Çin 21. Yüzyılda süper güç oluyor. Güçlü yanlarının yanı sıra zayıf yanları da var. Türkiye “Birlikte ne yapabiliriz?” diye yaklaşmalı.
Bizim dünyamızda sık rastlanan bir refleks var: Bir ülkeyi ya göklere çıkarırız ya da yerin dibine batırırız. Çelişkilerin iç içe geçtiği gri tonlara sabrımız yoktur. Çin, bu uç yaklaşımların en çok esir aldığı ülkelerden biri.
Bir bakış açısına göre Çin, çağımızın en büyük mucizesi. 1,4 milyarlık nüfusuyla dev bir tüketim pazarı; disiplinli işgücüyle küresel üretim üssü. Üzerimizdeki tişört, cebimizdeki telefon, garajımızdaki elektrikli araç ya da çatımızdaki güneş paneli Çin’in tedarik zincirine dokunuyor.
Üstelik bu yalnızca ucuz üretim değil; yapay zekâ, kuantum teknolojisi, biyoteknoloji ve yeşil enerji gibi geleceğin alanlarında öncü adımlar atan, “köylüler ülkesi” imajını çoktan geride bırakmış bir dev. Kuşak–Yol girişimiyle Asya’dan Afrika’ya, Orta Doğu’dan Latin Amerika’ya uzanan köprüler, limanlar, demiryolları inşa ederek yalnızca mal değil, etki de ihraç ediyor.
Bu açıdan bakıldığında Çin, 21. yüzyılın kaçınılmaz süper gücü gibi görünüyor.
Ama öteki bakış açısı bambaşka bir tablo çiziyor: Dev bir bina ama çatısı çatırdıyor. 1990’larda yüzde 14’lere çıkan büyüme bugün yüzde 4–5 bandına sıkıştı. Emlak balonunun patlaması milyonlarca haneyi sarstı. Üniversite mezunu gençlerin yüzde 20’si iş bulamıyor; “tang ping” (yatarak yaşama) ve “bai lan” (boş verme) akımları yaygınlaşıyor. Nüfus üst üste üç yıldır küçülüyor, hızla yaşlanıyor; Hindistan en kalabalık ülke unvanını aldı.
Kadın–erkek dengesizliği sosyal dokuda yeni fay hatları yaratıyor. Yerel yönetimlerin borç yükü bankacılığı tehdit ediyor. Dışarıda da çember daralıyor: ABD ve Avrupa “de-risking” stratejisiyle bağımlılığı azaltıyor; QUAD ve AUKUS ittifakları Çin’in manevra alanını kısıtlıyor. Böyle bakıldığında Çin, devasa ama kırılgan bir yapı; küresel sistemi taşıyacak kadar sağlam değil.
Gerçek, ne ilk bakıştaki mucize kadar parlak, ne de ikinci bakıştaki çöküş kadar karanlık. Çin ne melek ne de şeytan. Kendi çelişkileriyle hem hayranlık uyandıran hem de kaygı veren bir fenomendir. Onu anlamak için siyah–beyazın ötesine, gri tonların derinliğine bakmak gerekir.
Ömrümün önemli bir kısmı, 1989’dan bu yana Çin’le yakın temas içinde geçti. Bu ülkede yaşadım, çalıştım, sokaklarında yürüdüm, sofralarında oturdum, iş ve dostluk şebekeleri kurdum. Hâlâ da o bağ devam ediyor. Dilini, kültürünü, tarihini, siyasetini, liderlerini; güçlü ve zayıf yanlarını bizzat öğrendim, gözlemledim, içinden yaşadım.
1989–1991 yılları, Çin’in kaderinde kritik bir dönemeçti. Tiananmen Meydanı’nda özgürlük talepleri tankların gölgesinde susturuldu. O meydandaydım, gördüklerim beni şok etti. Çin tarihindeki bu katliam hâlâ unutulmadı; devlet ve parti özür dilemedi.
Ülke bir yol ayrımına geldi: siyasal açılım mı, ekonomik büyüme mi? Pekin yönetimi kararını verdi, ikincisini seçti. Daha fazla demokrasi, Deng Xiaoping’in deyişiyle uzun Çin katarının raydan çıkmasına yol açabilirdi.
Batı’nın yaptırımlarla Çin’i uzun süre dışlaması bekleniyordu. Oysa kısa sürede tablo değişti; küresel sermaye ve teknoloji devleri hızla bu devasa pazara yöneldi. Benim gözlerimdeki Pekin hâlâ bir bisiklet deniziydi. Caddeler kömür dumanıyla kaplıydı. Market rafları sınırlıydı, yabancılar için “Friendship Store” dükkânları vardı. Bugün aynı şehirde Tesla fabrikaları, Huawei kampüsleri, gökdelenler ve dünyanın en hızlı trenleri yükseliyor.
O yıllarda sohbet ettiğim Çinli öğrenciler Batı’ya karşı çift yönlü bir duygu taşıyordu: hayranlık ve kuşku. Batılı iş insanları ise Tiananmen’in siyasi gölgesini konuşurken bile “bir milyarlık pazarın cazibesini” keşfetmekten geri durmadılar.
• İnovasyon ile Kopyacılık: Unicorn şirketler çıkarıyor, yapay zekâ ve kuantumda dev yatırımlar yapıyor. Ama hâlâ “kopyacı” imajını silebilmiş değil.
• Zenginleşme ile Eşitsizlik: Şanghay ve Shenzhen gökdelenleri refahın simgesi. Ama kırsalda altyapısız köyler, işsiz gençler, derin gelir uçurumları var.
• Açılma ile Kontrol: Küresel ticaretin merkezine oturuyor ama içeride sıkı siyasi kontrol, sansür ve gözetim sürüyor.
• Disiplin ile Yaratıcılık: Disiplinli işgücü “dünyanın fabrikası” yaptı. Ama aynı disiplin, bireysel yaratıcılığı törpülüyor.
• Küresel Güç ile Jeopolitik Yalnızlık: Afrika ve Latin Amerika’da nüfuz artıyor, ama yanında güvenebileceği güçlü müttefikler yok. Dev ama yalnız bir aktör.
Son 40 yılda 800 milyon insanı yoksulluktan çıkararak tarihe geçen Çin, büyümesini altyapı, ihracat ve borç üzerine kurdu. ABD ve Avrupa ise tüketici talebi ve hizmet sektörü ağırlıklı, daha olgun ekonomiler. Çin’in sınavı, bu geçişi başarmak.
Teknolojide Çin yeşil enerji ve bataryada önde, ama yarı iletkenlerde Batı üstün. Demografide Çin küçülüyor, hızla yaşlanıyor; Batı göçle işgücünü yeniliyor. Finansmanda dolar hâlâ küresel rezerv para; yuan uluslararasılaşmak istese de güven eksikliği engel. Jeopolitikte Batı ittifaklarla güçlenirken, Çin kuşatılmış bir dev konumunda.
Çin’in çelişkileri bize de ayna tutuyor:
• Ar-Ge ve inovasyon: Taklitçilik büyütür ama özgünlük kalıcı üstünlük sağlar.
• Orta sınıf ve eşitsizlik: Kalkınma tabana yayılmazsa büyüme huzursuzluğa dönüşür.
• Demokrasi ve ekonomi dengesi: Sermaye, ucuz işgücü kadar güvenilir kuralları da arar.
• Gençlik ve yaratıcılık: Disiplinin yanında yaratıcılığı desteklemezsek geleceği kaybederiz.
• İttifak diplomasisi: Güçlü olmak yetmez, güvenilir ortaklıklar da gerekir.
Benim 1989–1991’de gördüğüm ve bugüne dek yılda en az iki kez ziyaret ettiğim Çin, bugünkü devin çocukluk yıllarıydı. Henüz dünya sahnesinde ihtiyatla yürüyen, ama içeride büyük bir dönüşümün hazırlığını yapan bir ülkeydi. Bugünün Çin’ini tanıyan genç nesil için hayal edilemeyecek kadar farklı bir tablo.
Sonraki yıllarda, Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) ve OECD’de görev yaparken Çin’le ortak programlar geliştirdim. Çin’in enerji güvenliği, iklim değişikliği ve yatırımlar alanında küresel sisteme entegre edilmesi için köprüler kurmaya çalıştım. O dönem Çinli muhataplarımız hâlâ öğrenmeye, dünyayı anlamaya çalışan pozisyondaydı; Batı’nın bilgi birikimini dikkatle dinliyor ama kendi yolunu da inatla inşa ediyorlardı.
Bugün ise aynı Çin, İklim Anlaşması’nda kilit aktör, yapay zekâ ve yenilenebilir teknolojilerde lider, uzayda ve okyanuslarda yükselen bir güç, Afrika ve Asya’da dev altyapı yatırımlarının finansörü.
Son 20 yılda birçok küresel şirkete Çin stratejisi konusunda danışmanlık verirken şunu gördüm: Çin’i anlamak, sadece rakamlara ya da manşetlere bakarak mümkün değil. Onun iş kültürünü, karar alma mekanizmalarını, “yüz kaybetmeme” anlayışını, devlet–şirket içiçeliğini bilmeden başarılı bir ortaklık kurulamaz. Benim deneyimim, bu kodları çözebilenlerin Çin’de kayda değer kazanç elde ettiği; çözemeyenlerin ise duvara çarpıp geri döndüğü yönünde.
Ne yazık ki Türkiye, on yıllardır yüzler ve rakamlar değişse de hâlâ aynı dosyanın tozlu sayfalarıyla uğraşıyor. Çin’le ilişkilerimiz protokol ziyaretlerinin, niyet mektuplarının ötesine geçemedi. Uygur dosyası en önemli kriz maddesi, karşılıklı güven tesis edilemedi, ağır dış ticaret açığı veriyoruz.
Oysa gerçek bir “kazan-kazan” ortaklık kurmak için, Çin’in kodlarını çözmek, onun diliyle konuşmak, beklentilerini anlamak gerekiyor. Yalnızca “bizim için ne yapar?” diye sormak değil, “birlikte ne inşa edebiliriz?” diye düşünmek lazım.
Bugün Türkiye, yeşil enerji dönüşümünden dijitalleşmeye, lojistik ağlardan finans piyasalarına kadar birçok alanda Çin’le işbirliği yapabilir. Ama bu işbirliği dikkatli bir seçicilikle yürütülmeli. Çin’in güçlü yanlarından faydalanırken, zayıf halkalarına takılmamak için doğru stratejiler geliştirmek zorundayız.
Çin’le nasıl ilişki kurulacağına dair çıkarılacak dersler yalnızca Türkiye için değil, pek çok gelişmekte olan ekonomi için de geçerli. Devlet–şirket bütünleşmesi, uzun vadeli planlama kültürü ve küresel değer zincirlerine entegrasyon, dikkatle uyarlanırsa örnek alınabilir. Ancak fazla merkeziyetçiliğin yaratıcılığı törpülediği, hızlı büyümenin eşitsizlikleri derinleştirdiği ve demografinin stratejiyi sınırladığı gerçeği de göz ardı edilmemeli.
Çin’in önündeki en zor sınav, ekonomik motorunu yeniden kurgulama ihtiyacının, olumsuz demografik trendlerle aynı döneme denk gelmesi. Bu, devasa bir gemiyi fırtınalı denizde ani manevraya zorlamaya benziyor. Bir yandan inovasyon, yeşil enerji ve hizmet sektörlerine pivot edilmek istenirken, diğer yandan hızla yaşlanan nüfus ve daralan işgücü bu dönüşümü ağırlaştırıyor.
Xi Jinping’in önceliği ise ekonomiden çok, Çin Komünist Partisi’nin iktidarını “eski tarz Marksizm” ile yeniden diriltmek gibi görünüyor. Çin’in ilerlemek için ihtiyaç duyduğu yön ile Xi’nin ejderhayı çevirmeye çalıştığı yön arasındaki makas her geçen gün açılıyor. Bu çelişki, Çin’in geleceğini daha da gri, daha da belirsiz hale getiriyor.
Son sözüm şu: Çin hâlâ ne melek ne şeytan. Hem hayranlık uyandıran hem de kaygı veren bir laboratuvar. Onun başarılarından ilham alıp, hatalarından ders çıkarabilen ülkeler için büyük bir fırsat kaynağı. Türkiye için de… Erken adım atan kazanır; geciken, başkalarının kurduğu oyunda seyirci kalır.
TBMM Komisyonunun 4 Aralık toplantısı AK Parti-MHP ittifakının “Terörsüz Türkiye” sürecinin 2026 yılının ilk yarısındaki…
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Rusya-Ukrayna savaşının giderek daha geniş bir coğrafyaya yayıldığını, bunun “çok korkutucu…
İçişleri Bakanlığı 2 Aralık gecesi 22.15te Irak Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) lideri Mesud Barzani’nin 29…
Dün, 1 Aralık, Ankara’da “Ortak Geleceğe Birlikte Bakmak” başlıklı bir çalıştay vardı. Diyarbakır merkezli araştırma…
Barışın kaderi çoğu zaman masadaki teknik maddelerle, güç dengeleriyle ve takvimlerle açıklanır. Oysa eksik olan…
Avrupa’nın kuraklık haritası artık yalnızca meteoroloji raporlarında değil, uyduların yerçekimi ölçümlerinde de görünür durumda. Yirmi…