Türkiye-İsrail ilişkilerinin yakın geçmişine baktığımızda, iki ülke arasında, tarafların ilişkileri iyi yönetememesinden kaynaklanan gereksiz bir dizi gerginliğin yaşandığını görüyoruz.
İki ülke ilişkileri, 30 Ocak 2009 tarihinde, zamanın İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres ile dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan arasında yaşanan “one minute” tartışmasından sonra hızla zemin kaybetmeye başladı.
O tarihlerde, İsrail’de, Türkiye Cumhuriyeti’nin Büyükelçisi olarak görev yapmaktaydım ve olayların gelişimini ilk elden gözlemlemek imkânını buldum.
Aslında ilişkiler, Davos toplantısından kısa bir süre önce, 22 Aralık 2008 tarihinde, Erdoğan ile İsrail Başbakanı Ehud Olmert arasında Ankara’da yapılan kısıtlı katılımlı, tarihi Suriye toplantısı ardından bozulmaya başlamıştı. Suriye ile İsrail arasında Türkiye’nin arabuluculuğunda sürdürülmekte olan müzakerelerde tıkanan bir nokta ile ilgili olarak, Olmert, Erdoğan’a bir iki gün içinde telefon edeceğine dair söz vermişti. Bu telefon bir türlü gelmediği gibi, 2008 yılının son günlerinde İsrail, Gazze’ye yönelik “Dökme Kurşun” askeri operasyonunu başlattı. Bu operasyon, ilişkilere daha Davos’tan önce ilk ağır hasarı vermişti.
Olmert pişman oldu, Erdoğan affetmedi
Erdoğan, Olmert’in bu tavrına, kanımca haklı olarak, şiddetli tepki gösterdi. Yıllar sonra, Vaşington Büyükelçiliğim sırasında, kendisiyle karşılaştığımda, Olmert bana sebep olduğu hayal kırıklığından dolayı Erdoğan’a özür borcu olduğunu söylemişti. Erdoğan, Olmert’i hiç affetmedi. Dolayısıyla, ilişkilerin kötüleşmesindeki miladın, esas itibariyle bu operasyon olduğunu söyleyebilirim.
Oysa, bütün bu gelişmelerin hemen öncesinde, iki ülke arasındaki ilişkilerde neredeyse bir bahar havası yaşanıyordu. Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, İsrail’e bir resmî ziyarette bulunması konusunda mutabakata varılmıştı. Hatta, ziyaretin tarihi de tespit edilmişti; ziyaret 9 Ocak 2009 tarihinde yapılacaktı. Çok iyi hatırlıyorum; ziyaretin hazırlıkları için Türkiye’den bir ön heyet dahi gelmişti.
Türkiye-İsrail ilişkileri, o tarihlerde, bütün bölge ülkelerine örnek olacak kadar iyiydi. İki ülke arasında sayısız siyasi işbirliği projeleri yürütülmekteydi. Askeri alanda da önemli işbirliği mevcuttu. Bu çerçevedeki en çarpıcı örnek, Türkiye’nin İsrail’den satın aldığı Heron insansız hava araçlarıydı. Nitekim, Türkiye’nin, son yıllarda, savunma sanayii alanında kaydettiği başarılara, o dönemde İsrail ile gerçekleştirilen bu işbirliği temel oluşturmuştur.
Ve Mavi Marmara saldırısı
Ekonomik alanda da durum farklı değildi. Büyükelçi olarak görev yaptığım dönemde, 2008 yılında, iki ülke arasındaki ticaret hacmi 3,4 milyar dolardı. O tarihte, en önemli hedefimiz, bu rakamı beş yıl içinde 5 milyar dolara çıkarmaktı. Siyasi ilişkilerde yaşanan iniş çıkışlara rağmen, daha beş yıl dolmadan, ticaret hacmi, yüzde 60 ölçüsünde artarak, 5,7 milyar dolara ulaşmıştı.
Erdoğan ile Peres arasında Davos’ta cereyan eden ve ilişkilerin iyice gerilmesine yol açan tartışmadan sonra, ilişkilere bir başka büyük darbe 31 Mayıs 2010’da geldi. Mavi Marmara gemisi öncülüğünde 6 gemilik bir sivil konvoy, uygulanan ambargoyu protesto etmek amacıyla Gazze’ye doğru seyir halindeyken, İsrail Deniz Kuvvetlerince zorla durduruldu. İsrailli komandolar 10 Türk vatandaşını öldürdü. Bu, olacak şey değildi. Hiçbir ülke, ne gerekçeyle olursa olsun, vatandaşlarının bu şekilde katledilmesine sessiz kalamazdı. Türkiye haklı olarak, şiddetli tepki gösterdi. Nitekim, Mavi Marmara hadisesi, Davos’tan sonra ilişkileri onarmak amacıyla yaptığımız bütün çalışmaları yerle bir etti.
Siyasi kriz ticarete engel olmadı
Bugün, her iki ülkenin de ilişkileri yeniden rayına oturtma arayışı içinde olduklarını görmekten memnuniyet duyuyorum. İki ülke arasındaki ortak noktaların ve tamamlayıcı özelliklerin, bu süreçte kolaylaştırıcı rol oynayacağına inanıyorum.
Öncelikle, Türkiye ile İsrail arasında hiçbir ikili sorun bulunmadığını kaydetmek gerekir. Mevcut sorunların hemen tamamı Filistin’le ilgilidir.
Örneğin, Türkiye’nin, İsrail ile yaşadığı siyasi sorunlar hiçbir zaman ticarete engel olmadı. Nitekim, 2019 yılında ikili ticaret hacmi 7,2 milyar dolar olarak gerçekleşti. 2020 yılında ise, pandemiye rağmen, bu rakam 5 milyar dolara yaklaştı. Son zamanlarda, turizm alanında da olumlu gelişmeler yaşanıyor. 2019 yılında, Türkiye’yi ziyaret eden İsraillilerin sayısının 500 binler seviyesine çıktığını görüyoruz. 2020 yılında, kovit pandemisine rağmen, 130 bin İsrailli Türkiye’yi ziyaret etti.
Engel olan, karşılıklı ideolojik saplantılar
Bu durum, İsrail tarafında yaşanmakta olan güven eksikliğinin kaybolmakta olduğuna işaret ediyor. Nitekim, Mitvim isimli İsrail düşünce kuruluşunun kamuoyu yoklamasında, Türkiye ile ilişkilerin iyileştirilmesini onaylayanların oranının yüzde 56’ya yükseldiği görülüyor. Kadir Has Üniversitesinin yıllık araştırmasında da benzer bir tespit söz konusu. İsrail’i Türkiye’nin çıkarlarına tehdit olarak görenlerde, hafif de olsa bir azalma mevcut; 2019’da yüzde 70,8’den, 2020’de yüzde 66,7’ye iniş olduğu görülüyor.
Peki, bu ortak çıkarların varlığına rağmen, iki ülkeyi ilişkilerini tam olarak normalleştirmekten alıkoyan nedir? Görebildiğim kadarıyla, bunun başlıca sebebi, karşılıklı ideolojik önyargıların bir türlü bertaraf edilememesidir. Bu yüzden, bazı meseleler kronik hâle gelmiş vaziyettedir. Bunların aşılabilmesi için, pragmatik bir anlayışla, ortaklaşa çözüm yolları geliştirilmesi şarttır. Ayrıca, bu değerli ilişkinin stratejik boyutu da dikkate alınmalıdır. İsrail ile sağlam ilişkilere sahip olmanın, ABD ve AB ile ilişkilerimiz üzerinde yaratacağı olumlu etkinin göz ardı edilmesi, tarihi bir hata olur.
Ne yapmalı?
Kanımca, ilişkilerin normalleşmesi için atılması gereken üç acil adım bulunmaktadır.
Birincisi, tam ve anlamlı diplomatik ilişkilerin bir an önce yeniden başlatılmasıdır. Unutulmamalıdır ki konuşmadan, görüşmeden ne çıkarlarınızı gözetebilir ne karşılıklı güveni ihya edebilirsiniz. İsrail, 2016 yılında, bir anlamda hatasını kabul ederek, Mavi Marmara olayı sebebiyle Türkiye’den özür dilemiştir. Bu cesur bir karardır. Ancak, yeni adımların atılmasına ihtiyaç vardır.
İkincisi, ilişkilerin, mevcut ideolojik yüklerden süratle kurtarılması gerekir. Nitekim, Türkiye’nin son dönemde, yaşadığı diplomatik yalnızlığın temel sebeplerinden biri ideolojik dış politika uygulamalarıdır. İsrail’in de bu çerçevedeki politikalarını yapıcı bir yaklaşımla gözden geçirmesi gerekir. Örneğin, akılcı ve gerçekçi politikalar izlenebilseydi, bugün Doğu Akdeniz’de bir çatışma yerine işbirliğinden söz edilecekti.
Filistin sorunu
Üçüncüsü, hem Türkiye hem İsrail, Filistin meselesinin ikili ilişkilere engel olmasına izin vermemelidir. Türkiye’nin, Filistin meselesine adil çözüm bulunması konusunda sorumluluk hissetmesinin tarihi sebepleri vardır. Ancak, Türkiye’nin son yıllarda daha önceki denge politikalarından ayrılması, İsrail-Filistin meselesinin çözümünde kaldıraç olma rolünü maalesef yitirmesine neden olmuştur. İsrail de, sağduyudan ayrılmış ve bu coğrafyada Türkiye’den başka yakın dostu olmadığı gerçeğine sırt çevirmiştir.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin son on yılını kaybolan yıllar olarak nitelemek mümkündür. Bu on yıl zarfında, ilişkilerde ciddi güven kaybı meydana gelmiştir. Ancak, her şeye rağmen, gelecekten son derece ümitli olduğumu söylemeliyim.
İlişkilerin normalleştirilmesine yönelik bu adımları atmak elbette kolay değildir. Ancak, iki ülkenin siyasi liderleri, sağduyunun sesini dinler ve bölgedeki reel politik durum ile yüzleşirlerse, kaybolan yılları telafi edecek adımları kolaylıkla atabilirler. Aksi takdirde, her iki ülke de kaybetmeye devam edecektir. Kanımca, daha fazla beklemeden harekete geçmenin tam zamanıdır.