Dindar/muhafazakâr camianın önemli kalemlerinden Ahmet Taşgetiren 15 Ağustos tarihli Karar gazetesinde “Muhafazakâr camianın gündemi” başlıklı tahlilinde cevap bekleyen bir dizi soru sordu.
Sorulara geleceğiz ama önce Taşgetiren’in yazısını İslamcı camianın keskin kalemlerinden Abdurrahman Dilipak’ın 14 Ağustos tarihli Yeni Akit yazısından aldığı şu cümleyle bitirdiğine dikkat çekmek lazım: “Birileri Reisi Pelikancıların karargâhına götürebiliyor, ama koskoca bir kitle bu rezalete dur deme konusunda Reise sesini duyuramıyor.”
Dilipak’ın AK Parti’nin 18’inci kuruluş yıl dönümü olan 14 Ağustos’ta kurduğu bu cümlenin satır arasını şöyle tercüme etmek mümkün:
“Koskoca bir kitle” tanımıyla, Dilipak’ın “Reis” diye hitap ettiği Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a gönül veren ve 18 yıldır AK Parti’ye oy verenlerin çoğunluğunu oluşturan İslamcı, dindar, ya da muhafazakâr kitleden söz ediliyor. Dilipak, bu kitlenin, Erdoğan’ın 3 Ağustos’ta “Pelikancılar” diye adlandırdığı Boğaziçi Küresel İlişkiler Merkezini ziyaretini “rezalet” olarak tanımladığı iddiasında. Dahası Erdoğan’ın Pelikancılara “götürüldüğünü” söylüyor; burada Erdoğan’ın Pelikancılar ziyaretini kendi tam istek ve iradesi dışındaki etkenlerle yaptığı iddiası var. Dilipak’ın Bir iddiası da İslamcı, dindar ve muhafazakârların artık Erdoğan’a sesini duyuramadığı… Yani bu “koskoca kitle” Erdoğan’a sesini bir duyurabilse, Erdoğan’a “dur” diyecek ve Erdoğan örneğin Pelikancılar ziyaretinin “rezalet” olduğunu fark ederek duracak; varsayım budur.
Taşgetiren önemli sorulara yanıt aradığı yazısını bu alıntıyla bitirerek, kendisinin de bu görüşe katıldığını, en azından yakın durduğunu ifade etmiş oluyor.
Gelelim Taşgetiren’in “Muhafazakâr camianın gündeminde” olduğunu söylediği konulara ve sorulara.
Taşgetiren’in en can alıcı sorularından birisi AK Parti’nin “önce 31 Mart’ta Ankara, Adana, Antalya gibi büyük şehirlerde, sonra 23 Haziran’da çok daha dramatik biçimde İstanbul’da kaybetmesinin” sebepleri. Taşgetiren böylelikle Erdoğan’ın, MHP ile girilen Cumhur İttifakını da katarak “Kaybetmedik, kazandık, Belediye Meclislerinde çoğunluk bizde” söyleminin AK Parti tabanındaki muhafazakâr kitle tarafından inandırıcı bulunmadığını söylemiş oluyor. Devamında “muhafazakâr ailelerin çocuklarının anne-babalarından farklı siyasi yöneliş içine girmelerinin ve özellikle de AK Parti’ye karşı mesafe koyduğu” saptamasını yaparak bu eğilimin kalıcı” olup olmadığını sorguluyor. Ve aslında Erdoğan yönetimindeki AK Parti’nin bunun farkında olup olmadığını soruyor.
Çünkü Taşgetiren’in yazısının önemli bir kısmı şu sorulara yanıt arıyor: Bu koşullarda Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun ayrı parti girişimleri, Erdoğan’ın ima etmiş olduğu üzere, “davaya ihanet” sayılır mı? Bu çıkışlar AK Parti’nin Fazilet içinden çıkışından farklı mı? Babacan ve Davutoğlu’nun şansları nedir? Birleşme ihtimalleri var mıdır? “Babacan’ın Türkiye insanının liderlik profili içinde karşılığı var mıdır?” Ya da Babacan’ın “eşitler arasında birinci” olacağı bir liderlik modeli, Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de geliştirilebilir mi? Abdullah Gül, Babacan hareketinin neresinde? Babacan’ın “birlikte hareket ettiği eski AK Partili bakanlardan oluşan kadro bir avantaj mıdır, bagaj mı?”
Bütün bu soruların yanıtları belli ki Taşgetiren’in aklında var ve aslında soruların içinde verilmiş oluyor.
Taşgetiren demek istiyor ki, Erdoğan bu “koskoca kitleye” kulak verirse, yeni dostlarını onu bugünlere getiren eski dostlarına tercih etmeyi bırakırsa, yerel seçim yenilgisinde araya mesafe koyan seçmen, yeniden Erdoğan’ın yanına gelebilir ve yeni çıkışların pek şansı kalmaz.
Zaten yazısını Dilipak’ın bunu daha keskin sözlerle ifade ettiği alıntısıyla bitirmesi bu varsayıma işaret ediyor.
Oysa Erdoğan, 14 Ağutsos’taki 18’inci Yıl mesajında bakın ne diyordu: “Dün bitti. Bugün ne geçmişin karanlığına ağıtlar yakacağız ne de dünkü başarılarımıza destanlar yazacağız. Dostlarım dün bitti, geçti gitti. Bugün yeni bir gündür. Aydınlık Türkiye için geleceğimiz için yeniden yollara düşme günüdür.”
“Yeniden yollara düşme günüdür”. “Dün bitti, geçti gitti” vurgusu, Mevlana Celaleddin Rumi’nin dizelerine atıf gibi duruyor. Mevlana “Dünle beraber gitti canlarım” diyordu, “Ne kadar şey varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”
Erdoğan kimseyi kandırmıyor aslında; söylediklerini olduğu gibi duymak isteyene kendini olduğu gibi ifade ediyor. Yeni bir yola düştüğünü ve peşinden gelmek isteyenlerin onu böyle kabul edip lider saymaya devam etmesi gerektiğini söylüyor.
Bunu da ilk defa söylemiyor. Aslında başlangıç olarak 2007’de Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle sonuçlanan restleşmeyi almak mümkün ama bugün artık açıkça ifade edilen değişimin başlangıcı, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçildiği 28 Ağustos 2014 ve hemen öncesinde yaşananlardır. Gül’ün yeniden aday olmasının önünü kesmek için Davutoğlu’nun öne çıkarılması, o süreçte AK Parti kuruluşunda yer almış pek çok “eski dostun” kenara çekilmesi bir tek şeyi gösteriyordu. Bunu o zaman da yazılarında tahmin etmiş az sayıda gazeteciden biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim: Erdoğan artık siyasete gözünü kendisiyle açmış, kendisinden önce bir siyasi sorumluluk üstlenmemiş, lidere bağlılığı davaya bağlılık sayan bir kuşakla çalışmak istiyordu.
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçildiğinde Başbakanlık döneminden yanına taşıdığı çok az (ve genç kuşaktan) isim olması dahi bunu gösteriyordu. “Bagaj” saydığı isim ve ilişkileri kademeli olarak tasfiye etti. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine, Fazilet’i bırakıp kendisiyle AK Parti yolunu yürüyen “eski dostların” bir kısmının itirazına rağmen, MHP lideri Devlet Bahçeli ile geçiş yaptı. Hatta Davutoğlu’nun bir parti içi darbeyle (ki Davutoğlu bu işlemin psikolojik operasyon boyutundan “Pelikancıları” sorumlu tutmaktadır) istifaya zorlanmasıyla yerine geçen Binali Yıldırım’ın yeni sisteme geçişini bir yıl kısaltan 2018 halkoylaması dahi Bahçeli’nin öneri ve desteğiyle yapıldı. Halkoylaması ardından kurulan yeni hükümette ekonominin, Hazine ve Maliyenin birleştirilmesi suretiyle, damadı Berat Albayrak’a teslim etmesi, yeni ilişkiler düzeninde aile bağlarının da rolü olacağını vurguluyordu.
Erdoğan bunları hiç gizli yapmadı ki; görmek isteyenler için her şey ortadaydı.
Nitekim bugün Dilipak ve Taşgetiren’in yakınmasına konu olan “Pelikancılar”ın omurgasını, Serhat Albayrak’ın yönlendiriciliğinde Turkuvaz Grubu ve SETA’cılar oluşturuyor; yani medyadaki dönüşüm de bundan bağımsız sayılamaz.
Yakınmaların satır arasında bir başka boyut daha gizli… Ekonomi büyürken, o büyümeden fayda gören “eski dostlar” da vardı. Oysa ekonomi küçülmeye başladı. Erdoğan son Merkez Bankası operasyonları ve açık ve kapalı vaatlerle çekilmeye çalışılan dış yatırımcılar üzerinden küçülmeyi tersine çevirmeye çalışsa da, pastadan herkes son yıllarda almaya alıştığı büyüklükte dilimleri alamayacak. Belki bazıları artık hiç alamayacak. 18 yıldır Erdoğan’a “sesini duyurabilmiş” ve destek vermiş bazı kesimlerde böyle bir endişenin bulunması da yadırganmamalı.
Taşgetiren ve Dilipak’ın “seslerini” duyurabilseler Erdoğan’ın her şeyi onların arzuladığı gibi yoluna koyabileceği inancına gelince.
Bu bana 2000 yılında Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı seçilmesini takiben çıkan ve daha sonra 2001 mali kriziyle derinleşen siyasi ortamda yayılan “Ecevit iyi, ama çevresi kötü” söylemini hatırlattı. Ecevit insan olarak iyiydi, dürüsttü. Siyaseten ise etrafına topladığı çalışma arkadaşlarının davranışlarından sorumluydu. Ecevit sonunda halk tarafından krizden sorumlu tutulan kişi oldu, koalisyon ortağı MHP lideri Bahçeli’nin erken seçim çağrısıyla başbakanlıktan Meclis dışına düştü. Bir önceki seçimde CHP’yi Meclis dışında bırakan merkez sol seçmen, hepsi Deniz Baykal’ın siyasetini çok beğendiği için olmasa da Ecevit’ten umudu kestiği için 2002’de CHP’ye oy verdi. Sağda da diğer partilerden umudu kesen seçmen AK Parti’yi tek başına iktidar yaptı.
Ben de İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy ile bitireyim:
“Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”