Boğaziçi Üniversitesi’ne yeni atanan Rektör Melih Bulu’ya karşı oluşan tepki garip bir şekilde ülke gündeminin en önemli maddesi oluverdi. Bu gariptir çünkü Türkiye’nin gündemi üniversite eğitimi ya da bilimsel üretkenlik falan hiç olmadı. Nüfusumuzun ne kadar genç ve dinamik olduğunu vurgulamayı çok seviyoruz. Hatta Avrupa Birliği’ne üyeliğimizin en önemli nedeni olarak bu genç nüfusun Avrupa’ya nasıl dinamizm getireceğini söyleyenleri de şaşkınlıkla çok dinledim.
Ancak bu genç nüfusun doğrudan eğitimle ilintili üretkenlik ve inovasyon gibi göstergelerde Avrupa ile ve global rekabette geride kalmakta olduğunu görmek istemiyoruz. Birkaç istisnai üstün performansa takılıp milyonlarca üniversiteli öğrenci, onbinlerce öğretim görevlisi ve araştırmacının uluslararası rekabette yaya kalmakta olduklarını gözardı ediyoruz. Bugünden söylemek zor değil: bu nesil üniversitelilerimiz on ya da yirmi yıl sonra endüstri ile entegre bir araştırma ve geliştirme gündemiyle global rekabette yer alamayacaklar. Alanlar büyük olasılıkla burada olmayacak. Burada olup da rekabet ümidi taşıyanlar da ortalama yükseköğretim düzeyinden şikâyet içinde potansiyellerini gerçekleştiremeyecekler.
Üniversitenin tek işi teknoloji değil
Çok mu karamsarım? Bu yazıyı bir siyaset bilimci olarak ben değil de bir doğa bilimci, matematikci ya da mühendis mi yazmalıydı? Elbette onlar da yazıyorlar ve daha da yazmalılar. Ama bu tartışmada şu an bulunduğumuz nokta doğrudan bir kamu politikası yapımı, yönetişim ve demokrasi tartışmasıdır. Türkiye’de üniversitelerin ana sorunu öncelikle siyasetledir ve ancak da yine siyaset ile çözülebilir.
Cumhuriyet Türkiye’si nasıl bilimsel araştırma yapılacağını ve bilgi dağarcığımızın nasıl ileri götürüleceğini bilmez bir durumda değildir. Her bilimsel tartışmaya en keskin ucunda katılan pekçok bilim insanımız var. Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet’in ilk on yıllarında bu konumda mıydı? Bu başka bir tartışmadır. Bugün güvenle her tür bilimsel tartışmanın içinde yer alabilen bir ülkeyiz. Gerekli altyapı ve yatırım ile de teknoloji geliştirme konusunda bir sıkıntı yaşamadığımızı da en azından askeri teknolojilerde görüyoruz sanki. Ancak teknoloji sadece askeri alanlarla sınırlı elbette değildir. Üniversitelerin öğretim dışındaki bilimsel faaliyetlerinin de tek amacı teknoloji geliştirmek değildir.
Askeri teknoloji ve Boğaziçi
Askeri teknolojilerdeki başarının bir siyasi kararlılık sonucu oluştuğunu inkâr edebilir miyiz? Bu gözlem temelinde üniversite sistemimize nasıl bir siyasi rol, nasıl bir eğitim ve bilimsel üretim amacı biçildiğini anlamamızı gerektirir.
Türkiye’de devlet her ne kadar vergi toplayamıyor olsa ve vatandaşları kendiliğinden kural ve kanunlara uymak konusunda ikna edemiyor olsa da güçlüdür. Ancak demokrasimiz bu gücü dengeleyici kabiliyetini büyük ölçüde yitirmiştir. O halde hangi kurumsal temsilcileriyle olursa olsun tümüyle devletin ikna edilmesi gerekir ki şu anki yönetim biçimiyle üniversitlerimiz genç nesillerimizin geleceğini ellerinden almakta, onların potansiyel üretkenlik ve inovasyon yeteneklerini kısıtlı tutmaktadır. Böylelikle de genç Türkiye yaşlandığında bir arpa boyu kadar yol gidebilecektir.
Bunu değiştirmeliyiz. Boğaziçi Üniversitesi’nde tepkilere neden olan rektör atamasının ardındaki esas konu budur. Genç Türkiye gerçekleştirmeye muktedir olduğu geleceğini yaratabilme olanağı istemektedir. Devletin buna köstek değil destek olmasını beklemektedir.
Başarı böyle gelmez
Dünyada üniversite yönetimlerinin nasıl şekillendirildiği bu açıdan çok da önemli değil. Bu konuda tek bir seçenek olmadığı aşikardır. Ancak yadsınamayacak bir gerçek kendimizi karşılaştırmak isteyeceğimiz kurumlarda öğretim üyeleri ve öğrencilerin üniversite yönetimi için dış kapının mandalı olmadığıdır. Yönetişim süreçlerine her kademede anlamlı bir katılımları vardır. Daha da önemlisi tüm birikimi temelinde Türkiye ‘nin üniversiteleri eğer yönetişim süreçlerine daha fazla katılmak istiyorlarsa bu talebi “dünyada bu işler öyle değil böyle oluyor!” diyerek red etmek akıllıca mıdır? Sanmıyorum. Çünkü böyle tepeden inme yönetimi empoze edebilirsiniz ama sonuç olarak ne bilim ne meslek eğitiminde rekabetçi bir sonuç alabilirsiniz. Alamazsınız çünkü bu işi yapacak olan üniversite camiasını öncelikle ikna edemezseniz başarı mümkün olmayacaktır.
Belki siz de benimle aynı şeyi düşünmeye başladınız bile: ya üniversitelerden ana beklenti ilim ve bilim değilse? Üniversitelerimizden ne istendiğine burada cevap vermeyeceğim. Bu konuyu düşünmeye devam edelim. Ancak her üniversite camiası ve paydaşlarının bu konuda bir ortak teşhisde birleşeceğini sanmıyorum.
Sorun sadece Boğaziçi’nin değil
Bu fikir egzersizi bize siyaseten devletin gözünde üniversitelerin toplumsal işlevi açısından belki de ilimden daha önemli olan etmenleri ortaya koyma fırsatı verecektir.
Bir politika tercihi olarak üniversiteleri emir komuta zinciri içinde yönetmek isteyebiliriz elbette. Ama bu isteğin büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmasının biricik nedeni buradaki öznenin, yani üniversite camiasının bu isteğe katılmamasıdır. Bu sorun sadece Boğaziçi Üniversitesi’nin sorunu değil. Üniversitelerde rektör seçimlerinin yorucu, kutuplaştırıcı olduğuna dair pek çok görüş dile getirildi. Seçim rekabeti üniversitleri kutuplaştırıp paralize ediyormuş. Boğaziçi Üniversitesi’nde bir iki rektör ve dekan seçimine şahit oldum. Benim kısıtlı tecrübem hiç de bu yönde değildir. Rektör seçimleri gayet medeni bir şekilde yapılmış, üniversite camiasına da bir dayanışma, empati ve tolerans dışında olumsuz katkısı olmamıştır.
Üniversite camiası özgürlükten kaçabilir mi? Rektör seçimlerinin zorluklarını atama sistemine bir destek ve meşruiyet temeli olarak kullanmak kendi özgürlüğünü inkâr etmek değil midir?
Üniversite özgürlükten kaçamaz
Bunu üniversiteler ve rektörlük seçimleri için söyleyebiliyorsak yarın üniversite bile olmayan ve tüm bu bahis konusu zorlukları genel seçimlerde misliyle yaşayan halk için de benzer bir mantıkla seçimlerin gereksizliğini öne sürebiliriz miyiz? Korkutucu olan budur.
Boğaziçi atama istemiyorsa bu iradeyi hiçe saymak bu köklü kurumumuzu yıpratacaktır. Ancak üniversite paydaşlarının direnişine ısrarla cevap vermemek sadece Boğaziçi’ni yıpratmayacaktır. Tüm yükseköğretim sistemimiz, bilim insanlarımız ve gelecek nesil öğrenciler ve bilim insanları ve tüm ülke de yıpranıyor. Bu ısrardan dönüş bir erdem olarak görülecektir. Siyaseten erdemli seçeneği tercih etmenin ya da etmemenin de sonuçları elbette olacaktır. Bu sonuçların gösteri ve protestolara yansıması bir olasılık. Bu tür bir tepkiyi hemen ve acelece Gezi’ye benzeştirerek bir siyasi mobilizasyon gayretine girişildi bile. Oysa, diğer ve belki de daha korkutucu olan her durumun sessizlikle karşılanmasıdır.
Boğaziçi Türkiye’ye erdemli bir yönetişim seçeneği sunmaktadır. Bildiğini okumak yerine bu seçeneğin olanakları doğru kullanılırsa ülkenin geleceğine yeni bir ses getirilebilir.