Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 9 Şubat’ta Kartal’da 7 Şubat günü ortada deprem filan yokken çöken binanın enkazına gidip konuşma yapmamış olsaydı, “ana akım” medyamızın orada ölen 21 kişiyi nasıl haber yapacağını bilemezdik; ilk anda üzerine yayın yasağı konmuştu çünkü.
Yayın yasağını duyar duymaz, yakın zamanlarda benzeri durumlarda, ama en azından onlar terör saldırısı gibi durumlardı, Ankara’dan gelen “Neden çok yer veriliyor?” telefonlarına “Koyun yasağı, biz de rahatlayalım” diyen medya yöneticisi meslektaşlarımın olduğunu hatırladım. Artık çıta, tam da seçim öncesi memleketin dikensiz gül bahçesi olduğu görüntüsünü bozacak asayiş haberlerine de tahammülsüzlüğe dek indirilmiş durumda.
Günümüz Türkiye’sinin ana akımı budur.
“Ana akım medya” da Batıdan, İngilizce “Main stream media”nın tercümesi olarak ithal ettiğimiz bir kavram. Ünlü Collins sözlüğü “Çoğu insanın bildiği ve güvendiği” haber kaynağı olarak tarif ediyor. Urban Dictionary gibi daha yeni kaynaklarda en azından “tarafsızmış gibi yapan belli başlı” televizyon, gazete ve diğer haber kanalları gibi tanımları var.
Yakın zamana dek, belki on yıl diyebiliriz, Türkiye’de de “çoğu insanın bildiği” medya mecraları, en azından “bağımsız ve tarafsızmış gibi” yapabiliyordu; hadi bu kadar yıl haber yöneticiliği yapmış biri olarak kendimi de içine katayım, yapabiliyorduk.
Sonra, 2006-2007 diyelim, yavaş yavaş, en azından çok satan ve çok izlenenler arasında bu iddiada bulunmak dahi riskli bir iş halini almaya başladı. Bu, “bağımsız ve tarafsız” olma iddiasının giderek “hükümet yanlısı olmamakla”, oradan da “hükümet karşıtı olmakla” eş tutulduğu süreçtir. (Bu aynı zamanda istenmeyen isimlerin, gülün dikenleri gibi, gülün dikensiz olmayacağını bilmeden birer birer ayıklandığı dönemdir; tutuklamaları, mahkûmiyetleri burada saymıyorum, orada ayrı acılar var.)
Bunun sonuçları hemen görüldü. Tabii işin içinde dijital yayıncılığın, internet yayıncılığının gelişmesinin de önemli payı var ama bu işle biraz ilgilenenler, Batıdaki durumla Türkiye’yi çok rahat karşılaştırabilir.
Örneğin 2013 ila 2018 arasındaki beş yılda Türkiye’nin nüfusu yaklaşık 75 milyondan, 80 milyona çıktı. Okuryazarlık oranı ve şehirleşme oranı arttı. Aynı süre içinde, Anadolu Ajansının Türkiye İstatistik Kurumu verilerinden derleyip yayınladığına göre basılan toplam gazete nüshası sayısı (yani bir yıl içinde bütün gazetelerin, her gün bastığının toplamı) 2 milyar 296 milyon nüshadan 1 milyar 559 milyona düşmüş. Yani Türkiye’nin nüfusu yüzde 7 artıp, şehirleşme yüzde 80’lerden 90’lara yükselirken gazeteler yüzde 32, yaklaşık üçte bir tiraj kaybetmiş.
Sadece dijital etki mi? Bakalım.
Oxford Üniversitesinin Reuters Gazetecilik Çalışmaları Enstitüsünün 2017 raporuna göre Türkiye (Yunanistan’la birlikte) halkın haberlere güvenmemesi sıralamasında ABD’den sonra ikinci sırada; bizi Arjantin ve Fransa takip ediyor ki bütün bu ülkelerde yazılı basın ve belli başlı televizyon kanalları güç kaybediyor. Ancak medyaya güvenilirliğin hala yüzde 50’ler ve üzerinde olduğu Finlandiya, Hollanda, Almanya gibi ülkelerde basılı medya ve televizyon yayıncılığındaki düşün diğerlerindeki kadar keskin değil; onlardaki çoğunlukla internet yayıncılığına bağlı bir düşüş.
Bunu başka şekilde de ölçebiliyoruz. Örneğin Kadir Has üniversitesi (KHAS) tarafından yayınlanan 2018 Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırmasına göre, 2017’de, hiç gazete okumadığını söyleyenlerin oranı yüzde 37,1 iken bu oran 2018’de 57,5’e fırlamış; her gün okuduğunu söyleyenlerin oranı ise 19,6’dan, 10,5’e, hemen hemen yarı yarıya düşmüş.
Şaşırtıcı mı? Birbirinin aynı manşetler, birbirinin aynısı haberler, dünya yıkılsa “göze batmayalım” mantığıyla “insan haberi” adı verilen ve dikkatleri siyasi ve ekonomik tablodan kaçırmaya yönelik yayınlar oldukça şaşırtıcı değil. Yine KHAS araştırmasına göre, medya en az güvenilen kurum ve Türkiye’de basın özgürlüğü olduğuna inananların oranı 2017’de yüzde 45 iken 2018’de 38’e düşmüş.
Bugün tiraj sıralamasındaki ilk 15 gazetenin, Sabah’ın (yaklaşık 278 bin) ve Hürriyet’in (262 bin) ardından üçüncü sırasındaki Sözcü (246 bin) dışında tamamı, sahipleri hükümet yanlısı olan sermaye gruplarının elindedir. Burada ölçü, hükümet yanlısı olmadığını, hükümet icraatına göre tarafsız durduğunu söyleyebilme duruşudur; bunu kamuya açık şekilde söyleyebilen medya sahipleri varsa, bu söylediklerim onları bağlamaz. Tirajlara baktığımızda, gazetelerin yüzde 90’a yakınının bu durumda olduğunu söylemek mümkün…
Tirajların ne kadar gerçeği yansıttığı da tartışmaya açık. Tiraj raporlarına baktığınızda 250 bin, 100 bin, 50 bin gibi eşikler etrafında yoğunlaşmalar görürsünüz. Bunlar çoğu zaman, aslında olmayan, ama Basın İlan Kurumundan resmî ilan alabilmek için göstermelik olarak tutturulan tiraj sayılarıdır; bir kısmının matbaalardan doğrudan hurda kağıtçıya gittiği piyasada konuşulur. Ama tiraj düştükçe, yani okunurluk azaldıkça resmî ilanla bu yayınların beslenmesi artar. Az önce verdiğimiz TÜİK rakamlarına göre, 2016’dan 2017’ye tirajlar yüzde 4 düşerken, resmî ilan ve reklama yapılan harcama yüzde 4,5 artarak 445 milyon liraya yaklaşmıştır. Bu yayınların çoğu kamu kuruluşlarının desteği olmaksızın yaşayamaz durumdadır.
Televizyonların durumu çok farklı değil. Geçenlerde, televizyon yıldızı olan bir meslektaşımız sosyal medyada “Teşekkürler Türkiye” kıvamında haftalık konuşma (artık tartışma diyemiyoruz) programlarının birinci geldiğini ilan ediyordu. İzlenme raporlarını soruşturdum, doğruydu. Sonra aklıma geldi, bir de izlenme oranı ve seyirci payına bakayım dedim. Onlar adına ben utandım. O oranlarla bundan on sene, bırakın on seneyi, beş sene önce ilk elli listesine girilmezdi. Tıpkı okunmayan gazetelerinin sıralamasıyla övünenler gibi, izlenmeyen televizyonlar da şampiyonluk açıklıyorlardı. Televizyonlarda durumu ABD’li sermaye yapısı sayesinde kısmi dokunulmazlık kalkanına sahip Fox TV (haber kaynağı olarak belirtenlerin yüzde 25’i) ve biraz da Halk TV kurtarıyor; yine de baskınlık oranı yüzde 75-80 arasında.
Yani, ana akım medya tanımının ön şartı sayılan “bilinirlik” azalmakta, “güvenilirlik” daha da azalmakta ve “tarafsızmış gibi yapma” imkânı dahi kalmamış görünmektedir. Bunu söylerken medyanın eski hallerine övgü düzdüğüm sanılmasın. O dönemde de çok sorunlarımız vardı, iktidarlarla da vardı, ama bugün bambaşka bir tablo var karşımızda. Bu tablo bize artık Türkiye’de “ana akım” medyadan söz etme imkânının giderek kalmadığı, yerini sahiplik yapısının siyasi eğilimi bakımından “baskın” medyanın aldığını göstermektedir.
İnanılırlığı, güvenilirliği kalmamış baskın medyanın tek sesli yayınlarının Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AK Parti hükümetlerine ne gibi yarar sağladığı da artık kuşkulu; belki yalnızca muhalif seslerin –ara sıra hükümetin hâlâ müsamaha gösterdiği muhalefet liderleriyle yasak savma kabilinden mülakatlar dışında- kısılmasını bir kâr sayıyorlardır.
Sonuç mu? AK Parti’nin üç kurucusundan biri olan, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Abdullah Gül’ün konuşmalarının dahi haberleştirilemediği bir tablo.
Baskın medya ne yaparsa yapsın kendisinden beklenen siyasi faydayı vermekten uzak; bunu Erdoğan da gördüğü an işleri daha da zorlaşacaktır.