Boğaziçi Üniversitesi’ne (BÜ) 2021 yılının başında yapılan rektör ataması şekil bakımından bir ilk değil. 1971 yılında Robert Kolej Yüksek Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüştürüldüğü günlerde Millî Eğitim Bakanlığı üniversitenin önde gelen hocalarından rahmetli Prof. Dr. Aptullah Kuran’ı kurucu rektör olarak atamıştı. Aptullah Bey, Robert Kolej Yüksek’te Müdür Yardımcılığı yapmış, camianın çok iyi tanıdığı bir hocamızdı. Yukarıdan yapılan ikinci atama ise 1982 yılının Eylül ayında YÖK ve Cumhurbaşkanı tarafından Prof. Ergün Toğrol’ün atanması ile oldu. Bu atama ise camia için bir sürprizdi. Ergün hocamızın kadrosu İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeydi ve BÜ camiası kendisini tanımıyordu. 1982-1992 arası üniversite paydaşları biraz da istemeyerek durumu kabullenmiş ancak üniversite rektörlerinin seçimle gelmesi konusunu gündemde tutmuş ve özellikle 1990’lı yılların başında Ankara’da başarılı lobi faaliyetleri yürütmüşlerdi. Bu faaliyetler sonrasındadır ki 1992 yılında 2547 sayılı YÖK yasasında yapılan bir değişiklikle üniversitelerimize rektör seçimlerinin hibrid bir yöntemle yapılması yasalaşmıştı. Bu sisteme göre öğretim üyeleri aldıkları oya göre 6 adayı sıralayacak YÖK aday sayısını üçe düşürerek Cumhurbaşkanı’nın yapacağı tercihe sunacaktı.
1992’den sonra Boğaziçi rektörlüğüne hep öğretim üyelerinin birinci olarak seçtikleri adaylar atanacaktı. Ta ki 2016 yılına kadar. Bu yılın Kasım ayında öğretim üyeleri 2012’den beri görev yapan rektör Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu’nun ikinci dönem adaylığını da büyük bir çoğunlukla onaylamıştı. Ancak, Cumhurbaşkanı bu tercihi onaylamayarak hiç beklenmedik şekilde rektör yardımcısı Prof. Dr. Mehmed Özkan’ı rektör olarak atayacaktı. Atandığı ilk günlerde (Kasım 2016) atanma şekli dolayısıyla Özkan’ın rektörlüğü tepki ile karşılanmıştı. Ancak hem öğrenci hem de öğretim üyesi olarak “Boğaziçili” olması ve yönetimde gösterdiği başarı nedeniyle camia (öğretim üyeleri, öğrenciler, mezunlar) tarafından yıllar ilerledikçe bu atama benimsenmiş rektör Özkan başarılı bir dört yıl geçirmişti. Düşünebileceğiniz her liyakat kriterine göre de ikinci dönemini tamamlamak üzere tekrar atanmasını beklemek gayet normaldi.
Direniş 100 günü aştı, Türkiye’de ilk defa
Uzaktan izleyebildiğim kadarı ile 2021 yılının ilk günlerinde yapılan rektör ataması yalnız öğretim üyeleri ve öğrenciler için değil camia için de çok büyük bir şok oldu. 1982’de ki atamaya benzer bir şekilde atama üniversite dışından yapılmış ve üniversitenin tercihlerine hassasiyet göstermek yönünde hiçbir çaba harcanmamıştı. 2021 yılının ilk günlerinden beri Boğaziçi Üniversitesi yapılan rektör ataması nedeniyle öğrencisiyle, öğretim üyesiyle uzun bir süredir yürütülen protesto eylemiyle ülkenin gündeminde. Neredeyse 100 günü aştı. Bu kadar uzun soluklu bir protesto eylemini ben ülkemizde hatırlamıyorum. BÜ öğrencilerinin tepkisi ilginçti. Barışçılığı, sosyal medyanın zekice kullanılması sanırım öğrenci protesto tarihimizde yeni bir sayfa açtı. Aynı şeyi öğretim üyelerinin davranışları için de söyleyebilirim.
Direniş neden uzun sürüyor?
Neden bu kadar köklü bir hassasiyet? Herhalde hiç de şeffaf olmaması ve süreç boyunca üniversiteye hiç danışılmadan üniversite dışından bir arkadaşımızın, Melih Bulu’nun rektör atanması direnişi özel bir niteliğe büründürdü. Ayrıca, atamayı hemen takip eden günlerde tamamen evrensel akademik ilke ve geleneklere uygun olmadan, üniversiteye hiç mi hiç danışılmadan bir gecede üniversitenin bünyesine yukarıdan empoze edilen iki fakülte (Hukuk ve İletişim) rahatsızlık yaratan bu duruma tuz biber ekti.
Bu direnişin bu kadar uzun soluklu olmasında, mezunları, öğrencileri ve öğretim üyeleri tarafından inanılarak ve büyük bir bağlılıkla yapılmasının arkasında kurumun uzun yıllar boyunca gelişen ve yerleşen kültürü ile çok büyük ilişkisi var. Nedir bu kültür? Siyasi mücadelelerin çok sert olduğu, otoriterliğin kol gezdiği ülkemizde öğrencisi, öğretim üyesi ve mezunuyla benimsenen ve korunması çok önemli olan çok farklı bir “yaşam alanı” kavramı. “Yaşam alanı” deyimini ilk olarak ‘80’li yılların sonunda öğrencilerimden duyduğumu hatırlıyorum. Bu adı taşıyan bir öğrenci oluşumu vardı üniversitede. Otoriteye, devlete karşıydılar. Sorunlarını kendi aralarında çözebileceklerini düşünürlerdi. Yaklaşımları Fransız düşünür Pierre-Joseph Proudhon’un (1809-1865) anarşist olarak tanımlanan düşüncelerine yakındı. Marksist ve liberal düşüncenin ilginç bir karışımıydı. Kanımca günümüzün Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşam alanı ile ilgili kültürünü şöyle tanımlayabiliriz.
İkinci Dünya Savaşı’nda İsviçre gibi
Boğaziçi Üniversitesi liberal bir eğitim-öğretim geleneğine sahiptir. Biliyorum, ülkemizde liberal olmak hem zordur hem de bu kavrama bazı olumsuz yüklemeler yapılır. Söylemek istediğim şudur. Boğaziçi Üniversitesi’nde kimsenin günümüzde pek moda olan kimliklere bakmadan insana ve onun özgürlüğüne önem vermek ön plandadır. Odak noktası insandır. Onun özgürlüğüdür. Bu bağlamda herkesin barışçıl bir diyalog içinde olması, değişik fikirlere hürmet etmesi, özgürlüğünü sorumlu bir şekilde kullanması, sorgulayan bir kafaya sahip olması hep ön plandadır. Bu kültür sayesindedir ki Üniversite 1970’lerin öğrenci hareketleri açısından çalkantılı yıllarından, polis müdahalesi olamadan, yara almadan çıkabilmiştir. Bir öğrencimin o yıllarda bana aktardığı bir gözlemini hiç unutamam: “Hocam, burası galiba İkinci Dünya Savaşı’nda İsviçre gibi bir yer.” Sanırım bu gözlem çok güzel özetliyor o kültürün ne olduğunu.
Bu kültür üniversitenin yönetilme şekline de yansır. “Üniversite” çok özel bir yerdir. Toplumun düşünce merkezidir, beynidir. Üniversite, uzmanlar, çok değişik disiplinlerde çalışan bilim insanları topluluğudur. Herkes işini iyi yapabilsin, yani düşünebilsin, araştırma yapabilsin, aykırı soruları sorabilsin diye bütün dünyada kamu yararı olarak akademik özgürlüğe önem verilir, vazgeçilmez bir değer olarak savunulur. Diğer olmazsa olmaz değer ise kurumsal özerkliktir. Kurumsal özerklik ise kanımca üç açıdan önemlidir. Üniversite içinde bilimsel ve akademik özgürlüğün korunması, akademik özgürlüğe dışarıdan gelecek tehditlerin önlenmesi ve son olarak üniversitenin kendine öz bilimsel yapı ve örgütlenmeyi oluşturması ve stratejik planını yapabilmesi.
Üniversite emir komuta ile yönetilemez
Kısaca özetlediğim bu nedenlerle üniversite hiçbir zaman hiyerarşik bir emir komuta zinciri içerisinde yönetilemez. Ne iş alemindeki şirketlere ne devlet bürokrasisine ne de askeri örgütlenmeye benzer. Üniversiteyi yönetmek garnizon yönetmeye benzemez dersem meramımı çarpıcı olarak anlatmış olacağımı ümit ediyorum. Üniversite yatay bir organizasyondur. Collegiality, yani meslektaşlar örgütü kavramı üniversite yönetimi hakkında bir fikir verir sanırım. Uzmanlığa, bilimsel disiplinlere önem veren, onları ön plana çıkaran aşağıdan yukarı bir yönetim modelidir kanımca. Bu yönetim tarzında akademik birimler ön planda ve bilimsel özerklik odak noktasında olmalıdır.
Ben üniversite yönetimini bir senfoni orkestrasına benzetirim. Maestronun da yani rektörün, görevi her kim ne çalıyorsa onu en iyi şekilde ve uyum içerisinde çalmasını sağlamaktır.
1990’lı yıllarda ABD’li bilim insanı Burton Clark’ın o zamanlar çok ses getiren bir kitabı çıktı: Entrepreneurial University, yani Girişimci Üniversite. Kısaca, Clark bu kitabında biraz evvel tarif ettiğim collegial yönetim modelini üniversitelerde akademik tutuculuğa neden olduğu için eleştirir halbuki hızlı bir değişimin yaşandığı çağımızda üniversitelerin girişimci ve yenilikçi liderliğe ihtiyacı olduğunu ileri sürer. Ancak, Clark kitabının sonunda her şeye rağmen üniversitelerin meslektaşlar topluluğu olduğunu vurgular, üst yönetimin bunu unutmaması ve liderliğin başarısının meslektaşlarını, en azından önemli bir nüvesini, değişim için seferber edebilme becerisinden geçtiğini vurgular.
Özgür düşünceden korkacak bir şey yok
Üniversitede eğitim-öğretim bir hocanın öğrencilerine aktardığı materyali geri istemesinden geçmez. Öğrencilerin o materyali, o bilgiyi, sorgulamalarını teşvik etmeniz gerekir. Sual sormaları, sizin yapacağınız yanlışları veya aykırı fikirlerini sizlere rahatlıkla söyleyebilmeleri gerekir. Hatta, ben üniversitede süreci iki yönlü öğrenme süreci diye tanımlarım.
Hoca da öğrencisinden çok şey öğrenir. Bu sürecin oluşması için diyalog ve hür düşünceyi teşvik etmeniz gerekir. Araya hiyerarşi sokmamak gerekir. Öğrencilerin sizi bir arkadaş olarak görmelerini, bilginiz ve değişik fikirlere hürmetinizle onların size saygı duymalarını sağlamanız gerek diye düşünüyorum. Bu yaklaşımı üniversitenin de yaşam şekli haline getirmeniz çok önemli.
Bu nedenledir ki BÜ’de öğretim üyelerinin kapısında profesör, doçent gibi akademik unvanlar yazılmazdı. Öğrencilerin rahat rahat hocalarına erişebilmeleri amaçlanır bu tedbirlerle. Bu kültürün içinde evrilmiş öğrencilere ders vermek büyük bir zevktir. Çünkü hocalar kendilerini geliştirme imkânı da bulurlar böyle bir ortamda. Özgür öğrenci faaliyetleri de öğrencilerin kendilerini geliştirmeleri için çok önemli bir fırsattır. Öğrenciler hobilerinin peşlerinde gitmeye teşvik edilir böylece birlikte çalışmayı, örgütlenmeyi bu şekilde öğrenirler. Takım olmak, özgürlükçü bir ortamda lider olmak ne demek içselleştirirler. Benim Boğaziçi Üniversitesi’nde 31 yıl, Sabancı Üniversitesi’nde ise 12 yıl deneyimim oldu. Özgürlüğün üniversitelerde ne kadar önemli olduğuna fazlasıyla şahit oldum.
Özgürlükten korkacak hiçbir şey yok. İnsanlar, öğrenciler sorumlu bireyler olmayı ancak özgürlüklerini kullanarak öğrenirler. Öğreniyorlar da.
Yukarıda özetlediğim kavram ve süreçler Boğaziçi kültürünü çok önemli şekilde şekillendirmiştir.
Bizim mahdumu Boğaziçi’ne nasıl sokarız?
Peki, “Rektör atamaları nasıl olmalı?” derseniz…
Seçim olmazsa olmaz demiyorum. Ancak incelenirse hem Boğaziçi Üniversitesi’nde hem de ülkemizin birçok üniversitesinde rektörlerin seçim ile belirlendiği dönemlerde akademik performansın çok arttığı görülecektir.
Rektör belirlenmesi konusunda dünyada çok sistem var. Seçim veya atama, hepsinin ortak yönü sürecin şeffaf olması ve üniversitenin paydaşlarının şu veya bu şekilde sürece dahil olmasıdır. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki hassasiyet bu kurumda seçimlerin uygar bir şekilde ciddiyetle yapılmış olmasıdır ve üniversitenin akademik performansı ile yakından ilişkili olmasıdır. Rektör seçimlerinin işlediği dönemlerde Boğaziçi Üniversitesi’nin akademik performansı uluslararası düzeyde yükselmiş kurumun tanınırlığı artmıştır.
Artık Boğaziçi akvaryumu mu dersiniz, yaşam alanı mı dersiniz bu çok özel kültür etrafında hassasiyet ve dirençle paydaşların birleşmesini güçlendiren ilginç bir olgu daha var. Birey ve özerkliği vurgulayan bu kültürün toplumumuzda pek anlaşılıp benimsenmemesi.
Kurucu rektörümüz Aptullah Kuran’ın bir anekdotuyla anlatmaya çalışayım. Rahmetli hep düşük profili tercih edelim, farklılığımızı öne çıkarmayalım derdi. Şöyleyiz böyleyiz diye kafamızı çok uzatırsak keserler diye eklerdi. Bu duruşunu güçlendirmek için de TBMM Bütçe Komisyonu’nda ‘70’li yıllarda yaşadığı bir olayı anlatırdı.
Bütçe müzakereleri sırasında milliyetçi bir milletvekili Boğaziçi Üniversitesi’ni milli olmamakla suçlayarak ağzına geleni söylemiş. Ancak, toplantıya ara verildiğinde koridorda yürürken aynı milletvekili Aptullah Bey’in koluna girerek “Söyle bakalım Sayın Rektör, bizim mahdumu nasıl Boğaziçi’ne sokarız” diye tavsiye istemiş.
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu değil mi? Kurum hep böyle bir ikilemle boğuşmak durumunda kalmıştır. Ancak, “mahdumu biz nasıl oraya sokarız” gerçeği de gelen salvoları bugüne kadar dengelemiştir.
Bundan sonra bakalım zaman ne gösterecek.