Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile 24 Ocak’ta İstanbul’da görüşmesi ardından, Merkel’in Sözcüsü Steffen Seibert, Twitter hesabında şunları söyledi: “Türk hükümetine Suriye’den gelen mülteciler konusunda yardımı sürdürmek istiyoruz. Türkiye’nin yaptıkları kayda değer. Bu konuda teşekkür ederim.”
Merkel böylelikle Alman kamuoyuna, Türkiye’nin Almanya ve Avrupa Birliği (AB) genelinde hem Orta Doğu ve Doğu Akdeniz siyaseti, hem de demokrasinin kalitesi nedeniyle eleştirildiği bir dönemde neden gittiğini, adeta “Suriye’den daha fazla mülteci gelmemesi için” diye izah etmek istiyordu. Özellikle de Rusya’nın İdlib’e baskısı nedeniyle onbinlerce yeni mültecinin Türkiye sınırına yığılmaya başladığı ve Erdoğan’ın “Bırakırım, gelirler” uyarılarını tekrarladığı bir sırada. Oysa ne İstanbul’da Erdoğan’la konuştukları, ne de Almanya’nın Türkiye’yle ilişkilere gerçek bakışı Suriyeli mültecilerle sınırlıydı.
Aynısı Erdoğan için de geçerliydi. Merkel’in 2017’den bu yana yaptığı bu ilk ziyarette hem kendisinin, hem de Erdoğan’ın beklentileri belliydi. Nitekim ortak basın toplantısında beyanlar bu çerçevedeydi. Yani Merkel, Erdoğan’a ‘mültecileri tutmaya devam et, yargı ve ifade özgürlüğü başta olmak üzere demokratik adımlar at, ben de Avrupa’da seni savunabileyim, yatırım da kendiliğinden gelir’ demiş oldu. Erdoğan da (1 Temmuz 2020 itibarıyla altı aylık AB dönem başkanlığını alacak olan) Merkel’e ‘AB ile üst düzey siyasi diyaloğun yeniden başlamasına yardımcı ol, Fethullahçı ve PKK’lılara karşı destek ver, mültecilere bakmam için maddi destek sağla ve yatırımların önünü aç’ demiş oldu.
Bunlar Türk-Alman ilişkilerin geldiğimiz aşamadaki görünür kısımları. Görünmeyen kısımda tablo çok daha karmaşık… Dolayısıyla hem 2021’de artık aday olmayacağını açıklayan Merkel’in tarihsel boyutu bulunan Türkiye-Almanya ilişkilerinden geriye enkaz devretmeme çabası, hem de Erdoğan’ın ekonomiyi yeniden büyütmek ve Batı sisteminden koparılmamak için AB ilişkilerini düzelmeye ve bunun için Merkel’den destek alması için yapmaları gerekenler var. Özellikle Türkiye’nin Avrupa’daki algısı ortadayken Merkel’in işi hiç kolay değil.
Belki de bu karmaşık tabloyu daha iyi okuyabilmek amacıyla İstanbul’da bulunduğu saatlerde, sadece Erdoğan ile değil, ekonomi ve sivil toplum çevreleriyle de sohbet toplantıları yaptı. Gerek Türkiye-Almanya, gerekse Türkiye-AB ilişkilerindeki genel konuların beyanat değil de arka-plan sohbet koşullarıyla konuşulduğu bu toplantıların birine ben de davetliydim.
Erdoğan ve Merkel’in basın toplantısı, diplomatik kaynaklarla konuşmalarım ve gerek açık, gerekse arka-plan bilgiler ışığında Türkiye-Almanya ilişkilerindeki mevcut tablo konusunda edindiğim izlenimi şöyle aktarabilirim:
Merkel öteden beri Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı çıktı, hatta “imtiyazlı ortaklık” kavramını ortaya attı ama Türkiye AB ilişkilerinin kesilmesi önerilerine de karşı durdu. Bu görüşünü hala koruduğu, AB bünyesinde Türkiye’nin bütün Avrupa kurumlarından çıkarılmasını isteyen bazı ülkeleri engellediği anlaşılıyor.
Almanya’nın, Türkiye’de yargı bağımsızlığı, ifade ve basın özgürlüğü gibi konulardan rahatsız olduğu zaten biliniyor. Merkel, Türkiye’de görev yapan 30 civarında Alman gazeteciye basın kartı ve akreditasyonu verilmemesinden şikâyetini Erdoğan ile basın toplantısında da dile getirdi; ziyaretten önce bu konuda Cumhurbaşkanlığı ile temas kurulduğu ancak istenen sonucun alınamadığı anlaşılıyor. (Toplantının yapıldığı gün çok sayıda Türk gazetecinin basın kartlarının da iptal edildiği haberleri medyada yer almıştı.) Almanlar, kararları hükümetçe beğenilmeyen yargıçların görevden alınması uygulamasına akıl erdiremiyor; bu çerçevede Erdoğan’ın basın toplantısında “talimatlar verildi” beyanını önemsedikleri, kaydettikleri anlaşılıyor.
Öte yandan Berlin, Türkiye’nin İran, Irak, Suriye gibi ülkelerle komşuluğunun, Almanya’nın Fransa, Avusturya, Hollanda gibi ülkelerle komşuluğuyla aynı olmadığının, Türkiye’yle ilişkilerde jeostratejinin dikkate alınması gerektiğinin farkında. Türkiye’nin NATO üyeliğinin tartışmaya açılmasına karşı güçlü bir duruş gözleniyor. Jeostratejik gerçeklerin Türkiye’nin batı sistemi içinde kalması konusundaki gerekliliği bakımından güncel olarak iki konunun öne çıktığı anlaşılıyor: Mülteciler ve Rusya.
Merkel, Erdoğan ile basın toplantısında, Suriyeli mülteciler konusunda Türkiye’ye haksızlık yapıldığı, yeterince desteklenmediği konusunda özeleştirel bir tonda konuştu. Burada, Alman medyasında daha çok yardım yapılamama nedeni olarak, Erdoğan hükümetinin para yardımının proje temelli ve kurumlar aracılığıyla olmaktan çok, doğrudan hükümete yapılmasını istediği, bunun da hem Almanya, hem AB’nin şeffaflık kurallarına aykırı olduğu iddiası yazılıyor. Ancak gelinen aşamada, Almanya’nın kendi mevzuatı çerçevesinde Suriyeli mülteciler konusunda Türkiye’ye daha çok destek verme eğiliminde olduğunu söylemek mümkün.
Almanya’nın bazı AB ülkeleriyle birlikte Türkiye’nin Suriye’deki Barış Pınarı Harekâtı nedeniyle Türkiye’ye silah satışını yasaklaması kararının adeta sorgulamaya başladığı izlenimini edindim. Silah satışını yasaklama tepkisinin NATO üyesi Türkiye’nin Rusya’dan daha fazla silah almaya başlamasına, Rusya’ya daha da yakınlaşmasına yol açtığı tezi belli ki Berlin’de tartışılıyor, bu tutumda kısa vadede değişiklik olacağına dair somut bir izlenim edinilemese de.
Merkel’in Türkiye’de tutuklu veya yurtdışına çıkış yasağı altında bulunan Alman vatandaşları konusunu gündeme getireceği, Erdoğan’ın da buna karşılık 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ardından Almanya’ya sığınan ve Türkiye’de “FETÖ üyeliği” ile suçlanan, ayrıca PKK adına faaliyet gösteren Türk vatandaşlarının iadesi talebini tekrarlayacağı görüşme öncesinde biliniyordu. Bu kişiler arasında Türk Silahlı Kuvvetleri, üniversite ve medyada sarsıntılara yol açan Ergenekon, Balyoz gibi davaların, bir zamanlar Erdoğan hükümetinin göz bebeği olan, şimdi aranan savcısı Zekeriya Öz’ün de bulunduğu haberlere konu oluyor.
Ancak özellikle darbe girişimi sonrasında Türkiye’ye dönmeyen ve darbe girişimi suçlaması altındaki Türk (ve doğal olarak NATO) askeri personeline Almanya’nın nasıl iltica hakkı verdiği konusunda tatmin edici bir yanıt almak hâlâ mümkün olmuyor. Alman yasalarının Şansölyeye yargının belli kişiler hakkında işlem yapma konusunda talepte bulunması imkânı vermediği, yargının bağımsız olduğu, bu nedenle bazılarının hiç hak etmediği halde iltica almış olabileceği öteden beri söyleniyor. Buna karşı Türkiye’yle siyasi diyalogun devamının bir gerekçesi olarak da, aksi takdirde Türk-Alman gazeteci Deniz Yücel’in serbest kalması örneği veriliyor. Bu da ABD Başkanı Donald Trump’ın “Erdoğan’a söyledim, Rahip Brunson’ı serbest bıraktı” demesinin Avrupalı nezaketi çerçevesinde diplomatik ifadesi olsa gerek.
Öte yandan, bilindiği gibi Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği hukuk danışmanlarından avukat Yılmaz Sunar, halen casusluk şüphesiyle tutuklu bulunuyor. Alman medyası geçtiğimiz hafta eski MİT mensubu Enver Altaylı’nın da Alman vatandaşı olduğu için Büyükelçilik mensupları tarafından cezaevinde ziyaret edildiğini yazmıştı. Alman yönetiminde, 2016 askeri darbe girişimi arkasında gerçekten devlet içindeki yasadışı Fethullah Gülen örgütünün mü olduğu yolunda hâlâ tereddütlerin bulunması, bir ölçüde zamanında Gülen Cemaatinin önünün Erdoğan tarafından açılmış olduğunun bilinmesinden kaynaklanıyor olabilir.
Merkel’in daha başbakanlığa gelmeden önce, kuruluşundan itibaren AK Parti ile ilgilendiği biliniyor. Başlarda, özellikle CHP ile birlikte geçekleştirilen AB reformları döneminde AK Partinin Türkiye’de demokratik siyaset ve şeffaf ekonominin önünü açacak fırsat gözüyle bakıldığı, ancak gelinen aşamadan hayal kırıklığı duyulduğu ifade ediliyor. Konuşulanlardan öyle bir izlenim edinmek mümkün ki, Batı Avrupa’yı askerlerin siyasete müdahalesi denetim altına alınabilirse Türkiye’de demokrasi önünde hiçbir sorun kalmayacağına inandırmış birileri, ama artık asker siyasi denetim altında olmasına rağmen demokratik ortamın daha da gerilediğini saptamaktan duyuluyor bu hayal kırıklığı. Adeta, Erdoğan’ın Fethullahçılar konusunda “kandırıldık” demesine benzer bir durum söz konusu.
Almanya’da iktidar, muhalefet ve medya ayrımı olmaksızın, 2016 askeri darbe girişiminin Türkiye’de daha katı bir rejimin hâkim kılınmasına gerekçe yapıldığı inancı hâkim; bununla da sadece yürütme değil, fiilen neredeyse bütün yetkilerin Cumhurbaşkanında toplandığı mevcut sistem kast ediliyor.
Bu tablonun Almanya siyasetine yeni bir eğilimi getirdiğini söylemek mümkün… Anladığım kadarıyla, halkın büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’de çoğulcu demokrasinin gelişmesi için Mustafa Kemal Atatürk’ün getirdiği laiklik ilkesinin ne kadar önemli olduğu anlaşılmaya başlanmış. Hatta laiklik ilkesinin aşındırılması bir endişe kaynağı olmaya başlamış. Kemalizmin, geçmişte askeri darbelere gerekçe yapılmış olmasının, laikliğin değerinin yeniden anlaşılmasına engel olmadığı söylemini, yakında daha açık şekilde duymak şaşırtıcı olmamalı.
Türkiye’nin neredeyse bir asır önce benimsediği ve yakın zamana dek batıda Türkiye’deki demokrasinin gelişmesi önünde engel olarak gösterilen laiklik ilkesinin itibarının iade edilmeye başlamasında, Erdoğan hükümetin 2011 Arap Baharından itibaren izlemeye başladığı Orta Doğu siyasetinin de etkisi var. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulması olarak özetlenen laikliğin itibarının Batıdaki iadesinin, bir dönem hedef yapılan Atatürk’ün kıymetinin anlaşıldığı yönündeki beyanlar izleyebilir.
Şam Ravda Meydanı, 15 Aralık 2024, Türkiye’nin Şam Büyükelçiline 12 yıl aradan sonra, ay yıldızlı…
Mehmet Öğütçü ve Rainer Geiger Ortadoğu, yıllardır süregelen siyasi istikrarsızlık ve ekonomik çalkantıların izlerini taşıyan…
Yeni yıla girmemize sayılı gün kala, Milli Eğitim Bakanlığı sayesinde çocuklarımızı ve gençlerimizi maazallah kazara…
ABD ordusu bir kez daha Donald Trump’a Suriye resti çekiyor. Başkanlık görevini 20 Ocak’ta devralacak…
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, ABD'nin Gazprombank için uyguladığı yaptırımlardan Türkiye'yi muaf tutacağını…
Milli Savunma Bakanlığı (MSB) ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller'ın Suriye'de Türkiye destekli Suriye Milli…