Ayasofya’nın yeniden ibadete açıldığı 24 Temmuz günü Cuma namazına 350 bin kişi katılmış, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın beyanına göre. Fatiha suresini kendi okudu. Milletin “on yıllara sâri hasretinin dindiğini” ilan etti. Bunun Cumhur İttifakı sayesinde mümkün olduğunu söyleyerek MHP lideri Devlet Bahçeli’nin payını verdi. Sonra hutbe için minbere Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş çıktı. Elinde bir kılıç vardı. Hemen izahat geldi: efendim, kılıcı sol elinde tutuyormuş, bu dosta güven vermek demekmiş, eğer sağ eliyle tutsaymış, düşmanı korkutma amaçlı olurmuş.
Şurası açık: karar siyasidir, Türkiye’nin egemenlik hakları içindedir, ancak Erdoğan’ın devleti yönetiş şeklinde yeni bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Kimilerine göre bu Erdoğan’ın güç gösterisi, kimilerine göre zafiyetinin işareti. Kimilerine göre Erdoğan, artık isterse her şeyi yapabileceğini ilan etmek istiyor, kimilerine göre eriyen tabanını bir arada tutmak için artık siyasi-ideolojik cephaneliğinde ne varsa hepsini kullanmaya karar verdi. Ama açık olan bir şey daha var ki, Türkiye’de İslamcı popülizmin doruklarındayız. Henüz tam doruktayız diyemiyorum, çünkü Erdoğan pedal basmaya devam etmezse bisikletten düşme endişesi yaşayan bir çocuk gibi bu çizgiyi sürdüreceğe benziyor.
Ayasofya ne ifade ediyor?
Gazeteci Fehmi Koru, Ayasofya’nın Türkiye’de muhafazakârların “Kızılelması” olduğunu söyledi. TBMM Başkanı Mustafa Şentop, “Zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın” sloganının peşindeki kendi kuşağının gençlik “hayalini” hatırlattı. Bence Ayasofya’nın anlamı yalnızca onu Bizanslılardan alıp kiliseden camiye dönüştüren Fatih Sultan Mehmet’in kararına dönüp ibadete açılmasıyla sınırlı değil. Ayasofya’yı müze yapanın Mustafa Kemal Atatürk olması, bazı kesimlerin Atatürk ve laik Türkiye’ye tepkilerini de Ayasofya’da cisimleştirmişti.
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Ayasofya minberinde elinde kılıçla hutbe verirken görülüyor.
Foto: Erbaş’ın Twitter hesabı.
Erbaş’ın cihat ilanı yetkisine sahip bir şeyhülislam edası ve elinde kılıcıyla, bir tek adını vermeden Mustafa Kemal Atatürk’e lanet okuması bunu gösterdi. Halkın ciddi kısmının hiç bir sorununun bulunmadığı Ayasofya’nın ibadete açılmasına sevinirken bile kinini açığa vuran bir zihniyet. Ayasofya’nın Erdoğan’ın özellikle önem verdiği bir kesim için ne ifade ettiğini de gördük 24 Temmuz’da: namaz sonrası cübbeleri ve sarıklarıyla İstanbul sokaklarında şeriat ve hilafete dönüş istediler.
Laik kesimin kafası, Ayasofya konusunda İslamcı kesim kadar net değil. Laiklerin çoğu, öncelikle Atatürk öyle karar vermiş olduğu için, sonra da dindar kesim aksini istediği için Ayasofya müze kalsın diyordu, o da biri konuyu açarsa. Örneğin Ayasofya’yı müze tutacağız diye bir seçim sloganı olmadı CHP’nin.
AK Parti’nin tamamı bu çizgide mi?
Mehmet Yılmaz T24’te 24 Temmuz’da ortaya çıkan tablonun AK Parti içindeki belli, kesimleri de ürküteceğini yazdı. Katılıyorum. Birine şahit oldum. AK Partili ve Erdoğancı olduğuna dair kuşkuya yer olmayan bir arkadaşım, metro merdivenlerinden tekbir ve ilahilerle Ayasofya’ya ilerleyen kalabalığın videosunu izleyince “Sanki Hacca gidiyorlar” yorumunu yaptı gayet buruk bir şekilde.
Öte yandan, zamanında Tansu Çiller’in, Mesut Yılmaz’ın her icraatında gözleri yaşaran Futbol Federasyonu Başkanı ve dünyada en fazla hükümet ihalesi alan müteahhitler sıralamasındaki Nihat Özdemir, gözyaşlarını tutamadığı beyanında bulundu.
MetroPoll araştırma şirketine göre halkın yüzde 44’ü Ayasofya’nın neden şimdi yeniden ibadete açıldığı sorusuna gündemi ekonomik krizden saptırmak amacıyla diye yanıt vermiş. Ben bunun bir tek etken olmadığını düşünüyorum, ama siyaset olgusal gerçeklerden çok, algılanan gerçeklerle ilgili bir şey, halkın neredeyse yarısının algısı bu.
Konda araştırma şirketi yöneticisi Bekir Ağırdır’a göreyse Ayasofya heyecanının “oya dönüşme ihtimali yok”. Ben zaten Erdoğan’ın asıl derdinin, başka kesimleri küstürme pahasına İslamcı kesimi kendisine bağlı tutma amacı taşıdığına inanıyorum.
Güç gösterisi mi, zafiyet işareti mi?
Erdoğan, Ayasofya’yı yeniden ibadete açarak siyasi ve ideolojik cephaneliğindeki en ağır ama tek atımlık toplardan birisini, ortada bunu gerektirecek bir somut ihtiyaç olmadığı halde kullanmış oldu; bu hamlenin tekrarı yok. Ama daha ilerisi olabilir. Akit TV ekranlarından İstanbul sokaklarına yansıyan, laik Cumhuriyetin 100’üncü yılına doğru kademeli olarak söndürülmesini çağrıştıracak adımlar, bir avuç iktidarca şımartılmış radikalin umudu ancak, toplumun geniş kesiminin endişesidir.
Erdoğan daha bir yıl önce Ayasofya çağrısında bulunan aynı kesimleri kışkırtıcı olmakla suçlarken, bugün onlara cesaret veriyor. Bu dönüşün ekonomik kriz ya da başta İstanbul ve Ankara olmak üzere tabanını memnun edecek kaynaklardan yoksun kalması dışında bir gerekçesi daha var. Erdoğan’ın dış dünyadan Ortodoks cemaati kaynaklı tepkilere kulak asmaması da biraz bu yüzden.
Erdoğan Covid-19 salgınıyla küresel ölçekte güçler dengesinin değiştiğine ve bunun kısa sürede yeni bir dünya düzeninin kurulmasıyla sonuçlanacağına inanıyor. Siyasi dengeleri ne kadar sarsarsa, Türkiye’nin yeni kurulacak masada o kadar etkili oturacağına inanıyor. Her adımıyla dış muhataplarına “Ben hesaba katmanız lazım” mesajı veriyor. Suriye’den Libya ve Kıbrıs’a dek mesele biraz da budur.
İslamcı popülizmin doruklarındayız
Daktilo1984 sitesinin, Ayasofya çıkışının sağ siyasi partiler arasında İslami popülizm rekabeti başlatıp başlatmayacağını sorusuna olumsuz yanıt verdim. Çünkü zaten şu anda İslami popülizmin -eğer tam doruğuna henüz gelmemişsek bile- doruklarındayız. Ben gelinen noktanın MHP lideri Bahçeli’yi de tedirgin etmeye başladığını, kadına şiddete karşı İstanbul Sözleşmesinin iptaline destek vermemesinde de görüyorum.
Deva Partisi lideri Ali Babacan’ın, hatta daha muhafazakâr çizgideki Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu’nun söylemleri onu göstermiyor. Bu konuda rekabete giren parti Saadet Partisi ama onun da güç ve erişimi sınırlı. Bence mevcut koşullarda sağ partilerden inanca saygılı olmakla cumhuriyet değerlerine de bağlı, rekabet ibresini merkeze çeviren bir tutum beklenebilir. Erdoğan, Ayasofya kararını ilan ettiğinde CHP’den “istemezük” tepkisi bekleyenler Kılıçdaroğlu’nun “Açacaksan aç” demesiyle hayal kırıklığına uğramıştı.
Bunun bir nedeni de halkın büyük kesiminin çatışma siyasetinden bıkmaya başlaması. Siyaset bilimci Ali Çarkoğlu, geçmişte seçmen gözünde işe yarayan muhafazakâr değerler ve kutuplaştırma taktiklerinin 2015 genel seçimlerinde ve 2019 yerel seçimlerinde sonuç getirmediğini söylüyor. Belki Erdoğan da bunu görmek istemiyor ve Ayasofya gibi, İstanbul Sözleşmesi gibi hamlelerle siyaseti o zemine daha çok çekmeye çalışıyor.
Lozan günü Anıtkabir’i kapatmak
Açık söyleyeyim, Anıtkabir’in dezenfekte edilmesi için tam de Türkiye’nin bağımsızlığının düşmanları tarafından kabul edildiği Lozan Antlaşmasının 97’inci yıldönümü olan 24 Temmuz’un seçilmesi ve Anıtkabir’e ziyaretçi alınmaması da kışkırtma niteliğindedir. Sivil toplum kuruluşları Atatürk’ün kabrini ziyaret etmek için kapıda bekletilirken 28 Şubat sürecinde Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın Özel Kalem Müdürü olan Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve Başbakanlık Askeri Danışmanlığında Proje Subayı olan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Güler Ayasofya cemaatiyle Diyanet İşleri Başkanının Atatürk’e hakaretini izliyordu. Aynı sırada Anıtkabir kapısında bekletilenlerin tepkisini dindirmek CHP Grup Başkan Vekili Özgür Özel’e düşüyor, hiç değilse temsilcilerinin içeri alınmasına izin koparıyordu.
Yapılan görüşmeler sonucu ancak sivil toplum örgütlerinden ikişer temsilcinin Lozan Gününde Anıtkabir’e girişine izin verildi.
Foto: Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Twitter hesabı.
İşgalcilere ilk kurşunun atıldığı İzmir’de Vali Yavuz Selim Köşger, Lozan anma törenlerini “toplumsal ayrışma ve kargaşaya” yol açabileceği gerekçesiyle yasakladı. Toplumsal ayrışmaya asıl yol açabilecek hareketler bunlardır.
Bir de gördünüz değil mi izdiham olmasın diye İstanbul’da metro seferleri iptal edildiğinde deliye dönen güruhun metro makinisti Gizem Gül’e nasıl saldırdığını? Erdoğan’ın kadına şiddete karşı İstanbul Sözleşmesi imzasını geri çekmesini isteyenlerin aynı güruhtur.
O kılıç kime çekilecek?
Diyanet İşleri Başkanının elindeki kılıç ile İslami Kremlinolojiye de girmiş olduk. Soramıyoruz bile cihat ilan edip savaş kazanmış Osmanlı şeyhülislamı edasıyla muzaffer duran Erbaş’ın kılıcı sol elinden sağ eline geçirdiğinde ne olacağını, o kılıcın kimlere çekileceğini. Din işleriyle devlet işleri yeniden bir araya mı getiriliyor diye soramıyoruz bile.
Çünkü dış düşmanlara olduğu kadar iç düşman görülenlere de kalkabilir o kılıç. İstiklal Savaşında işgalcilere direnen millici güçlere katli vaciptir fetvası veren Sultan Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit’in memuru Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin yaptığı gibi. Tıpkı o zaman makam ve mevkilerini korumak için Saray’ın emrine riayetten şaşmayıp işgal güçleri yararına ulusal direniş hareketine karşı savaşan subaylar, diplomatlar, yargıçlar olduğu gibi. Neyse ki o zaman Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi gibi halkını düşünen din adamları, Mustafa Kemal gibi subaylar, Bekir Sami (Kunduh) Bey gibi diplomatlar da vardı. Her zaman her yerde her iki türden de olur.
Din ile siyaseti, özellikle askeri siyaseti bir araya getirmek, kendi küpüne zarar veren tehlikeli bir karışım olmuştur tarih boyunca.