Geçen on yıl zarfında, Türk dış politikası dramatik değişiklikler geçirdi. Başlangıç tarihi başkanlık sistemine geçmemizin çok öncesine uzanan bu değişim sürecine daha yakından bakmakta yarar olduğunu düşünüyorum.
İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisinin (AKP) dış politikası, işbaşına geldiğinden bu yana üç evreden geçti;
a) Evrensel değerlere ve özellikle Avrupa Birliğine (AB) bağlılık,
b) İkincisi, aşırı özgüvenli ve bir nevi irredentist (kaybedilmiş toprakları geri alma özlemi barındıran) politika,
c) Son olarak, Batı karşıtlığına ve kibre dayalı dış siyaset dönemi.
Özellikle, geçen on yılda, Türkiye, model demokratik İslam ülkesinden, otoriter yönetime sahip bir ülkeye ve Batı yöneliminden giderek uzaklaşan, aksine Batı karşıtlığını, komplo zihniyetini önceleyen bir devlete dönüştü. İktidarın başlıca siyasi hedefi, kamuoyu desteğini her ne pahasına olursa olsun arkasına alabilmek ve halkın mağduriyetlerini her durumda kendi çıkarları uğruna kullanabilmek amacıyla, her türlü yolu mubah gören popülist bir anlayışla ülkeyi yönetmek oldu.
Uzlaşı diplomasisinden askeri caydırıcılığa
Tabiatıyla, bu popülist siyasi uygulamalar, bölgesel ve küresel istikrara menfi yansımalarda bulundu. Demokratik normlardan giderek uzaklaşıldı, dış politika rayından çıktı, kurumların içi boşaltıldı. Diplomasimizde, “yumuşak gücün” yerini, “sert güç” aldı. Uzlaşından ziyade askeri caydırıcılığı önceleyen bir anlayış benimsendi. Türkiye, uluslararası planda, sanatı, zengin kültürü, derin tarihi, gelişen ekonomisiyle değil, askeri unsurlarının gücüyle anılmaya başlandı. Neticede, ülkenin küresel imajı, düzelmesi epey uzun zaman alacak şekilde bozuldu.
Nitekim, an itibariyle Türk dış politikası oldukça üzücü bir manzara sergiliyor. Suriye, İsrail ve Mısır’da hâlâ Büyükelçimiz yok. AB ile ilişkilerimizde belirgin bir durgunluk yaşıyoruz. Yunanistan ve Fransa ile ilişkilerimiz gergin. ABD ile ilişkilerimizde ciddi sorunlar var.
Çok değil, birkaç yıl önce, Türkiye’nin sorunlarla dolu bir bölgede “istikrar adası” olduğunu söylerdik. Hatta, bizim “istikrar üreten ülke” olduğumuz, hemen herkesin dilindeydi. ”Arap Baharı” nasıl “Arap Kışı”na dönüştüyse, biz de bölgemizdeki tüm sorunların tarafı haline gelerek, adeta “yalnızlık adasına” dönüştük. Artık, dostlarımız dahi, istikrarsızlık kaynağı olduğumuzu söylemekten çekinmiyorlar.
Türkiye dış politikası bu noktaya nasıl geldi?
Peki, bu noktaya nasıl geldik? Neden yalnız kaldık? Bunun bir dizi nedeni var. Ben sadece birkaçına değineceğim.
Son derece çetrefil bölgesel sorunların varlığını yadsımak mümkün değil. Ancak, meselenin kökleri iç siyasete uzanıyor. Yirmi yıla yakın tek başına iktidar döneminin ardından, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın partisi AKP, iç siyaset bakımından bir konsolidasyona ve saflarını sıklaştırmaya ihtiyaç duydu. Bunun için, Erdoğan, uzlaştırıcı ve kapsayıcı bir siyaset izlemek yerine, milliyetçiliği araç olarak kullanmayı tercih etti. Önyargılar depreştirildi, bağnazlık kutsandı ve milliyetçilik köpürtüldü. 2019 yılı Haziran ayında yapılan mahalli seçimlerde büyük şehirlerin çoğunluğunu kaybetmesine rağmen, Erdoğan’ın stratejisi sonuç verdi ve MHP ile oluşturulan koalisyon sayesinde arzu edilen konsolidasyon sağlandı. Ancak, bunun ağır bir bedeli oldu.
Ülke görülmemiş bir kutuplaşma içine girdi ve siyasette gerginlik, önyargı ve bağnazlık belirleyici rol oynamaya başladı. Böyle bir ortamda, artık dış politikaya kariyer diplomatlar değil, kızgın ve tepkili gruplar yön vermeye başladı.
Her şey hamaset zemininde değerlendirilir oldu.
Dışişlerinde kurumsal dönüşüm
Dışişleri Bakanlığının ehliyet ve liyakat sahibi profesyonel kadroları, siyasetin aracı haline getirildi. Yurt dışı ve yurt içi kadrolara ölçüsüz siyasi atamalar yapıldı. Örneğin, Bakanlığın, tarihi olarak meslek memurları tarafından yönetilen Personel Daire Başkanlığı, Genel Müdürlüğe dönüştürülerek, başına siyasi bir görevli atandı. Bazı büyükelçiliklere getirilen eski siyasetçiler Bakanlığın tarihten gelen siyaset üstü kurumsal kimliğini yıpratmakla kalmadı, uluslararası plandaki etkinliğini ve ağırlığını da zayıflattı. Ayrıca, kariyer diplomatların şevkini ve mesleki beklentilerini de hiç olmadığı kadar azalttı.
Bu meyanda, Türk diplomasisinin kararlılık, tutarlılık, güvenilirlik ve öngörülebilirlik gibi geleneksel temel ilkeleri hemen hiç gözetilmedi. Barışçılık ve uzlaşı kültürü terk edildi. Üstten bakan, aşağılayan, meydan okuyan bir dille yazıp, konuşmak meziyet haline getirildi.
Halbuki, Türk hariciyesi, geçmişte demokrasiye, hukuka, adalete, evrensel değerlere, özgürlüklere saygı ve bağlılık düsturunu esas almış, bilimden ve akılcılıktan hiçbir zaman ayrılmamıştır. Türkiye, diplomasisini her zaman tutarlılık, kararlılık, güvenilirlik ve öngörülebilirlik ilkelerine sadık kalarak yürütmüştür. Bu yüzden de uluslararası planda saygınlığa, etkinliğe, itibara ve inandırıcılığa sahip olabilmiştir.
Diplomaside hamaset ve husumet
Türk diplomatları, öteden beri dış politikayı yürütürken, hamasetten ve duygusal tepkiler vermekten, kişisel dostlukları veya husumetleri öne çıkarmaktan, ideolojik önyargılarla hareket etmekten özenle kaçınmışlardır.
Dış politikada, içi boş hamasi söylemleri kullanarak kitleleri heyecanlandırmakla, sonuç almak ve çıkarları korumak arasında herhangi bir ilişki bulunmadığını, duygusallığın bir dış politika tarzı ve yöntemi olarak çok maliyetli olduğunu usta-çırak eğitimi almış bütün Türk diplomatları bilir.
En büyük hatalardan birisi de dış siyaseti, iç siyasete, tabanın duygularına ve desteğine, ideolojik saiklere göre yapmaktır. İdeoloji esaslı diplomasi, zaman içinde, sizi bütün sorunların tarafı haline getirir. Giderek yalnızlaşır, tıpkı bugün Türkiye’nin yaşadığı gibi, dostlarınızı ve müttefiklerinizi kaybetmeye başlarsınız.
Dış politikada haklı olmak veya karşı tarafın haksız olması yeterli değildir. Sonuçta, haklılığı ve haksızlığı iyi savunmak ve anlatmak durumundasınızdır. Karşı tarafı anlamak, onun hangi yetenek, amaç, öncelik ve beklentiler içinde hareket ettiğini de bilmek zorundasınızdır.
Diplomatları siyasi komiser gibi görmek
Türk diplomasisinin okulu, asırlık tarihe sahip Dışişleri Bakanlığıdır. Diplomatlar ise, herhangi bir siyasi partinin kısa vadeli ideolojik yaklaşımlarını değil, ülkelerinin çıkarlarını koruyup, kollamak üzere bu köklü okulda özveriyle çalışan öğrencilerdir.
Oysa, bugün Dışişleri Bakanlığımızın 150 yıllık itibarının göz göre göre aşındırılmakta olduğunu görüyor ve üzülüyorum. Ülkemizin dış ilişkilerinin yönetildiği bu kurum giderek profesyonellikten uzaklaşıyor ve daha ziyade bir siyasi partinin sözcüsü veya komiserliği gibi faaliyet göstermeye zorlanıyor.
Tarih boyunca hayranlık uyandıran sayısız başarılara imza atmış olan diplomatlarımızın yetiştiği Dışişleri Bakanlığımızı, iç siyasetin dar kulvarından çıkarılarak, bir an önce küresel gündemi düşünmeye ve bu istikamette fikir üretmeye odaklandırılması gerekiyor.
Bütün kararları tek kişi alınca
Dış politika alanındaki sorunların en önemlilerinden biri de hemen bütün kararların tek kişi, yani sadece Cumhurbaşkanı tarafından alınmakta oluşudur. Kişisel akılla belirlenen ve yürütülen dış politika öngörülebilir değildir. Risk ve güvensizlik barındırır. Gerçek müttefiklerinizin ve gerçek dostlarınızın yanınızdan giderek uzaklaşmasına sebep olur. Yalnızlıktan kurtulamazsınız.
Oysa, ülkemizdeki siyasi liderler Dışişleri Bakanlığının profesyonel kadrolarının öngörülerine, telkinlerine ve değerlendirmelerine eskiden olduğu gibi kulak vermiş olsalardı, ülkenin bir yalnızlığa sürüklenmekte olduğunun işaretlerini önceden görebilecek ve gerekli önlemleri zamanlıca alabileceklerdi.
Bütün bu hatalar sonucunda, geleneksel dostlarımız, müttefiklerimiz ve komşularımızla ilişkilerimizde ciddi zemin kaybına uğradık. Güvenilirliğimiz ve tarafsızlığımız yara aldı. Zamanında Türkiye’ye muhabbet besleyen ülkeler dahi, Türkiye’ye hasım cepheler oluşturma faaliyeti içinde yer almaya başladılar. Dolayısıyla, siyasi liderlerimiz hatalı politikalarının boyutlarını bir an önce kavrayamadıkları takdirde, dış ilişiklerimizdeki mevcut kırılganlığın kalıcı hale gelme riski bulunmaktadır.
Dışişlerinde fabrika ayarları
Bundan sonra hangi iktidar göreve gelirse gelsin, ilk hedeflerinden biri Dışişleri Bakanlığını fabrika ayarlarına döndürmek olmalıdır. Her ne kadar, başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere birçok kurum işlevsizleştirilmişse de bu durumun düzeltilebileceğine içtenlikle inanıyorum. Zira, devlet kurumları içerisinde hâlâ en donanımlı ve yetenekli kadrolara sahip teşkilatlardan biri Dışişleri Bakanlığıdır. Diplomatlarımız kendilerine verilecek görevleri en iyi şekilde yerine getirebilecek ve 21inci yüzyılın meydan okumaları karşısında ülkemizin çıkarlarını en mükemmel şekilde koruyacak ehliyete ve liyakate sahiptirler.
İktidar, geçen on yıl zarfında yaptığı vahim hataların nihayet farkına varmış olacak ki, 2021 yılının başından itibaren dış ilişkilerde birtakım açılımlar başlatma gayreti içine girmiştir. Karşı karşıya bulunduğu ağır ekonomik krizin de hükümeti bu yönde adım atmaya zorladığı görülmektedir. Kısa zamanda mesafe alınması belki mümkün olmayacaktır. Zira, yıkmak kolay, yeniden inşa etmek epey zordur. Ancak, umarım, söz konusu girişimler dış ilişkilerimizde toparlanmaya ve olumlu gelişmelere kapıyı aralar. Kanaatimce, Dışişleri Bakanlığının diplomasi mesleğindeki uzmanlığının yeniden ağırlık kazanması bu toparlanma sürecinin ilk adımı olmalıdır.