İniş bir kez başladı mı durdurmak kolay olmuyor, çorap söküğü gibi arkası geliyor. ABD Genelkurmay Başkanı Mark Milley’in Çin Genelkurmay Başkanı Li Zuocheng ile iki telefon görüşmesi yaparak önceki Başkan Donald Trump Çin’e savaş açmaya kalkarsa saldırmayacakları yolunda güvence verdiği ortaya çıktı. Milley telefon görüşmelerini kabul ederken bunu kendi başına değil Pentagon ve diğer devlet kurumlarıyla koordinasyon içinde yaptığını söyledi.
Bu ortalığı daha da karıştırdı. Trump’un son Savunma Bakan Vekili Christopher Miller, Milley’e böyle bir talimat vermediğini söyleyerek Çin’e açılan telefonları “rezilce ve eşi görülmemiş bir itaatsizlik örneği” olduğunu, halen görevde olan Milley’in istifa etmesi gerektiğini söyledi. Trump bu işin sonunun “vatana ihanete” gidebileceğini söyledi. Başkan Joe Biden ise “Milley’in yaptığını doğru bulup bulmadığını” soran gazetecilere, “Milley’e güvenirim” demekle yetindi.
Milley’in söylediği doğruysa, askerden-askere Çin’e açılan telefonu ABD devlet yapısında başka kimler biliyordu? Ulusal Güvenlik Dairesi, Dışişleri, CIA, BM Daimi Temsilciliği, Kongre içinden başka kim? Bir Amerikan “derin devleti” mi devreye girmişti Trump’ın iktidarı bırakmamak için her türlü çılgınlığı yapma ihtimaline karşı? Şimdiye dek Milley’in Çin’e Trump’ın iç politika amacıyla savaş ilan etme ihtimaline o zaman muhalefetteki Demokrat Partinin Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi ile görüştüğü, onun da “Adam delirdi” gibi bir yanıt verdiği iddiası var ortada. Bakalım başka kimler çıkacak?
Yoksa Amerikan “derin devleti” mi?
Çin Devlet Başkani Xi Jinping (Şi Cinping okunuyor), Genelkurmay Başkanı Li’den ABD’li muhatabından gelen haberi aldığında ne düşünmüştür acaba. Yüzündeki memnuniyet ifadesini gerçekten merak ediyorum. Ya Trump bu arada Çin’e atıp tutarken ikinci telefonu aldığında?
Çünkü Milley’in Çin Halk Kurtuluş Ordusunun başındaki Li’ye ilk telefonu 3 Kasım 2020 seçimlerinden önce, 30 Ekim’de, ikincisini de seçimi kaybeden Trump taraftarlarının Kongre’yi bastığı 6 Ocak 2021 kalkışması sırasında, 8 Ocak’ta açtığı anlaşılıyor. Milley’in bütün bu süreçte, Çin’den gelen Trump’ın iç politika amacıyla kendilerine saldıracağı endişelerini yatıştırma amacıyla muhatabını aradığı da anlaşılıyor.
Acaba Şi, bu durumdan müttefiki Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i haberdar etmiş midir?
Ve bakalım, örneğin bu krizin Rusya ayağı da yani Rusya’ya da benzeri güvence verildiği de ortaya çıkacak mı? Çünkü Trump o günlerde Putin’e de atıp tutuyordu.
Bütün bunları daha önce Watergate skandalını (Carl Bernstein ile birlikte) ortaya çıkarıp Başkan Richard Nixon’un istifasına yol açan gazeteci Bob Woodward sayesinde öğreniyoruz. Woodward daha piyasaya çıkmadan Amerikan basınında yer alan haberlerle ortalığı sarsan “Peril – Tehlike” kitabında yazmış. Woodward, daha önce Bush dönemini yazarken Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in göreve gelir gelmez yaptığı üst düzey atamaları, askerlerin ciddi bir itaatsizlik boykotuyla değiştirmek zorunda kaldığını da yazmıştı.
Cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra Süleyman Demirel’i sıkıştırmıştık Fikret Bila ile, “Derin devlet nedir?” diye; tek kelimeyle “askerdir” demişti.
Amerika Yaptırımlar Devleti ve Türkiye
İniş bir kez başladı mı devamı geliyor dedik ya, ABD örneğinde bunun sadece Başkan’ın bir saçmalık yapma ihtimaline karşı, kendi süper güç itibarını zedeleyecek şekilde Çin’e telefon açılmasıyla sınırlı görmemek gerekiyor. Afganistan ortada. Daha önce Trump’un koronavirüs salgınında gösterdiği acizlik ortada.
Ve artık ABD Kongresinin (Türkiye dahil) dünyanın dört bir yanına ilan ettiği yaptırımların, ambargoların başlı başına bir acizlik, inişe geçme işareti görüldüğü dönemdeyiz. Bu tanım ABD’nin etkili yayınlarından “Foreign Policy -Dış Politika” dergisinin son (Eylül-Ekim 2021) sayısında yer alan bir yazıda yapıldı. Uluslararası İlişkiler hocası Daniel Drezner imzasını taşıyan makalenin başlığı “Yaptırımlar Birleşik Devletleri – Ekonomik Baskının Kullanımı ve İstismarı”.
Obama’nın ilk döneminde değişik ülkelere, değişik nedenlerle 500’den fazla yaptırım ilan edildiğini, Trump döneminde bunun ikiye katlandığını yazan Drezner şu sonuca varıyor:
• “İşin gerçeği, Washington’un yaptırımlar saplantısının yarar sağlama ya da başka bir şeyle pek az ilgisi kalmıştır; [Bu] Amerika’nın inişe geçmesidir. Artık karşı konulamaz bir süper güç olmayan Birleşik Devletler, ağırlığını eskisi gibi her tarafa koyamamakta.”
Yani ABD yaptırımları sadece Türkiye’de anlamsızlaşmaya ve ters tepmeye başlamadı; Dış Politika yazarı diyor ki, her yerde böyle.
Gelelim Türkiye’nin durumuna
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da, Japonya’dan Hindistan’a, Brezilya’ya Polonya’ya dek bölgesel gücünü artırmak isteyen her ülke gibi, bu güç kaybı saptamasını yaparak, üstelik ciddi bir coğrafi avantajla ABD’ye ilişkileri daha “daha eşit koşullarda” yenilemeyi teklif ediyor. ABD yönetimin, Kongre’deki etnik lobilerin gücüne rağmen Çin ve Rusya’nın yükselişi karşısında NATO müttefiki Türkiye’ye pazarlık kapılarını kapalı tutacağını düşünmek gerçekçi olmaz. Özellikle de ABD’nin dış politikada itibar kaybı, iç politikada bir demokrasi krizi daha yaşadığı bir dönemde.
Yine de ABD’de yaşanan sorunlarla yüzleşme ve çözme mekanizmalarının hâlâ işlediğini görüyoruz. Çin’e açılan telefonlarla patlayan kriz de, öncekiler de yürütme içinde ortaya çıkıyor. Kongrenin kendisini hala dünyanın efendisi görmesi de kendi dertleri.
Ama sistemin her şeye rağmen işlemesini sağlayan bağımsız yargı ve bağımsız basındır.
Bob Woodward özgürce yazabiliyor, yazdıkları basılıyor, sadece kendi sınırları içinde değil, bütün medyada tartışılabiliyor, yargı, yürütme ve yasama buna göre harekete geçebiliyor. Yazının başındaki alıntıdan görebileceğiniz gibi, bu haber Amerika’nın Sesi Radyosu tarafından da ayrıntısıyla yayınlanabiliyor.
İşte bu durum Türkiye’deki mevcut durumla ile daha gelişkin demokratik işleyişteki yasama, yargı ve basın özgürlüğü düzeyleri arasındaki ciddi farktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti yönetimi istenmeyen soruların sorulmasına dahi izin vermeyecek aşamaya geldi. Dün, 15 Eylül’de Beştepe’de düzenlenen bir ödül töreninde kendisine bağlı İletişim Danışmanı ile açık partizanlık yapan iki köşe yazarına ödüllerini takdim ederek medyaya bakışını yeni bir düzeye indirdi. Dedik ya, iniş bir kez başladı mı devamı geliyor diye.
Bakın Polonya, Macaristan gibi AB üyelerinde de var bu eğilim. Basın özgürlüğüne sınırlar getirerek, gazetecileri yazarları caydırarak Bob Woodward’ların çıkıp işlerine gelmeyen şeyleri yazmasını önlemektir amaç. Ama bu uzun süre önlenebilir bir şey değildir. Halkın gerçekleri öğrenme isteğini bir süre bastırılabilir, ama bunun süresini baskıcılar belirleyemez; sonsuza dek sürmez çünkü. siz belirleyemezsiniz.