Hayat

Bilimin Görünmeyen Yüzü: Zorbalığın Sessizliğinden Bilimin Eşitlik Arayışına

Akademik zorbalığın artık yalnız küçük düşürmek değil, e-posta zincirlerinden, toplantı davetlerinden dışlamak, sessizliğe boğmak şekilleri de var.

Bilimin görünmeyen yüzlerinden biri zorbalığın sessizliği; bugün farklı biçimlerde karşımıza çıkan, görünür olmaya çalışan yüzü ise eşitlik arayışı. Bazen bir film, yıllarca duyduğunuz ama bir türlü adını koyamadığınız şeyleri yeniden duymanızı sağlar. Benim için “Picture a Scientist” tam olarak böyle bir filmdi.

Bilimin, özellikle de akademinin içinden gelen biri olarak, bu belgesel içerikli filmde anlatılan hikâyeler bana yabancı değildi; yalnızca coğrafya farklıydı. Antarktika’dan MIT laboratuvarlarına, Amerika’daki üniversite koridorlarından Kanada’daki konferans salonlarına kadar uzanan bu hikâyelerdeki ortak tema, gücün kötüye kullanımıydı, yani akademik zorbalık.

2020’de “Akademik Zorbalık Bilimi Baltalıyor mu?” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. O yazıda Nature dergisinin ve The Guardian’ın haberlerinden yola çıkarak, İngiltere ve Almanya’daki büyük üniversitelerde yaşanan vakaları incelemiş, bu olgunun Türkiye’deki yansımalarını tartışmıştım.

Bugün aynı soruyu yeniden sormak istiyorum ama bu kez sadece laboratuvarlardaki hiyerarşiyi değil, bilimin bizzat kimin sesiyle konuştuğunu da sorgulayarak.

Görünmeyen Eşitsizlik

Picture a Scientist”, özellikle üç kadın bilim insanının hikâyesi üzerinden sistematik eşitsizliği anlatıyor: MIT’den biyolog Nancy Hopkins, jeolog Jane Willenbring ve kimyager Rachelle Burks. Her biri farklı kuşaktan, farklı disiplinden; ama yaşadıkları aynı kalıba sığan bir örüntüye sahip: görünmezlik, küçümseme, itibarsızlaştırma ve bazen doğrudan taciz.

Nancy Hopkins’in laboratuvarındaki alanını metreyle ölçmesi, bir sembol hâline geliyor: bilimde kadınların ne kadar “az yer kaplamasına” izin verildiğinin fiziksel bir ifadesi. Jane Willenbring’in Antarktika’da yaşadığı tacizse, bilimin idealleştirilen tarafının arkasındaki en karanlık gerçeği gösteriyor: bilimsel merakın yanına insan onurunun konulmadığı bir yerde, bilgi üretimi ne kadar “bilimsel” olabilir?

Rachelle Burks ise filmi bugüne taşıyor: Bilim artık yalnızca deney tüplerinde değil, temsilde ve dilimizde de üretiliyor. Burks’ün sözleri —“Bilim insanı kimdir, bunu kim belirledi?”— aslında akademik zorbalığın kökünü gösteriyor: Profesyonellik” adı altında yeniden üretilen normlar.

Açık Şiddetten Yapısal Sessizliğe

Ben yıllar önce Türkiye’de akademik zorbalık üzerine yazarken, bunun yalnızca otoriter bir kültürün ürünü olduğunu düşünmüştüm. Bugün anlıyorum ki mesele yalnızca bireylerin kötü niyetinde değil, kurumların sessizliğinde. Picture a Scientist’teki hikâyelerde de bu ortak sessizlik var: Bir kadının sesi, saygın bir erkek akademisyenin itibarıyla tartıldığında hep değersizleşiyor. Kadınların ya da genç araştırmacıların anlatıları, çoğu zaman “kişisel sorun” kategorisine indirgeniyor. Aynı Türkiye’deki gibi.

Zorbalık artık bağırarak değil, e-posta zincirlerinden dışlayarak, toplantı davetlerinden eksilterek, ya da hakem raporlarında görünmezleştirerek sürdürülüyor. Bu sessizlik biçimleri, fiziksel şiddet kadar yıpratıcı; görmezden gelmek en keskin saldırıdan daha da keskin bir hal alıyor. Çünkü bilimin özündeki merak, paylaşım ve eşitlik fikrini içeriden çürütüyor.

Zorbalığın Coğrafyası Yoktur

Picture a Scientist” filmini izlerken, Jane Willenbring’in hikâyesi beni nedense diğerlerinden daha çok etkiledi.

Jane, çocukluğundan beri Antarktika’da araştırma yapmayı hayal eden bir jeologdu. Ama o hayal, doktora öğrencisiyken, danışmanı tarafından sistematik biçimde aşağılandığı, dışlandığı ve cinsiyet üzerinden itibarsızlaştırıldığı bir kabusa dönüştü.

Antarktika’nın ortasında, bilimin “en saf” sayıldığı bir yerde, ona “kadınların bilimi kirlettiğini” söyleyen bir erkek meslektaşı vardı; kendisinin danışmanı!

Gözlemi, fikri ya da emeğiyle değil, bedeniyle tanımlanıyordu.

Geri döndüğünde yaşadıklarını yönetime anlatmak istediğinde, “bırak, yüksek lisansını tamamla ve git, daha az sorun çıkar” cevabını aldı.

O anda anladı: Bilimde bile sessizlik, statükonun diliydi.

Yıllar sonra, artık fakülte pozisyonu ile kadrolu bir profesör olduğunda, 17 yılın sessizliğini bozdu ve resmi şikayetini yazdı.

Kayıp sadece bir kadının hayali değildi; insanlığın bilime olan güveninin bir parçasıydı.

Kişisel Bir Deneyim

Bu filmi izlerken, kendimi de o hikâyelerin içinde buldum.

Çünkü ben de, iki farkla bu tarz bir şey yaşamıştım: farklı bir coğrafyada ve farklı bir eşeyde; yani Türkiye’de bir erkek akademisyen olarak, zorbalığın hedefi olmuştum. Doçentliğimin ilk yıllarında bir ders açmak istemiştim; içerik özgün, bölümde benzeri yok, öğrenciler için de ilham verici olacaktı.

Fakat o “büyük” hocalardan biri, “profesör” gücünü göstermek istercesine kaba ve yüksek bir ses tonuyla, en az dört öğretim üyesinin önünde yetkinliğimi sorgulamaya başlamıştı. O an yalnızca bir önerim değil, akademik varlığım da küçültülmüştü. Genç kuşaktandım; ama o ortamda saygı duyduğum yaşça büyük hocalar da sessiz kalmıştı. Bugün bazıları emekli, bazıları aramızda bile değil, kimileri hâlâ aynı koridorlarda yürüyor. Üstelik içlerinden biri, o sırada bölümün yöneticileri arasındaydı.

Olayı sonradan öğrenenler de oldu; ama kimse sesini yükseltmedi. Sessizlik, orada en güçlü ses hâline gelmişti. Kimse bir şey demedi. Çünkü bizdeki kültürde bu tür davranışlar fark edilmez, adlandırılmaz. Zorbalık yaşanır ama “zorbalık” denmez. Herkes rahatsız olur, ama kimse bunun bir etik ihlal olduğunu yüksek sesle söylemez. Oysa sessizlik, çoğu zaman onaydan farksızdır.

Yıllar geçti, anladım ki zorbalık yalnızca kadınlara, ya da belirli bir gruba yönelen bir şey değil; akademik gücü kim kendi güvensizliğini gizlemek için kullanıyorsa, orada zorbalık kendini gösterebilir.

Bilim coğrafya tanımaz; ama karakter tanır. Kimi zaman kendi yetersizliklerini otoriteyle kapatan, kimi zaman “bilim” kisvesi altında kibirini meşrulaştıran insanlar, bilimin ruhunu sessizce aşındırıyor. Türkiye’de bundan nasibini ziyadesiyle alıyor. Bu yüzden “bilim insanı kimdir?” sorusu, bugün her zamankinden daha önemli. Çünkü bu sorunun cevabı artık sadece bilgiyle değil, nasıl bir insan olduğumuzla ölçülüyor.

Yalnız Kadınlar Değil, Yalnız Bilim

Tekrar filme döneyim: Üç kadın karakterden biri olan Nancy Hopkins’in dediği gibi:

“Eğer bilime olan tutku ve yetenek kadınlarla erkekler arasında eşitse, kadınları dışlamak, en iyi insanların yarısını kaybetmek demektir.”

Sorun sadece kadınların ya da azınlıkların uğradığı haksızlık değil; bilimin kendini küçültmesi. Bir laboratuvardan bir kadını, bir bölümden genç bir araştırmacıyı ya da bir ülkeden eleştirel bir akademisyeni uzaklaştırdığınızda, aslında bilimi eksiltiyorsunuz. Ve bu eksilme, toplumun hayal gücüne de bulaşıyor:

Kim “bilim insanı” olabileceğini düşünmüyor artık, kim sesini çıkarmaktan vazgeçiyor, kim “benim yerim burası değil” diyor; işte bilimin gerçek kaybı burada.

Nereye Gidebiliriz?

Türkiye’de “zorbalık” kelimesi hâlâ yeterince akademik bir kavram sayılmıyor. Ama akademinin içinde, laboratuvarda, jüri odasında, kadro sürecinde, tez savunmasında her gün yaşanıyor. Tıpkı Boston Üniversitesi’ndeki ya da MIT’deki hikâyeler gibi. Buna kendi çalıştığım kurumumu da dahil etmem gerekir; ve eminim, bilmediğim nicelerini de.

Zorbalık yalnızca bireysel kabalık değil; kurumsal bir kültürün sonucu.

O yüzden çözüm, bireylerin “iyi niyetine” değil, yapısal dönüşüme bağlı.

Yine filmden, Rachelle Burks’ün kapanıştaki sözleri belki de bugünün en net reçetesi:

Düzeltme farkındalıkla değil, eylemle olur. Daha iyisini yapabiliriz, daha iyi olabiliriz, ve bunu birlikte başarabiliriz.

Sonuç Yerine: “Bilim”i Hatırlamak

Picture a Scientist”i izledikten sonra 2020 yılında kaleme aldığım kendi yazımı yeniden okudum, ve fark ettim ki, aradan geçen yıllarda değişen çok şey olmuş, ama değişmeyen daha da fazla.

Ben hâlâ aynı sorudayım: Bilim, insan onurunu nereye koyuyor?

Belki de bilim, ancak kendi vicdanına dürüst olduğunda yeniden büyüyecek. Çünkü iyi bir deneyin, iyi bir makalenin, iyi bir buluşun ardında her zaman “iyi bir insanlık” olmalı. Yoksa elimizde sadece veriler kalır, ama gerçeği kaybederiz.

Not:

*Bu yazıyı, coğrafya gözetmeden, kendi ülkesinde “zorbalıkla değil, merakla anılmak isteyen” tüm genç bilim insanlarına adamak istiyorum. Ve hikayelerini içtenlikle anlatan Nancy, Jane, Rachelle’e… Bilimin sadece bir meslek değil, bir etik alanı olduğunu hatırlattıkları için.

Utku Perktaş

Prof. Dr. Utku Perktaş, Hacettepe Üniversitesi, Biyoloji Bölümü öğretim üyesi.

Recent Posts

Yeni Anayasa’ya DEM Desteği İçin Üç Maddede Değişiklik Yeter mi?

TBMM Komisyonunun 4 Aralık toplantısı AK Parti-MHP ittifakının “Terörsüz Türkiye” sürecinin 2026 yılının ilk yarısındaki…

20 saat ago

Fidan: Savaş Yayılıyor, Bu Korkunç Bir Şey, Ama AB Güney Kıbrıs’a Rehin

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Rusya-Ukrayna savaşının giderek daha geniş bir coğrafyaya yayıldığını, bunun “çok korkutucu…

1 gün ago

Erdoğan, Bahçeli’nin “Rezalet” Çıkışını Üstüne Almadı Barzani’yi Suçladı

İçişleri Bakanlığı 2 Aralık gecesi 22.15te Irak Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) lideri Mesud Barzani’nin 29…

2 gün ago

CHP Operasyonları, Terörsüz Türkiye Sürecini Enfekte Ediyor

Dün, 1 Aralık, Ankara’da “Ortak Geleceğe Birlikte Bakmak” başlıklı bir çalıştay vardı. Diyarbakır merkezli araştırma…

3 gün ago

Komisyonun Karar Toplantısı Öncesi: Barış Vicdanı Olmadan Barış Olmaz

Barışın kaderi çoğu zaman masadaki teknik maddelerle, güç dengeleriyle ve takvimlerle açıklanır. Oysa eksik olan…

3 gün ago

Avrupa Kururken: Su Krizinin Sessiz Siyaseti

Avrupa’nın kuraklık haritası artık yalnızca meteoroloji raporlarında değil, uyduların yerçekimi ölçümlerinde de görünür durumda. Yirmi…

4 gün ago