Haftalardır evdeyiz (İşimizi evden sürdürme fırsatımız varsa elbette). Evde olmak, biraz da birikmişlerle haşır neşir olmak demek. Elden geçen dolaplarda keşfedilen giysiler, nicedir ihmal edilmiş yakınlarla uzun görüntülü sohbetler, “Ne zamandır seyretmek istiyordum” cümlesiyle kavuşulan filmler, belki yıllardır kütüphanenin rafından bakıştığımız kitaplar…
Zaman geçiyor böylece. Ama insanın gönlü bir de “yeni” istiyor. Şöyle yeni basılmış bir kitabın kokusu fena mı olur şimdi?
Kendi yeni, içi ise geçmişe yolculuk yaptıran bir kitap çıktı bu hafta. Adı “Bir Şehr-i İstanbul Ki”. Yazarı, kitabın yayıncısı Oğlak Yayınları’nın isabetli tarifiyle “yakın tarihimizin arkeoloğu” Gökhan Akçura.
20. Yüzyıl Türkiye’sinin gündelik hayatını didik didik etmeyi seven bir yazar Gökhan Akçura. Arşivlere dalmayı, takım elbiseli tarihin yüz vermediği hayatları kurcalamayı, bir fotoğrafın peşinde aylarca, belki de yıllarca araştırma yapmayı seven, biriktirdiklerini paylaşmakta cömert bir yazar.
“Bir Şehr-i İstanbul Ki”, şehrin eğlence tarihine götürüyor okurunu. İlk kabare tiyatrosu, Sarah Bernhardt’ın İstanbul’a gelişi, Rus devriminden kaçıp İstanbul’a sığınan bir siyahın kurduğu caz bar, Şan Sineması’nın tarihi, Saygısızlıkla Savaş Derneği… Hepsi bir arada. Bu tarih, genç Cumhuriyet’in nasıl bir kültürel kimlik inşa etmeye çalıştığının izlerini de taşıyor.
*Kitapta şöyle bir dip akıntısı var: İmparatorluktan Cumhuriyete geçişin kimlik arayışı… O günlerde oluşturulmaya çalışılan kimliğin bilgisiyle bugüne bakınca ne görüyorsun?
Cumhuriyet yeni bir dünya, yeni bir ülke yaratmaya çalıştı. Ama bu konuda fazla öykünmeci bir tavır takındığından, kendi mirasından yeteri ölçüde yararlanmadı. Ya da bu mirası, kendi kafasındaki “doğru”lara uydurmaya çalıştı. Özellikle kültürel alandan söz ediyorsak, bu alanda organik bir evrimleşme, Cumhuriyet’in her alandaki müdahaleci tavrından dolayı gerçekleşemedi. Bu nedenle bugün kültürel alanda “kakofoni” vardır. Yani her ağızdan başka bir ses çıkıyor, bu seslerin bütünü de sadece bir gürültü yaratıyor. Yani “kültürel çeşitlilik” değil “kültürel karmaşa” ürettik.
*Bir yazı, 1945 yılında kurulan Saygısızlıkla Savaş Derneği üzerine. Yazıda kullandığın bir alıntıda Fikret Adil diyor ki, “Sahici İstanbullu şehirde muhacir oldu”. Şehirli/ taşralı, gerçek İstanbullu/ sonradan gelen gerilimi ta o günlerde hissediliyor. Fransız aktris Marie Bell’in oyunu için verilen ilanda şöyle bir ifade var: “Şehrimizin bütün kibar halkı bu seansta hazır bulunacaktır”. Tiyatrolar, operetler, konserlerin belli bir “zümreye” seslendiği çok belirgin. Bu konuda ne kadar yol alabildik sence?
Cumhuriyet’in proje yöneticiliğinin yanlışlığı aslında esas olarak hep bu “seçkin zümre”ye göre ayar verilmiş olmasından kaynaklanıyor. Bugün düştüğümüz çukurda, neredeyse bir asır öncesinden gelen “seçkincilik” anlayışının rolü var bence. Toplumun bütünü düşünülerek üretilmeyen projeler, bir süre sonra karşıtını doğurarak tarih sahnesinden silinmeye mahkumdur. Örneğin “İstanbulluluk” kavramını ele alalım, ki çok güçlü bir örneklemedir… Cumhuriyet aydınları dediğimiz, çoğunu da gerçekten çok sevdiğimiz birçok yazarın gazete ve dergilerde kalan yazılarına bakalım. İstanbulluluk söz konusu olduğunda hepsi “seçkinci” kesilir. Sanki şehrin fermanlı sahipleri imişcesine, İstanbul’a gelmeye kalkan herkese düşman gözüyle bakarlar. Saygısızlıkla Savaş Derneği bu anlamda iyi bir örnek. Herkesin “burnunu sürterek”, iyi vatandaş yapmaya soyunuyorlar. Ben bunu hicvederek anlattığımı sanıyordum. “Ay, ne kadar iyi yapmışlar, şimdi de böyle bir derneğe ihtiyaç var” gibi yorumlarla karşılaşıyorum pek sık. Yani “seçkincilik” damarlarımızda akıyor oluk oluk…
*Bir yapboz duygusu veriyor yazılar. Bir yazıda eski kitaplardan alıntılar da kullanıyorsun, döneme ait bir fotoğraf da, bir gazete kupürü de… Bir yazı yıllar içinde oluşuyor diye düşünüyorum. Hangi malzeme hangi fotoğrafla birleşecek, eski bir kitaptan bir alıntı hangi efemerayla buluşacak bunlar zihninde dönüp durur mu sürekli?
Elbette zengin bir çeyiz sandığına benzetebilirsin zihnimi. Aynı anda yüzlerce alt başlık dönüp durur kafamın içinde. Kafam derken biraz da bilgisayarım anlamına geliyor artık. Orada dosyalar ve dosyalar var. Malzemeler onların içinde birikir. Önce geniş başlıklar altında. Mesela “Operet” diye bir başlık altında yüzlerce kupür, efemera taraması vb. durur. Sonra bir bakarız “’Halk Opereti” birikmiş, bir yazıya dönüşecek kadar büyümüş. Başlarız çalışmaya. Çalışma sırasında eksikler ortaya çıkar, yine araştırma, bir bilene başvurma, sahibinden satın alma vb. aşamalarından geçilir. “Artık bu yazıyı yazabilirim” demem için, birikimin beni tatmin etmesi gerekir.
Yazdığım, o güne kadar bu konuda yazılanların ötesinde bir katkı sağlamalı diye düşünürüm. Bazen yazı tamamlanır, ama görseller zayıftır. Onları edinmek için uzun süre beklediğim de olur. Zaman zaman talepler gelir, diyelim bir siyaset adamı “pesküvit” demiştir. Gazete senden “bisküvi” tarihini yazmanı ister. Hızla çalışır, tam tatmin olmadığın bir yazı yazarsın. Sonra yıllar içinde yeni bilgiler eklenir bisküvi tarihine, yazı genişler. Seni tatmin edince bir kitabına alırsın…
*Kitabı okurken toplumsal bir değişimin izini sürmek de mümkün. Özellikle Adalar’la ilgili yazılarda kadınların hayata nasıl git gide daha çok karıştığı ya da Türkleştirme gayretleri dikkatimi çekti. Yazarken bu perspektiften bakıyor musun?
Yazarken bir perspektiften pek bakmam. Ama topladığım malzeme yazıya dönüşürken kendi perspektifini yaratır. Elbette, herkes gibi benim de özellikle Türkiye tarihine belirli bir bakış açım var. Yazdıklarım da bu bakışın bir anlamda nesneleri, kanıtları. Ama şunun altını çizmek istiyorum: Topladığım bilgileri, belgeleri belirli bir bakışı, dünya görüşünü kanıtlamak adına kullanmam. Bunu yapanlar çok çünkü ve ben bu tür bir yaklaşımdan hiç hoşlanmıyorum. Yeni bilgiler, bildiklerimi her zaman besleyebilir, değiştirebilir. Bilim kuşku taşıdıkça anlamlıdır. Bu belki de gereksiz ön bilgiden sonra soruna cevap vermeye çalışayım.
Kadınların Cumhuriyet’le birlikte sosyal hayat içinde kazandıkları mevziler, her zaman beni ilgilendirdi. Bu konudaki ilerleme, yirminci yüzyıl tarihimizin en ilginç, en zengin konularını oluşturur. Kadın şoför/ Güzellik yarışmaları/ Moda/ kadınlar asker olursa/ Kadın şarkıcılar gibi konular hep ilgimi çekmiş, bu konularda yazmaya çalışmışımdır.
Türkleştirme ise başka bir konu. Cumhuriyet bu konuda aşırı bir milliyetçilik uygulamasıyla birlikte geldi. Vatandaş Türkçe konuş/ Türk Tarih Tezi/ Dilde Türkçülük ilk dönemin önemli satırbaşları. Bu milliyetçilik anlayışı, bugüne kadar uzadı, bizim doğru(yu) düşünmemizi büyük ölçüde engelledi. Hâlâ da engellemeye devam ediyor.
*Bu kitabın taşıdığı geçmişe, özellikle de geç Osmanlı-erken Cumhuriyet’e hep bir kültürel çeşitlilik atfedilir. Sence bu doğru mu? Buna kültürel zenginlik mi dersin, parçalı kimlik mi?
Kültürel çeşitlilik hoş bir şey ve biz buna sahibiz. Ama ne yazık ki bunu efendice kabul edip bundan yeni ürünler çıkarmak için hareket geçmemiş, yararlanmamışız, hâlâ da öyle. Cumhuriyet ne yazık ki bu çeşitliliğe eşitlikçi, üretken bir tavırla yaklaşmadı. Hep kendi kafasındaki “doğru”ları her şeyin önüne koydu. Bu doğruya uymayan “çeşitlilik”leri yok saydı, hatta bazen yok etmeye çalıştı. Hâlâ özgün bir müzik, resim, edebiyat mirasımız yok bence. Söz konusu çeşitlilik bunu oluşturabilirdi. Ama sonuç olarak birbirinden çok kopuk, birbirini beslemeyen, birbirine benzemeyen ve bir üst düzeye çıkamayan ürünler karmaşası ürettik. Belki tek tük bunu aşanlar olmuştur. Ben burada genel bir bakıştan, gözlemden söz ediyorum.
*Senin yazdıklarında çoğunlukla “alafranga” hayatlar var. Senin ilgini daha çok çektiği için mi böyle, yoksa bu alandaki malzeme mi daha iyi?
Elbette alafranga olacak. Bu şarkıyı ben yazmadım ki… Cumhuriyet bir alafrangalaşma projesidir. Ben de bu dönemin günlük yaşamını ele alan bir araştırmacı olarak, bu projenin yarattığı ürünleri inceliyorum, yazıyorum.
*2009 yılında Sema Aslan’a “Benim Kitaplarım” adlı kitabı için verdiğin söyleşide “…ben hep çantam dolu gelirim eve. Bu neredeyse uyuşturucu tutkunluğu gibi bir şey…” demişsin.
İstanbul’dan taşındın, yıllardır Karaburun’da yaşıyorsun. Eve çantan dolu gelmediğini varsayıyorum. Buna alışmak kolay oldu mu? Özledin mi eski hayatı?
Eski hayat aynen devam ediyor. Sanal olarak. Müzayedelerden, eski kitap ve efemera sitelerinden yine toplamaya devam ediyorum. Yani sahaflarla ilişkim devam ediyor. Kütüphanelerle de bağımız kopmadı. Son birkaç yıldır asistanım Bahar Göze sağolsun, benim İstanbul temsilcim hüviyetinde, kütüphane kütüphane dolaşıp malzeme topluyor bana. Benim ilgilendiğim konularda dağ gibi malzeme birikti bilgisayarımda. Yetmedi, benim daha sonra ilgilenebileceğim konuları da tahmin edip, onları da topluyor. Şu anda bilgisayarımda ve hard disklerimde elli yıl çalışsam tükenmeyecek kadar birikim var. Ama bilineceği gibi ben de bir ölümlüyüm.
*Aynı söyleşide “Kendi yarattığınız bir dünya ama sonunda ona mahkûm da oluyorsunuz” diyorsun, “Ufalamıyorsunuz. Ufalmam için bu işi bırakmam lazım. İstiyorum da aslında. Önüme 3 – 4 yıllık bir hedef koydum. Elimde birkaç konu var; onları sponsorlu bir şekilde yayımlatamazsam, orada toplanmış tüm malzememi müzayedelerde satacağım”. İyi ki de bırakmamışsın bu işi. Ama malzemelerinin büyük bölümünü müzayedede sattın. Geçen sürede bir o kadar malzeme yeniden birikti mi?
Böyle dememin nedeni biraz da anlaşılmamaktan geliyordu. Onca zaman araştırıyorsun, çalışıyorsun, yazıyorsun. Ama kaç kişi okuyor, alıyor, yararlanıyor? Bütün bunları da arkanda kurumlar, enstitüler olmadan yapıyorsun. Ne maddi ne manevi açıdan karşılığı yok yaptığımız işin. Ama bütün bunlara rağmen, yaşamına anlam katmak için, kendine yakıştırdığın misyonu sürdürmen gerekiyor. Evet, ne yapıyor, ne yazıyorsam kendim için yapıyorum, bunu kabul etmekten başka çare yok. Müzayede faslına gelince, zaman zaman elimde biriken ve “önümdeki on yılda bu işime yaramaz” diye düşündüğüm malzemeleri satıyorum. Ama sattığımın kaç kat fazlasını da bir yandan alıyorum. Bu nedenle telaşa mahal yok!
*Bu kadar detaylı arşivle çalışan birinin hafızası çok güçlü olmalı. Hangi makalenin ya da hangi fotoğrafın nerede olduğunu bulmak için özel bir sistemin var mı?
Hafızam bazen çok güçlü. Bazen de inanılmayacak derecede zayıf. Bilgisayarımda, hard disklerimde sürekli tarama yaparım gereken bilgileri bulmak için. Bunları iyi dosyalarsam mesele yok. Ya da dağınıksa çok zaman harcayabilirim zaman zaman. “Ne, nerede” sorusunun cevabını doğru vermek her zaman kolay olmuyor, bazen çok zaman harcamama da neden olabiliyor.
*Türkiye arşiv konusunda çok verimli ve özenli bir ülke değil. Kurumların bile bu konudaki başarısı tartışılır. Sen iğneyle kuyu kazar gibi çalışıyorsun. Peki elindeki arşivin geleceği için ne kurguluyorsun? “Benden sonra tufan” mı diyorsun yoksa arşivin akıbetiyle ilgili planlar yapıyor musun?
Türkiye’de arşivlerin kalıcılığının çok güvenilmez bir konu olduğunu düşünüyorum. İyi niyetle başlanan birçok arşiv çalışmasının, zaman içinde nasıl bir yok oluşla sonuçlandığını pek çok kez gördüm. Bu konuda yüzlerce örnek verebilirim sana. Bu tür kalıcı arşivlerin oluşması için bu konuya önem veren hükümetlerin, bu konuda vasıf taşıyan burjuvazinin olması lazım. Bizde ise bunlar yok. Beki bir iki örnek verebiliriz, olumlu olsun diye. Ama bunlar da kişilerle sınırlı. Bu nedenle arşiv denilemez benimkine, belki kişisel bir birikim diyebiliriz, ben öldükten sonra ne olacak diye düşünmem. Zaten kullandığım hemen her şey kitaplarda ve internette yer alıyor. Zaman zaman (Türkiye Sinema Tarihi sergisinde olduğu gibi) sanal olarak hizmete sunuluyor. Bundan ötesini düşünmek beni aşar. Ben elimden geldiği ölçüde üretir, gerçekten üretici olduğunu düşündüğüm başka insanlara yardım eder, zaman zaman ortak çalışmalar yapar, karınca kararınca bir şeylere katkı vermeye çalışırım.
*Karantina günleri nasıl geçiyor, verimli mi verimsiz mi? Bugünler yeni bir kitap doğurur mu sence?
On yıldır, istediğim kalitede (iyi kağıt ve renkli baskı) yapılmıyor diye, yayınevlerine kitap vermiyordum, ama bu sürede de dergilerde sürekli yeni yazılarım çıkıyordu. Biliyorsun, benim kitaplarım, bu tür dergilerde çıkan yazıların, bendeki en geniş halleriyle oluşur genellikle. Bir baktım, 8-10 kitaplık yazı birikmiş elimde. Bunlar kitaplaşmadan geçip gitmeyelim bu hayattan dedim. Siyah beyaz baskılı kitap yapmaya razı oldum. Sağolsun, Oğlak Yayınları da bu koşullar içinde yapılabilecek en iyi biçimde bastı kitaplarımı. Corona günleri gündemde yokken, bu yıl bunların dışında iki kitap daha piyasaya çıkarmak gibi bir düşüncem vardı. Biri “Zaman Ötesi İstanbul” adını taşıyan, daha çok fantastik konuların yer aldığı bir kitap. Diğeri de Manifold internet sitesinde yer alan yazılarımın toplandığı “Deli Kızın Çeyizi” başlıklı bir kitap. Koşullar ne gösterecek, bugünden bir şey söylemek mümkün değil pek… Hele şu karantina günlerini atlatalım da, bakarız…
İçişleri Bakanlığı'nın tartışmalı bir kararla Tunceli ve Ovacık belediye başkanlarını görevden alarak yerlerine kayyum ataması,…
Kendimden korkuyorum artık. Bıkkınlık gelip Stockholm Sendromuna yenik düşmekten, sahte mutluluk yaşayıp adalet mücadelesini bırakmaktan…
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında…
CHP’nin önceki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bugün 22 Kasım'da Ankara’da yargılanmaya başlaması Türkiye’de siyaset üzerindeki…
Üç MHP milletvekilinin istifası haberi 20 Kasım akşam saatlerinde siyaset kulisine bomba gibi düştü. Beklenen…
Ankara’nın Nallıhan ilçesinde bulunan Çayırhan Termik Santrali’nde yaklaşık 500 madenci özelleştirme kararına karşı kendilerini maden…