Gençlik “makbul öğrenci” kalıplarına sığmıyor. Özgür akademisyen ise makbul akademisyenin gölgesinde silikleşiyor.
Bu metine düşünerek başlamak istiyorum. Akademi denince akla, fikirlerin özgürce çarpıştığı, yeni düşüncelerin cesaretle filizlendiği alanlar gelir. Oysa bugün üniversitelerde “çok seslilik” iddiası çoğu zaman yalnızca bir vitrinden ibaret. Farklı görüşler varmış gibi görünse de bu çeşitlilik çoğunlukla aynı ideolojik çerçevenin içinde, birbirine zarar vermeyen, makbul ve güvenli mesafelere sıkıştırılmış durumda.
Bir üniversite koridorunda yürürken, en son ne zaman gerçekten çatışan düşüncelerin tartışıldığını hatırladınız?
Birçok akademik program, tartışmalı konulara yer verse bile, bu tartışmalar genellikle hâkim paradigma içinde, “makbul” sayılan metin ve görüşler arasında sınırlanıyor; yalnızca ülkemizde değil, uluslararası düzeyde de böyle.
Örneğin, ABD üniversitelerinde ceza adaleti, ırk ve eşitsizlik temalı “kitle hapsi” derslerinde sıklıkla Michelle Alexander’ın The New Jim Crow adlı kitabı temel okuma olarak sunulur. Bu eser, özellikle siyah Amerikalılara yönelik yapısal ayrımcılığın ceza adaleti sistemi aracılığıyla günümüzde de sürdüğünü savunur.
Etkileyici ve güçlü bir anlatı sunmasına rağmen, Alexander’ın yaklaşımını eleştiren ya da farklı açılardan değerlendiren alternatif metinler çoğu zaman ders kapsamına alınmaz. Bu eserler ya tamamen dışarıda bırakılır ya da yalnızca “tamamlayıcı” kaynak olarak sunulur. Böylece fikir çeşitliliği görünürde varmış gibi görünür, ancak tartışmalar genellikle hâkim anlatının sınırları içinde, “güvenli karşıtlıklar” çerçevesinde kalır.
Türkiye’de de benzer bir eğilim gözlemlenebilir. Toplumsal cinsiyet eşitliği ve çevre politikaları gibi konular, bazı ders ve etkinlikler aracılığıyla “duyarlılık” ve “çok seslilik” vurgusuyla gündeme getirilir. Ancak çoğu zaman yalnızca birbirine yakın görüşlere veya sistemle doğrudan çatışmayan eleştirilere alan tanınır.
Özellikle çevre politikaları bağlamında; iklim değişikliği, enerji dönüşümü, çevresel adalet gibi başlıklar sıkça tartışılsa da bu tartışmalar çoğunlukla devlet politikalarına doğrudan eleştiri getirmeyen ya da şirket–sermaye ilişkilerini merkezine almayan bir çerçeveyle sınırlı kalır.
Nükleer enerji yatırımları, HES projeleri veya mega inşaatların ekolojik etkileri gibi konulara yüzeysel biçimde değinilir; gerçek alternatifler ya da yerel halkın direniş pratikleri çoğu zaman dışarıda bırakılır. Sonuçta, çevre tartışmaları da “politik olarak kabul edilebilir”, yani “makbul” sınırlar içinde tutulur.
“Çoğulculuk” ve “çeşitlilik” görünür olabilir, ama bu çoğulluk çoğunlukla belirli bir ideolojik konfor alanının dışına çıkmaz.
Kendi gözlemlerim de özellikle çevre politikaları alanında bu tespiti yapmama katkı sağladı.
Kendi akademik hayatımdan farklı bir örnekle bu durumu daha somut hâle getirebilirim: Yıllar önce, biyolojide fizik bilgisinin ne kadar gerekli olduğunu savunduğum bir konuşmada, bir öğretim üyesinden şu tepkiyi almıştım:
“Fiziği nerede kullanıyorsun ki?”
Bu tepki karşısında şaşkınlığa uğramıştım. Oysa bilimsel düşüncenin temelinde, disiplinler arası kavrayış ve sorgulama becerisi yatar. En basitinden, termodinamiğin temel yasalarını bilmeden yaşamı anlamak mümkün müdür?
Eğer tartışma iklimi yalnızca “güvenli” çerçevelerle sınırlanırsa, eleştirellik şekilsel kalır; içerik bakımından ise giderek sığlaşır. Bu örnek teknik bir konudan alınmış olsa da, politik ve güncel yaşamdaki olaylar bağlamında da anlamlıdır. Öğrencilere ve akademisyenlere sunulan “makbul” konfor alanı, zamanla entelektüel cesareti köreltir.
Akademik çoğulculuğun yüzeyde kalması, üniversitenin toplumsal eleştiri kapasitesini ciddi biçimde sınırlar. Bu nedenle, düşünmeyi bilmeden düşünce özgürlüğünden bahsedemeyiz. Ve bu eksiklik, yalnızca bireysel değil, sistemsel olarak üretilen bir soruna dönüşür.
Gerçekten özgür ve yaratıcı düşünebilen nesiller, ancak çatışan fikirlerle “oynamaya” izin verilen ortamlarda yetişir.
Değerli yazarımız ve yakın zamanda kaybettiğimiz Pınar Kür’ün şu sözü, bu bağlamda çarpıcı bir uyarıdır:
“Düşünce özgürlüğünü bir kavram olarak bile ortadan kaldırmanın en iyi yolu, düşünmeyi bilmeyen kuşaklar yetiştirmektir.”
Bu cümle, üniversitelerdeki görünmez dönüşümün, yani düşünme yetisinin aşınmasının, kısa ama sarsıcı bir ifadesidir. Düşünme cesareti kurumsal olarak teşvik edilmediğinde, akademik özgürlük yalnızca bir vitrin olarak kalır.
Bugün üniversitelerde yaşanan nitelik kaybı, yalnızca bilgi üretiminin değil, sorgulamanın da sınırlandığı bir ortamdan besleniyor. Asıl mesele, yalnızca neyin konuşulmadığı değil; hangi fikirlerin asla konuşulamayacakmış gibi bastırıldığıdır. Ve burada en büyük sorumluluk, “makbul akademisyen” konforuna sığınan öğretim üyelerine düşüyor.
Kendi konfor alanlarımızın toplumsal tartışmanın önünde bir engel olup olmadığını samimiyetle sorgulamak, eleştirel düşüncenin ve üniversitenin varlık sebebine sahip çıkmakla eşdeğerdir.
Bu nedenle, çoğulculuğu görüntüde değil, gerçekten yaşatacak cesur tartışma iklimleri yaratmakla mükellefiz. Aksi takdirde, yalnızca sistemin ürettiği “makbul” fikirlerle yetinen, sorgulamayan bir akademik yapının içinde savrulmaya devam edeceğiz.
Akademik dünyanın konformizme kaydığı bir dönemde, üniversite öğrencileri mezuniyet törenlerinde taşıdıkları pankartlarla adeta sistemin sinir uçlarına dokunuyor. ODTÜ başta olmak üzere birçok üniversitede görülen bu pankartlar, gençliğin hâlâ düşündüğünü, sorguladığını ve dile getirmekten çekinmediğini kanıtlıyor. Mizahın direnişe dönüştüğü bu ifadeler, yalnızca bir tören geleneği değil, aynı zamanda ifade özgürlüğü pratiğidir.
Bu pankartlar, Türkiye’de gençliğin “makbul öğrenci” kalıplarına sığmadığını ve üniversitenin asli işlevlerinden biri olan eleştirel düşüncenin öğrenciler eliyle yaşatıldığını gösteriyor. Aynı zamanda bir sivil hafıza alanı da yaratıyor.
Bu sahneler, bana bir zamanlar kendi üniversitemde bazı öğretim üyelerinin direnişe dair belleğini hatırlatıyor. O zamanlar, “özgür akademisyen” diye bir figür vardı. Bugün ise bu figür, “makbul akademisyenin” gölgesinde silikleşmiş durumda.
Şüphesiz, bu dönüşüm yalnızca politik değil; ahlaki ve düşünsel bir kayma anlamına da geliyor.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Suriye’de PKK bağlantılı SGD ve YPG’yi sert biçimde uyardı ve tutum…
Türkiye’de barış sürecinin anahtar sorusu şudur: Silahlar sustuktan sonra, silahı elinde tutan insanı nasıl…
Siyaset, erkek-kadın rekabetinin en sert ama kapılarının en sıkı kapalı tutulduğu alanlardan biri. Erkek egemen…
“Terörsüz Türkiye, ya da PKK’nın silah bırakarak siyasete katılması sürecinde kurulan TBMM Millî Dayanışma, Kardeşlik…
MHP lideri Devlet Bahçeli 11 Ağustos’ta yaptığı “Belediyeler başta olmak üzere” vurgusuyla “yayılan ve yoğunlaşan…
Özgür Özel, CHP’yi sadece söylemleriyle değil eylemleriyle konuşturmaya başladı. 10 Ağustos’ta Tokat’ta 44’üncü mitingini yaptı;…