Türkiye’nin yaşadığı en büyük ekonomik krizlerden biri olan 2001 krizinin hemen akabinde Ayşe Buğra “Türk toplumunun Şubat 2001 krizini çok yumuşak karşıladığını düşünüyorum” diye yazar. Her kış kar atıştırmaya başlamadan önce erzak stoklamaya girişen halk kitleleri, bu defa benzer yokluktan korunma korunma eylemlerine kalkışmamışlar, panik halinde bankalara ya da döviz bürolarına hücum etmemişlerdi. Orta sınıflar insanı şaşırtan bir sessizlikle beklemişlerdi.
Adalet ve Kalkınma Partisi Şubat 2001’de yaşanan ve Türk lirasının görülmemiş bir oranda değer kaybetmesine yol açan ekonomik krizden yalnızca altı ay sonra Ağustos 2001’de kuruldu. Türkiye gibi parti sistemi her darbe sonrası yeniden kurulan bir ülkede yeni bir partinin seçim kazanması alışılmadık bir durum değildi. Ama ağır aksak da olsa işleyen çok partili bir sistemde bu yeni aktörün başarısı sadece Türkiye değil dünya ölçeğinde de benzersizdi. Kadroları görece deneyimli ama kendisi yepyeni olan bu parti 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde tek başına iktidara geldi. Krizi büyük bir sessizlikle karşılayanlar onları açlığa ve yoksulluğa mahkûm eden siyasal partilerden intikamlarını sandıkta almışlardı.
AK Partinin yaklaşık 20 yıllık iktidarında iç ve dış politika krizleri, ekonomik krizler, bir darbe girişimi, Türkiye’nin kurumsal dokusunu değiştiren referandumlar gibi çok sayıda iniş ve çıkış öyküsü bulunuyor. Ancak belki de bu tarihin en can alıcı noktalarından biri orta sınıfların yükseliş ve çöküş öyküsü.
Statü Orta Sınıflar
Türkiye orta sınıf(ların)ı benzer yaşam şansına ve tercihlerine sahip yekpare bir grup olarak görmektense, kabaca iki kategoriye ayırmak mümkün.
Bu gruplardan ilki Türkiye modernleşmesinin de taşıyıcısı olarak görebileceğimiz eğitimli, profesyonel, kentli orta sınıflar olageldi. Daha 1970’li yıllarda Nezih Neyzi Türkiye’de toplumsal yapıda yaşanan en önemli değişikliğin profesyonel orta sınıfın gelişiminin hızlanması olduğunu yazıyordu. Batılı siyasi değerler ve ekonomik yaklaşımlarla özdeşleşen ve bir buçuk yüzyıldır süren sosyal ve ekonomik değişimin ürünü olan bu orta sınıf çağın ekonomik ve siyasi koşullarıyla uyumlu yeni bir ülke istiyordu. Bu statü orta sınıflarının talebi 1970’lerin çatışmacı siyasal iklimi ve ardından gelen 12 Eylül1980 darbesi ile sekteye uğradı.
Yeni Bir Orta Sınıf Doğuyor
Turgut Özal döneminin ekonomik liberalizasyon politikaları ise pek çok şeyi kökünden değiştirdi. Özal’ın ortadirek diye hitap ettiği orta sınıflar artık sadece kentli, profesyonel gruplar değildi.
Küçük sanayiciler, kentin her yerine gecekondudan hallice apartman konduran müteahhitler, zanaatkarlar, esnaflar da bu gruba dahil edilmişti. Tanıl Bora’nın belirttiği gibi Özal milliyetçilik, muhafazakarlık, batıcılık, modernleşme gibi farklı yönelimlerin eklektik biçimde bir araya geldiği bir siyasal temsil biçimi ile hem profesyonel orta sınıflar ile hem de bu yeni orta sınıflar ile kucaklaşmaya çalışıyordu.
1980 ve 1990’lı yıllar kundura dükkanlarını ayakkabı üretim tesislerine, terzi atölyelerini tekstil atölyelerine çevirenlerin ve kredi ile aldıkları arsalarda ilk kentsel müteahhitlik deneyimlerini yaşayanların yılları olacaktı.
AK Parti’nin Omurgası Olarak Ortadirek
Utku Balaban, AK Parti’nin en kritik iktidar paydaşı ve seçim başarıları ardındaki kilit faktörün Türkiye’nin 1980 sonrası ekonomik liberalizasyonu ile büyüyüp serpilen bu küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinin olduğunu ileri sürer. Ortalama olarak birkaç düzine işçi çalıştıran bu girişimcilerin kazançları bir profesyonelin gelirine kabaca eşdeğerdir. Bu yeni gelir akışı onları orta sınıflaştırır ve çalıştırdıkları işçilerle muhafazakarlık harcı üzerinden kurdukları “aile ilişkisi” kendi mahallelerindeki saygınlıklarını artırır.
Hakan Yılmaz 2007 yılında yürüttüğü bir araştırmada orta gelirli, dindar, yeni sağ eğilimli ve çoğunluğu AK Parti seçmeni olan orta sınıf(lar)ın nüfusun yaklaşık yüzde 45’lik bir oranına tekabül ettiğini iddia eder. Bu grubun en önemli özelliği ise kendi ekonomik durumları halihazırda iyi olmasa bile iyileşeceğine dair beklentileridir. Ve 2000’li yılların ilk 15 yılına eşlik eden ekonomik büyüme bu beklentiyi hep canlı tutacaktır.
Bu umutlu beklentiyi Albert Hirschman’ın tünel etkisi metaforuyla da anlatmak mümkün. Hirschman iki şeritli bir tünelde her iki şerit de tıkalıyken insanların umutsuzluğa düşeceğini, ama siz sağ şeritte beklerken son şeridin açılıp akmasının sıranın size de geleceği gibi güçlü bir umut yaratacağını iddia eder.
Hızlı ekonomik büyüme eşitsiz koşullarda olsa bile bazı gruplar için bekledikleri şeridin önünü açarak, bu büyümeden yeterince faydalanamayan şerittekiler için sıranın kendilerine de geleceği beklentisini oluşturur. Tam da bu durum eşitsizliğe tahammülü artırır.
Küresel Orta Sınıf(laşma)
AK Parti döneminin özellikle ilk 15 yılını karakterize eden yüksek büyüme oranları ve genişleyen orta sınıfların sadece Türkiye’ye özgü olmadığının hemen altını çizmek gerekiyor. Branko Milanoviç ekonomik küreselleşme ve liberalizasyonun küresel gelir dağılımı üzerinden baktığımızda iki kazananı olduğunu söyler. Kazananların ilki gerçek gelirleri bu dönemde keskin bir şekilde yükselen dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesimidir. Bu kişilerin pek çoğu gelişmiş kapitalist devletlerde ikamet eden Batılı zenginlerdir.
Küreselleşme ve ekonomik liberalizasyonun ikinci büyük kazananı ise orta gelir katmanlarında bulunanlardır. Çoğunluğu Çin, Hindistan, Türkiye gibi ekonomik olarak gelişmekte olan ülkelerde ikamet etmektedir. Bu eşitsiz ve birleşik gelişme Batı’da orta sınıfın yok olmasına, ama gelişmekte olan ülkelerde ise Batı’dan farklı olarak yeni bir orta sınıfın ortaya çıkmasına neden olur.
The Economist 2009’da tarihte ilk kez, gelişmekte olan ülkelerdeki hızlı büyüme sayesinde dünya nüfusunun yarısından fazlasının orta sınıflaştığını yazar. Örneğin, Hint orta sınıfı 2004’te 300 milyon iken 2012’de 600 milyona ulaşıp, iki katına çıkmıştır.
Yeni Orta Sınıflar Hegemonyası
Ancak Türkiye örneğinde gördüğümüz üzere bu orta sınıfların arzu ve idealleri ile buna tekabül eden siyasal temsil biçimleri doktor, avukat gibi eğitimli, kentli, profesyonel yani statü orta sınıflarının beklentilerinden önemli ölçüde farklıdır.
Yeni orta sınıflar, Hindistan, Türkiye, Çin, Tayland gibi yükselen ekonomilerdeki popülist partilerin kültürel tahayyülünün ve ahlaki çerçevesinin çekirdeğini oluşturacaktır. Bireysel düzeydeki ekonomik refahlarını siyasi statüye tahvil etme arzuları bu ülkelerin popülist hükümetlerinin jeopolitik talepleriyle de örtüşmektedir.
Orta sınıfın genişlemesinin hem daha iyi bir vatandaşlık hem de daha fazla demokrasi olanağı yarattığına inanan modernleşmeci iyimserliğin tersine Andrew Nathan’ın ifade ettiği gibi bu yeni orta sınıflar otoriter gerilemenin de taşıyıcısıdırlar. İktidarların meşruiyet kaynağını kurum ve kurallara dayanan demokratik ideallerde değil, daha iyi bir gelir ve hızlı işleyen bir ekonomik rasyonalite ile biçimlenen iktidar performansında aramaktadırlar.
Ekonomik çıkarlar bozulmaya başlayınca
Seküler, eğitimli, profesyonel orta sınıfların sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde bu yeni düzenle olan sorunu artık hepimizin malumu.
Ancak neredeyse 2014 yılına kadar güçlü ekonomik büyüme ile desteklenen “yeni hayat” Cihan Tugal’ın da ifade ettiği gibi statü orta sınıflarının önemlice bir bölümü için vaatlerini yerine getiriyor, onlara görece daha kazançlı işler, Avrupa’ya tatil, araba ve ev sahibi olma imkanları sağlıyordu. Yine de (ve ekonomik koşulları nasıl olursa olsun) profesyonel orta sınıfların önemlice bir bölümü Türkiye’nin çağdaş (Batılı) kurum/kurallara sahip bir ülke olma hedefinin geride kaldığına dair her zaman bir kaygı taşıdılar.
Özlem Altan Olcay ile yayınladığımız The American Passport in Turkey isimli kitapta bu grupların hem kendileri hem de çocukları için ülkeden bir çıkış opsiyonu oluşturmaya çalışarak bu kaygıya bir yanıt aradıklarını tartışmıştık. Bu yanıt değerli Türk lirası sayesinde finansal imkanları artmış Türk orta sınıflarına göreli olarak açıktı. Ancak Türk lirasının dolar karşısında değer kaybetmeye başlaması (bkz Tablo I) bu profesyonel orta sınıfların sadece tüketim kalıplarını değil aynı zamanda çıkış biçimlerini de doğrudan etkileyecekti.
Bu gruplar hem arzuları hem de yaşam biçimleriyle iktidar partisi tarafından ilk gözden çıkarılacak gruptular. Nitekim AK Parti’nin (belki de 2007 seçimleri hariç) ana seçmen kitlesini oluşturmadılar. Nitekim bu gözden çıkarılma halinin doğal bir sonucu olarak bu profesyonel grupların Türkiye’den yurtdışına gidişi hız kazanacak ve Türkiye etkilerini uzun yıllar hissedeceğimiz en büyük beyin göçü dalgalarından birinin içine girecekti.
Tünelde trafik tıkandı
Bugün karşımızda ise yeni bir durum var. Resmi enflasyonun bile yüzde 50’ler seviyesinde seyrettiği, elektrikten doğalgaza bütün temel girdilere -bırakın AK Parti tarihini, cumhuriyet tarihinin en büyük zamlarının yapıldığı büyük bir kriz içinden geçiyoruz.
Ama daha önemlisi bu kriz artık sadece küresel standartlarda bir hayat sürmek isteyen profesyonel orta sınıfları değil, aynı zamanda AK Parti’nin yüksek büyüme politikaları ile genişleyen yeni orta sınıfları da vuruyor. Artık gözden çıkarılanlar sadece statü orta sınıfları değil, bu yeni orta sınıflar da.
Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan’ın açıkça ifade ettiği gibi “sosyal politikasını alt sınıfların idamesi, orta sınıfların memnuniyeti üzerine kuran Türkiye, sınıfların birbirine yakınlaşmasının kaçınılmaz olduğu bir koridor ekonomisi kovalıyor artık.” Bir başka ifadeyle, herkes tünel trafiğinde sıkışmış durumda ve belki de emek yoğun sektörlerde patron olan ihracatçılar hariç hiç kimseye hiçbir şerit artık açık değil.
Bırakın yarın daha iyi bir yaşam ihtimalini kaybetmeyi, her gün bir önceki günden daha kötü bir yaşama razı olmamızı isteyen bir iktidar daha birkaç yıl önce zenginlik, statü vaat ettiği gruplara şimdi buna “alışmak zorundasınız” diyor.
2002 tekrarlanır mı?
Bu yazıyı Ayşe Buğra’nın 2001 krizi sonrası sorduğu soruyu sorarak bitireyim. Geniş seçmen kitleleri neden bu çalkantıya ve mutlak yoksullaşmaya göreli bir sükûnetle yanıt veriyorlar?
Buğra 2001 krizinin hemen sonrasında olan bitene baktığında krizin karşısında derin bir sükûnet görmüş olsa da 2002 seçimleri aslında bu sükûnetin altında büyük bir değişim arzusunun yattığını göstermişti. Türkiye tarihi bugün kendini tekrarlayıp, yepyeni bir siyasal partiyi iktidara taşımayabilir. Ancak önümüzdeki ilk seçimlerle birlikte bugünkünden bambaşka bir ülkeye uyanabilme ihtimali de giderek artıyor. Başka bir Türkiye’ye uyanma ihtimalini gerçek kılacak olan şey ise birbirinden çok farklı biçimlerde kaybedenlerin kayıplarını yeni bir uzlaşma ile çözebilecek, bu kayıpların tek tek farkında olan güçlü bir siyasi alternatifin varlığı. Bu siyasi alternatif kimlik ve değerler konusunda bir uzlaşma, ama belki ondan da daha önemlisi, içinde sıkışıp kaldığımız tünelin bir çıkışı olduğunu göstermeli.