Angela Merkel, uzun süre önce politikadaki son seçimini yapmış ve 2021 genel seçimlerinde aday olmayacağını açıklamıştı. Her ne kadar doğrudan katılmasa da 26 Eylül 2021 Pazar günü yapılacak genel seçimler, 2005 yılından beri Almanya’yı yöneten Merkel’in politik mirasının da oylanacağı bir yoklama niteliğini taşıyacak.
Son kamuoyu araştırmalarına göre sosyal demokrat SPD adayı Olaf Scholz önde görünmektedir. Yarış ağırlıklı olarak, Olaf Scholz, Merkel’in Hristiyan demokrat partisi CDU’nun adayı Armin Laschet ve Yeşiller partisinin adayı Annalena Baerbock arasında geçecektir. Seçimin sonucu bir bakıma, Alman halkının bir değişimi mi yoksa uzun bir istikrar süreci olan eskinin devamını mı tercih ettiğini de gösterecektir. Fakat sonuç, daha önceki önde gelen bazı Alman başbakanları gibi, Merkel’in de hem özgün bir kişilik hem de çok başarılı bir politikacı olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.
Brandt, Schmidt, Kohl, Schröder
Almanya’nın yakın tarihine bakarsak, Willy Brandt (1962-1972 ve 1972-1974) çok boyutlu bir insan, etkileyici bir politikacı ve başbakandı. Nazilere karşı direnişin içerisinden gelmiş bir sosyal demokrat olarak Brandt, savaş sonrasının Alman politikasına duygusal özü, ekonomik performansın ötesindeki insanî boyutu, renkli ve çok yönlü bir dış politikayı miras bıraktı.
1974 yılında onun yerine başbakan olan Helmut Schmidt ise, yine Willy Brandt gibi sosyal demokrat SPD üyesiydi ama Brandt’ın çok boyutlu anlayışından ve insanî yaklaşımından çok ekonomiye yoğunlaştı. Hem Almanya’nın hem de dünyanın “baş öğretmeni” gibi davranmayı politikasının temeli yapmasıyla sempati topladığını söylemek zor.
“Almanya’nın birleşmesinin mimarı” sayılmakla birlikte eski Almanya’yı temsil eden, taşralı, davranış ve konuşma tarzı her türlü incelikten uzak olan Başbakan Helmut Kohl yerine 1998 seçimlerinde Gerhard Schröder seçildi. AB’nin en ağırlıklı ülkesi ve o dönem dünyanın üçüncü büyük ekonomisi konumuna gelmiş durumdaki Almanya’nın başbakanı olarak Schröder, Türkiye’nin tarihsel, ekonomik ve jeopolitik gücüyle gelecek stratejik artı değeri iyi değerlendiren bir devlet adamıydı.
Almanya’nın, dünyayı sarsan finans ve ekonomik krizleri en az hasarla atlatmasını sağlayan acı reçete politikaları, 2005’te yerine seçilen Merkel’in istikrar politikalarının da temeli oldu.
Merkel’in Almanya’sı
Merkel iş başına geldiği zaman, Almanya artık özgüvenine kavuşmuş, sadece makine ve otomobil üreten bir ileri sanayi ülkesi olmanın yanı sıra -özellikle ülkenin Batısında- estetik ve yaratıcı alanlarda da kendisini kanıtlamış bir ülkeye dönüşmüştü.
Angela Merkel işte böyle bir ortamda, giyinişi, kısa saçları, mesafeli ama insanlara yakın da durabilen davranışları, sakin duruşu, tane tane, berrak bir Almanca konuşması ve serinkanlı kararlarıyla zengin ve refah içerisindeki Alman toplumuna, alçak gönüllü olmayı anımsatan bir simge oldu. İstikrar Almanya’nın bu Doğu Alman kökenli politikacıdan elde ettiği en büyük kazanım oldu.
Döneminde “Wirecard” skandalı, ABD ile istihbarat krizi gibi ya da şimdilerde Almanya’nın çeşitli bakanlıklarını kapsayan skandallar gibi çeşitli olaylar yaşandıysa da Merkel bütün bu olumsuz gelişmelerin üstünde ve dışında kalmayı bildi. Adı bugüne kadar herhangi bir akçeli olaya karışmadı.
Eski Doğu Almanya duygusal tepkilere, bireysel aykırılıklara, önceden hesaplanmamış kararlara asla izin vermeyen bir ülkeydi. O eğitimle yetiştiği için, Merkel duygularını bastırmayı, tepkilerini dışarıya yansıtmamayı iyi biliyordu.
Bu özellik onun, iç politika kadar dış politikadaki en iyi aracı oldu.
Dış politikada Merkel
Merkel dış politikada da iç politikada olduğu gibi pragmatikti. Başbakanlığı süresince ABD, Rusya, özellikle de Vladimir Putin ile ilişkilerini gayet iyi yönetmeyi becerdi. ABD ve Rusya karşısında asla açıktan meydan okumaya yeltenmedi. Doğu Almanya’daki gençliğinde zorunlu olarak Rusça öğrenmiş olması da hiç kuşkusuz, Merkel’in Putin ve Rusya ile olan ilişkilerinde yardımcı olmuştur. Böylece her iki dev ülkeyle de en çetin sorunları bile, büyük ölçüde Almanya’nın lehine veya en az zararla çözmeyi başardı.
Çin ile ilişkilerinde ise Merkel, AB değil, Alman devletinin çıkarlarına ve ülkenin ekonomik yapısının önceliklerine göre adımlar attı. Bazı gözlemciler uzun erimde tartışmaya yol açacağını söylese de Alman ekonomisi ve ülkenin otomobil ve makine gibi klasik sanayi dallarında Merkel’in Çin politikası başarı elde etti.
Merkel AB içerisindeki politikalarında da benzer bir yaklaşımı uyguladı. Açıktan, kamuoyu veya televizyonların önünde böbürlenmedi, ama Almanya’nın sessiz ve sakin gücünü bir şekilde hissettirdi. Sonuç da aldı. Bunun ender istisnalarından biri Yunanistan krizidir. Yunanlılar, Almanya’nın gücünün ağırlığını, açıktan, sert ve acı biçimde yaşamak zorunda kaldılar.
Türkiye politikası sorunluydu
Öte yandan, Schröder Türkiye konusunda ne kadar olumlu politika izlemişse Merkel’in de o kadar yanlış politikalar yürüttüğü, üzücü ama altının çizilmesi gereken bir gerçektir.
Belki bunda Merkel’in, Türklerin hiç yaşamadığı, Türkiye ile ilişkilerin Soğuk Savaş düşmanlıklarıyla yürüdüğü eski Doğu Almanya’da, üstelik bir Protestan rahibi babanın kızı olarak büyümesinin de rolü vardır. CDU’nun dipteki kılcal damarlarındaki gizli tepkilerin de Merkel’in Türkiye politikalarını etkilemiş olması düşünülebilir.
Nedenleri her ne ise, Angela Merkel kalbinin ve kafasının derinliklerinde Türkiye’yi hep “idare edilmesi” gereken bir ülke olarak gördü. Türkiye üzerine ne stratejik bir vizyona ne de kalıcı politikalara sahip olabildi. Daha doğrusu, onun Türkiye konusundaki tek kalıcı politikası, Türkiye’nin Almanya’dan belli bir uzaklıkta, ama kullanışlı bir noktada tutulması idi. Dolayısıyla Angela Merkel’in Türkiye politikasını her iki ülke için, yitik yıllar demesek bile, eksik kalmış yıllardır diye düşünmek yanlış olmayacaktır. Geçen yıllar içerisinde Merkel uzun erimli, stratejik bir Türkiye ufkuna sahip olabilseydi, Türkiye ve Almanya kendi aralarında, iki ülkenin de karşılıklı yararına olacak, ileri boyuttaki bir stratejik, ekonomik ve politik işbirliğini hayata geçirebilirdi. Bu olmadı. Merkel’in girişimiyle Türkiye ve AB arasında imzalanan göç anlaşmasının ise istenen sonucu verdiği söylenemez.
Merkel’den sonra Almanya
Öte yandan, Doğu Akdeniz sorunları nedeniyle Fransa’nın ve Macron’un Türkiye’yi hedef alan yanlış politikaları karşısında AB içerisinde denge sağlaması; barışçı yaklaşımlara ve görüşmelere destek vermiş olması, Merkel’in Doğu Akdeniz ve Avrupa barışına katkısı sayılmalı.
26 Eylül seçimleri “Hangi Almanya?” sorusunun da yanıtını verecektir.
Kamuoyu araştırmalarının öngördüğü gibi, sosyal demokratlar ve Olaf Scholz birinci çıkarsa başka, Yeşiller ve Annalena Baerbock birinci çıkarsa başka, CDU-CSU ve Armin Laschet birinci çıkarsa başka bir Almanya gündeme gelecektir. Küçük liberal FDP ise her durumda kilit bir rol oynamaya aday görünmektedir. Hiç beklenmese de AfD adını taşıyan yabancı karşıtı partinin önemli bir oy potansiyeli elde etmesi durumundaysa, dengeler alt üst olabilir ve Alman politikasında zorlu rüzgârlar esebilir.
2005-2021 yılları arasında süren Merkel dönemi, hiç kuşku yok ki Almanya ve Alman halkı için başarı, istikrar ve refah dönemi olmuştur. Alman iç politikasındaki ve ekonomisindeki istikrar, Almanya’nın Avrupa’nın ortasındaki bir “merkezi güç” olarak dünya sahnesindeki yerini sağlamlaştırmıştır. Almanya, dünyadaki ekonomik ve jeopolitik süreçler içerisinde kendisi oyun kurucu olmasa bile, oyunda kesinlikle yer alması gereken ülke konumunu perçinlemiştir. Bu da Angela Merkel’in mirası sayılmalıdır.