta Tokat’ta 44’üncü mitingini yaptı;…