Koronavirüs günlerinde sık sık aklıma Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Kuyruklu Yıldız Altında bir İzdivaç” kitabı, özellikle de büyük üstadın inanılmaz bir başarıyla canlandırdığı İstanbullu komşu hanımların pencereden pencereye yaptığı sohbet geliyor:
“-Dünyaya kuyruklu yıldız çarpacakmış…
“-… Çarpacaksa çarpsın… Ne var? Kapımı kapar, evceğizimde otururum…”
“- Emine kardeş sen ne kadar aptallaşmışsın? Hiç o koca mefret, o saçaklı Raziye bu dünyaya çarpar da senin evin kalır mı ki…”
şeklinde uzar gider ve hem bir bilinmez karşısında duyulan korkuyu, hem bu korkuyla baş etmek için uydurulan birbirinden komik ve aslı astarı olmayan bilgilerin Hüseyin Rahmi’nin çağdaşı İstanbul hanımlarca kendilerine göre yorumlanması, kah abartılması, kah eğlenceli bir hale getirilip hafifletilmesini anlatır. Hüseyin Rahmi’nin karakterleri o kadar canlı, diyalogları o kadar doğal, dili o kadar güzeldir ki hem ben hem ağabeyim hayretle romanın diyaloglarından ne kadar çoğunu ezbere hatırladığımızı fark ediyoruz. Karantina günlerinde bu diyalogları karşılıklı söyleyip eğleniyoruz. Tabi romanı çokça hatırlamamın esas nedeni, sosyal medyada ve hepsi de okumuş yazmış eş dost ahbapla telefon sohbetlerinde en az Hüseyin Rahmi’nin hicvettiği söylentiler kadar gerçekten uzak olduğunu düşündüğüm şeyler okuyup duymam.
Az bildiğimiz bir etken
Dünya Sağlık Örgütünün koyduğu adıyla Covid-19 (ilk olarak 2019 yılında görülen Koronavirus hastalığının kısaltılması) hastalığına neden olan ve SARS-CoV-2 insanlarda yeni gördüğümüz, ama öncüllerinin bazı memeli hayvanlarda olduğunu bildiğimiz bir virüs. Genetik materyalin incelenmesinin virüsün ya bu türlerde ya da virüsü hayvanlardan alan insanlarda geçirdiği bir değişiklikle (mutasyon) insandan insana bulaştığını göstermesine ve bu tür mekanizmaların daha önce başka virüs salgınlarında da (HIV, Ebola, H1N1, SARS, MERS gibi) etkin olduğunu bilmemize rağmen yine de virüsün laboratuvarda biyolojik silah olarak üretildiğinden, aslında virüs olmadığı, gözlediğimiz ölümlerin G5 sinyallerinin sonucunda meydana geldiği vb.ye bin türlü mantık ve bilim dışı söylenti, her kanaldan, bilimsel bilgilerden daha büyük bir hızla yayılıyor. Doktor tartışma gruplarında bile karşılaştığım bu iddialar karşısında artık konuşmak bile istemiyor yalnızca, “dünyaya kuyruklu yıldız çarpacakmış, yok yıldız çarpmayacakmış yalnızca kuyruğu sıyırıp geçecekmiş” diyorum.
Bugün bir pandemi olan Covid 19 hastalığından ilk kuşkulanan hekim, 26 Aralık 2019 günü (yalnızca 120 gün önce) Çin’in Wuhan şehir hastanesinde üçü aynı aileden dört tipik olmayan zatürre hastası gören Dr Zhang’dı. Doktor, 27 Aralık gününde yerel sağlık idaresini uyardı, ertesi gün aynı hastanede üç benzer vaka daha görülünce 31 Aralık’ta Çin Merkezi Hastalık Kontrol İdaresi’ne, onlar da Dünya Sağlık Örgütü’ne “SARS’a benzeyen gizemli zatürre” vakalarını bildirdiler. İlk kuşkulu vakalardan yalnızca on bir gün sonra 7 Ocak 2020’de bugün SARS-CoV-2 olarak bildiğimiz virüs izole edildi, 5 gün sonra virüsün gen dizilimi dünyadaki diğer araştırma merkezleriyle paylaşıldı, ondan bir gün sonra 13 Ocak 2020’de ilk tanı testi geliştirildi. Bugün gerek geleneksel medyada, gerek sosyal ortamlarda, salgının trajik sonuçlarının yarattığı duygusal tepkilerin de etkisiyle neden bu kadar gecikildiği soruluyor. Ben ise yukarıda özetlediğim, insanlığın bilimde ve teknolojide ulaştığı düzeyi gösteren hız ve etkinlik karşısında saygıyla eğiliyorum.
Hasta olmayanların da bulaştırdığı bir virüs
Doğrudur bu virüsün davranış biçimi hakkında çok az şey biliyoruz, zira 109 gün öncesine kadar yalnızca hayvanlarda görüldüğünü düşündüğümüz ve birkaç uzman dışında kimsenin ilgisini çekmeyen bir virüstü. Şimdi ise çoğumuz virüsün bulaşma ve hasta etme mekanizmalarının karmaşıklığı karşısında (karmaşık olmasaydı zaten pandemi yaratamadan kontrol altına alınır ve yenilirdi) öfke ve umutsuzlukla isyan ediyoruz. Karmaşıklığın önemli bir nedeni salgın koşullarında ve genellikle retrospektif (geriye yönelik) araştırma yapma zorunluluğu yüzünden kesin sonuçlar elde edememek. Üstelik elimizdeki altın standart test, PCR, hem sofistike bir laboratuvar donanımı gerektiriyor hem de enfeksiyonların ancak üçte ikisini yakalayabiliyor. Buna salgın koşullarında toplanabilen verilerin, demografisi, sağlık alt yapısı, salgınla mücadele politikaları çok çeşitli olan ve zaman içinde hızla değişen farklı ülkelerden gelmesinin, dolayısıyla karşılaştırılabilirliğinin sınırlı olmasının yarattığı zorluğu ekleyin. İster istemez ortaya farklı sonuçlar ve ondan da daha farklı yorumlar çıkıyor.
Örneğin yeni Koronavirüsün bulaşıcılığının çok yüksek olduğunu hem nüfusa dayalı verilerden hem de hastaların virüsü ne zaman ve kimden aldıklarına yönelik yapılan ayrıntılı vaka bildirimlerinden biliyoruz. Örneğin Almanya’daki ilk vakalardan dördü Wuhan’dan gelen iş ortaklarıyla el sıkıştıktan sonra iki saatlik bir toplantı yapan iş adamlarıydı. İki saat içinde Wuhanlı iş adamı bir kez aksırmıştı. Çin’den bildirilen bir rapora göre ise19 Ocak’ta kalabalık Çin Yeni yılı panayırına katılan bir yaşlı çifti 21-23 Ocak arasında ziyaret eden tüm aile fertleri enfekte olmuş, ama yaşlı çiftte ilk belirtiler 25 Ocak’ta başlamıştı. Bu ve benzeri raporlardan insanların belirti vermeden önceki dönemde de bulaştırıcı olduğunu biliyoruz, ama bu sürenin ne kadar uzayacağını tam bilmiyoruz. Buna rağmen, salgın kontrolü için sınırlı veriyle çıkarsama yapıp, bulaştırıcılığın belirtilerin çıkmasından iki gün önce başladığını kabul ediyoruz. Hiçbir belirtisi olmayan kişilerin de enfeksiyonu bulaştırabileceğinden bahsediliyor, ama bunun oranını bilmiyoruz. Belirtiler geçtikten ne kadar zaman sonra bulaştırıcılığın ortadan kalktığını da kesin olarak bilmiyoruz, bunun için bazı ülkeler belirtiler tamamen geçtikten yedi gün sonra bazıları on dört gün sonra gibi bir kriter kullanıyor. Bazı ülkeler 24 saat içinde, Çin gibi bazıları 12 saat içinde artarda iki PCR testi yapıyor böylece üçte bir olan yalancı negatifliği dokuzda bire düşürmeye çalışıyor. Türkiye dahil bazı ülkeler, test yapma kapasiteleri ve sağlık personeli kısıtlılığı nedeniyle hastalığı evde geçirenlere bu kontrol testini rutin olarak yapamıyor, hastanın belirtileri hakkındaki beyanını esas alıyor.
Spekülasyon bolluğu
Bir yandan sınırlı sayıda hasta ile yapılmış, kalitesi tartışılır ve hatta hakemli bir dergide bile yayınlanmamış çalışmaların basına sızması kafalarımızı daha çok karıştırıyor: ilk vakaların üzerinden henüz ancak üç-dört ay geçmişken, koronavirüsün kalıcı hasar bırakacağı hipotezleri öne sürülüyor ve biz korku içinde buna inanıyoruz. Milyonlarca sağlıklı insana uygulanacağı için güvenli ve etkili olduklarının sınanması en az bir, bir buçuk yıl sürmesi zorunlu olan aşı ve önleyici tedavilerin hemen iki hafta sonra piyasaya verileceğine bel bağlıyoruz. Üzerinde etkide bulunan faktörlerin sayısının çokluğu ve bir kısmının öngörülemezliği dolayısıyla aklı başında hiç kimsenin tarihlendirmeyeceği salgın seyri hakkında yayınlanan spekülatif takvimlere göre hayatımızı planlamaya kalkıyoruz. Hatta pandeminin seyri ve gerçekleşecek ölüm sayıları hakkında bahis oynayanların dahi bulunduğu medyaya da yansıdı.
Ben etkenin ilk tanınmasından bu yana, kriz koşullarına rağmen toparlanan bilginin zenginliğine ve bütün dünyanın, en çok da araştırma altyapısı gelişkin ülkelerin pandemiden en çok etkilenen ülkeler oluşuna bakarak bu soruların çoğuna belki haftalar, belki bir iki ay içinde çok daha net cevaplar vermemizi sağlayacak bilgilerin oluşacağına inanıyorum. Ama o zamana kadar el yordamıyla gitmekten ve sınırlı gözlemlerimizi olabildiğince sistematize edip uygulamaları onlara göre düzeltmekten başka çare yok.
Belirsizlikle yaşamayı hatırlamak
Atalarımız çok yakın zamanlara kadar birçok şeyin öngörülemediği bir dünyada yaşamayı becermişlerdi. Sanayi ve teknolojinin hızlandığı, hava durumu tahminlerinin {4a62a0b61d095f9fa64ff0aeb2e5f07472fcd403e64dbe9b2a0b309ae33c1dfd}99 tuttuğu, birçok doğal gücü kontrolü altına aldığımız sanımızın güçlendiği 20 yüzyılın ikinci yarısında doğan ve mevsimsel grip ve soğuk algınlığı dışında bulaşıcı hastalık geçirmemiş, hatta bunun yarattığı şımarıklıkla çocuklarımıza kızamık aşısı yaptırmaktan vazgeçmiş bizler ise her şeyi öngörmek, önümüzdeki haftaları, ayları, hatta yılları bugünden planlamak ve planladıklarımız gerçekleşmezse sinirlenmek gibi modern bir alışkanlık edindik. Bu koronavirüs pandemisi bize sandığımız kadar muktedir olmadığımız, belirsizliği yaşamın doğal bir parçası olarak kabul etmemiz ve hele geleceği istediğimiz gibi planlama iddiasından vazgeçmemiz için önemli bir ders veriyor. Yeniden, eski kuşakların belirsizlik içinde yaşamayı, ortaya çıkan sıkıntıları da tevekkülle göğüslemeyi beceren bilgeliklerine dönmemiz gerek.