Türk-Yunan ilişkilerinde krizden söz etmek uluslararası ilişkiler çalışanlar için vaka-ı adiyedir. Anlaşmazlıkların arkasında uzun tarihi geçmişi görmek ve yaşananlardan karşı tarafı sorumlu tutmak da Ege’nin iki yakasındaki hâkim tutumdur.
Fakat, sorunlara derinlemesine bakarsanız, arkalarında esas itibariyle milliyetçiliğin etkisiyle ortak tarihi farklı okumak, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Osmanlı Devleti dağılırken yaklaşık 550 yıllık beraberlikten sonra miras paylaşımını halledememiş olmak ve ülkelerin kimlik inşasında birbirlerini “öteki” olarak kullanmalarını görürsünüz. Yunan devleti için Türkler hiç bitmeyen tehdit, asırlık işgalci ve Yunan düşmanı, Türkiye içinse Yunanlılar Osmanlıya isyanları başlatan, sürekli Türkler aleyhine toprak genişleten, uluslararası işbirlikçileriyle Türkiye’yi ve Türkleri sürekli zor duruma düşürmeye çalışan bir millettir. Hal böyle olunca iki devlet arasında güven duygusuna pek yer yoktur.
Diğer taraftan, iki ülke sokaklarında dolaşırken rastlayacağınız Türk ve Yunan vatandaşları ile konuşursanız yaygın tutum iki halkın birbirlerine benzerliklerini öne çıkartmak, ortak kanaat de iki ülke arasındaki sorunların çözülememesinin ana nedeninin iyi niyetle bir araya gelip, meselelere hakkaniyete uygun ve adil bir çözüm bul(a)mayan siyasiler olduklarıdır.
Hükümetleri iktidara getiren…
Tabii gerçekte mesele bundan biraz daha karmaşık. Konuya basitçe siyasilerin samimiyetsizliği penceresinden bakanların unuttukları esas unsur, bireysel olarak bir araya geldiklerinde birbirleriyle sorun yaşamayan, hatta çok ortak noktalar bulan, ama grup (ya da “millet”) halinde bir araya geldiklerinde hemen hiçbir konuda uzlaşamayan halkların varlığıdır. Birbirine benzemenin her zaman uyum içinde olmak demek olmadığı Türk-Yunan ilişkilerinde net bir şekilde görülüyor. Ortaya egemenlik hakları, siyasi-ekonomik çıkarlar ve stratejik güç unsurları dökülünce samimiyet ve hakkaniyet üzerinden analiz yapmanın anlamı kalmıyor. Nitekim, hükümetleri iktidara getirerek, oradaki tutum ve politikalarına göre oylayan, dolayısıyla iki ülkenin sert, uyumsuz, gerilimli ve hatta sıklıkla çatışmacı politikalarını olumlayanlar da iki ülke vatandaşları.
Bu görüşü sâfiyâne bulup, iki ülke siyasileri isteseler kendi kamuoylarını şekillendirip, çözüme gidecek yola sokabilirler diye düşünenler olacaktır. Ancak unutulmamalı ki, liderler de sonuçta kendi ülkelerinin eğitim, kültür, sosyalleşme süreçlerinden geçerek geliyorlar ve onların da herkes gibi karşı tarafla ilgili fikri sabitleri var. Elbette mükemmel lider tipolojisinin özelliklerinden birisi de genel kanaatlere uyum yerine, bu tür herkes tarafından kabul edilen “yanlış” algıları aşıp, toplumların önüne düşerek, onların da değişmesini sağlamaktır. Fakat, uzun süredir bu tipolojiye uyan güçlü ve halk desteği yüksek liderlerin iki ülkede aynı anda iktidarda oldukları bir dönemi hatırlayanınız var mı?
Nelerden feragat ederdiniz?
O nedenle, eğer Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerginliklerin sona ermesini ve sorunların çatışmadan çözüme ulaştırılmasını istiyorsak, siyasi liderleri suçlama kolaycılığını bir kenara bırakıp, bireysel olarak çözüm için nelerden feragat edebileceğimizi düşünmemiz gerekiyor. Zira, uluslararası ilişkilerde sorunların çözümü, eğer karşı tarafa istediklerinizi askeri gücünüzle dayatabilecek durumda değilseniz -ki bunu bir an başarsanız bile bugünün dünyasında geçici olacaktır- taraflardan birinin tüm istediklerini elde etmesi ile değil, ancak iki tarafın da taleplerinin bir kısmından vazgeçerek, üzerinde anlaşabilecekleri bir noktada buluşmalarıyla olur.
Güven tesis etmenin imkânsızlığı
Halbuki Ege’nin iki yakasındaki yaygın kanaat ve ortak tutum hakların taleplerinde ne kadar haklı, pozisyonlarında ne kadar adil, yöntemlerinde ne kadar dürüst olduklarına inanmalarıdır. Karşı taraf ise hep haksız, hep kötü, hep sorunlu, hep uzlaşmasızdır. Hal böyle olunca iki halk ve devlet arasında güven tesisi imkânsız hale geliyor ve her olumsuz örnek geçmişteki benzerlerini hatırlatarak karşı tarafla ilgili olumsuz algıları daha da güçlendiriyor.
Bu aslında uluslararası ilişkilerinde uzun süreli çatışma içinde bulunan tüm toplumlar/devletler için tipik bir davranış ve anlayış kalıbıdır. Yani, Türkler ve Yunanlılar bu konuda diğer toplumlardan farklı değiller. Nitekim, sıklıkla örnek verilen, Avrupa’nın ortasındaki tarihi Alman-Fransız ve İngiliz-Fransız çekişmelerine bakarsanız, benzer ruh halleri ve davranış kalıplarının hâkim olduğu dönemleri rahatlıkla görebilirsiniz.
Onlarla bizim aramızdaki fark, onların bu sorunlarını çözecek bir orta yolu sonunda bulabilmiş olmalarıdır. Tabii bu yolun yüzlerce yıla yayılan çatışmaların sonunda gelen iki dünya savaşı ve milyonlarca insanın ölümünden sonra bulunduğunu unutmamak gerekiyor. Eğer biz de aynı yollardan geçmek istemiyorsak, bir an önce iki ülke vatandaşları olarak, anlamlı ve hepimizin kabul edebileceği bir anlaşma zemini bulmak için taleplerimizi dile getirmemiz ve siyasi liderlerimize iletmemiz gerekiyor.
63 istikşafi görüşme
Yoksa çözümün, 1999-2016 arasında istikşafi -keşfe yönelik, arama- görüşmeler kapsamında 63 defa bir araya gelen iki ülke üst düzey yetkilileri tarafından bulunamayacak derinlikte saklı olduğunu düşünmüyoruz herhalde. Bu noktada iki ülke liderleri, bakanları ve diplomatları tarafından yıllardır dile getirilen ve dünyayı bu açıklamalardan ibaret sanan akademisyenler, uzmanlar, gazeteciler ve benzerlerince çoğaltılarak tekrarlanan resmi görüşlerin, iki taraf için de aslında müzakere başlangıç noktası olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Aksi halde, Yunanistan’ın yıllardır “iki ülke arasında sadece 1 sorun (kıta sahanlığı sınırlandırması) var, o da ancak Uluslararası Adalet Divanı’na giderek çözülür” görüşü ile Türkiye’nin “iki ülke arasında onlarca sorun var, bunlar da ancak ikili görüşmeler yoluyla çözülür” pozisyonlarını uzlaştırmak mümkün olmazdı. Halbuki biliyoruz ki iki ülke yıllar içerisinde yaptıkları açık-gizli görüşmeler yoluyla başlangıç pozisyonlarının ötesine geçerek, genel bir anlaşma zeminine yaklaşmış durumdalar.
Maksimalist pozisyonlardan ödün verme
Kamuoyuna yansıyan bilgi aslında diplomatların sorunların çözümü konusunda gerekli tüm görüşmeleri neredeyse tamamladıkları, alternatif çözüm yollarını büyük ölçüde tespit ettikleri, üzerinde uzlaşılamayan ve siyasi karar gerektiren az sayıdaki konuyu da liderlerine ilettikleri yönündedir. Siyasi karar vericilerin adım atmasının önündeki engelse, iki tarafta sorunlarla ilgili olarak bugüne kadar ortaya koyulan maksimalist pozisyonlardan ödün verme zorunluluğu ve müzakere masasında mantıklı gözüken çözümlerin yıllarca maksimalist pozisyonlarla beslenmiş halklarda yol açabileceği siyasi maliyettir.
Bunun üzerine iki ülkede son dönemde yeniden kabaran milliyetçi duyguları, Yunanistan’da henüz kendisini ispat edememiş yeni hükümetin varlığı ile ekonomik kriz üzerine binen covid-19 endişelerini, Türkiye’de ekonomi ve uluslararası ilişkilerde sıkışan hükümeti, güncel uluslararası konjonktürün iki tarafa sağladığı otonom davranma imkanını, Yunanistan’ın arkasına saklanıp farklı hesaplar görmeye çalışan ülkeleri, Türkiye’nin uluslararası yalnızlığı ile bunun neden olduğu öfkeyi ve iki ülke arasında 2016’dan bu yana yaşanan güven kaybını eklerseniz, ortaya yönetimi zor, riski yüksek, seyredeni çok, gaza getireni daha da çok bir gerginliğin çıkması kaçınılmaz olur.
Samimiyet testi
Olası bir Türk-Yunan savaşının maliyetini bugünden hesaplamak kolay değil. Fakat iki ülke için de yıkıcı olacağı ve kazananın -ki bu tür bir savaşın kazananı olacağını sanmam- dahi uzun zaman kendine gelemeyeceği açıktır. Üstelik, daha geniş bir coğrafyada istikrar ve denge bozucu bir etkisi olacağı, engellenmez ise yayılma istidadı göstereceği de ortadadır. Zaten tam da bu nedenle, bu tür bir çatışmanın kendilerine maliyetinin farkında olan uluslararası aktörler bugüne kadar iki ülke gerginliklerinin savaşa dönüşmesini engellediler.
Ama bu, kısa da olsa bir askeri çatışma riski olmadığı anlamına gelmiyor. O nedenle, uluslararası aktörlerin devreye girerek iki ülke arasını bulmasını beklemek yerine daha sağlıklı olan, iki ülke halklarının savaş ve çatışma karşıtı bir pozisyona evrilmeleridir.
Bu noktada esas soru, iki ülke halklarının bunu yapmaya hazır olup olmadıklarıdır. Güveni tesis edecek asıl samimiyet testi de budur, adil çözümü zorlayacak olan da budur.