Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ile ortaya çıkan kriz, Türkiye’yi dünya gündeminin üst sıralarına taşıdı. Montrö Boğazlar Sözleşmesi çerçevesindeki sorumluluklarını yerine getirmesi, tarafsız kalması ve arabuluculuk girişimlerinde bulunması, Türkiye’ye, özellikle Batılı müttefikleri nezdinde ciddi bir sempati kazandırdı. Aralarında Hollanda, Almanya ve Yunanistan Başbakanlarının bulunduğu birçok Batılı lider, Türkiye’yi desteklediklerini göstermek amacıyla birbiri ardına Türkiye’yi ziyaret etti.
Türkiye, Batılı ülkelerle, AB ve Avrupa Konseyi gibi Batı kurumlarıyla uzun süredir sorunlarla yüklü olan ilişkilerini yoluna koymak bakımından önemli bir fırsat yakalamıştı. Ancak, ne yazık ki, Türkiye’yi yönetenler, özelikle dost ve müttefiklerinin zihninde Türkiye’nin Batı aidiyeti ile ilgili olarak son yıllarda oluşmaya başladığı gözlenen soru işaretlerini gidermek için bu fırsatın değerlendirilmesi gerekliliğini tam olarak kavrayamadı.
Batılı olma kavgasının tarihçesi
Oysa, ortada hepimizin önemini anlaması gerektiğine inandığım bir gerçeklik vardı. Önce askerlik, sonra yönetim, ekonomi, bilim, kültür, eğitim alanlarında Avrupa örnek alınarak değişiklikler, düzeltmeler yapma, eskimiş kurumları yenileştirme hareketi Osmanlı İmparatorluğu devrinde, 18. yüzyılda başlatılmıştı. Islahat hareketleri olarak da adlandırılan bu yeniliklerle amaçlanan, giderek gelişen Avrupa devletleri karşısında güçsüzleşen, toprak yitirip parçalanan imparatorluğu eski güçlü durumuna getirmekti.
Dolayısıyla, Batılılaşma girişimlerinin, kurumların yenilenmesi yolunda daha önce çeşitli düşünceler öne sürülmüş olmakla birlikte, III. Ahmet döneminde (1718-1730) başladığını söylemek yanlış olmaz.
Örneğin, Padişah Abdülmecit’in, Mustafa Reşit Paşa’nın etkisiyle de olsa, nihayet yine kendi yayınladığı bir fermanla, imparatorluğun uyruklarına eşit haklar tanımakta, can, ırz, namus ve mal güvenliğinden söz etmekte olduğu, vergi, askerlik ve yargı alanlarında yeniden düzenlemenin gerekliliğini ileri sürdüğü tarih kitaplarında yazıyor. Böylece, bir bakıma, yapılacak yeniliklerin ana çizgileriyle bir araya toplanmakta ve günümüzdeki hükümet programlarına benzeyen bir reformlar taslağı sunulduğu da tarihimizde kayıtlıdır. Ayrıca, 1856 ve 1861’de çıkarılan fermanların da aynı niteliği taşıdığını, bu suretle 19’uncu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun kendini yenileme çabalarının yoğunlaştığı bir dizi kabuk ve öz değiştirme girişimlerine sahne olduğunu biliyoruz.
Atatürk dönemi atılımları
Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde verilen Kurtuluş Savaşı sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun çağdaş bir Batılı ülke olma hedefi üzerine bina edildiği açıktır. Atatürk’ün devrimleri gerçekleştirerek, Batılılaşma hareketine büyük bir ivme kazandırmasının temel sebebi budur. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi esas itibariyle, milli değerlerin korunup gözetilmesine özen gösterilmesi suretiyle belirlenecek özgün politikalarla Batılılaşma hedefine ulaşma anlayışına dayanıyordu.
Nitekim, Atatürk’ün Batılılaşma siyaseti, Batı medeniyetinin temelini oluşturan hak ve özgürlükleri, evrensel değerleri, bağımsızlığı, eşitliği, hukuku ve adaleti, akılcılığı ve bilimi, çoğulculuğu, milli birliği ve beraberliği, halkın refah ve mutluluğunu, kısacası çağdaşlığı önceleyen bir özgünlüğe sahipti. Atatürk, bu çağdaş ilkelerden esinlenerek, zamanın ruhunu yakalamayı ve bizzat geliştirdiği özgün değerler sistemi ile Türkiye’yi birçok alanda Batı medeniyetinin dahi önüne geçirebilmeyi başardı. Örneğin, Türk kadını bu sayede Batılı kadınlardan çok daha önce seçme ve seçilme hakkını elde edebildi. Türkiye, bu sebeple, yakın çevresindeki ülkelerin birçoğundan daha önce lâikliği ve demokrasiyi benimseyebildi. Türkiye, bu sayede dünyanın 20 büyük ekonomisi arasına girebildi. Bugün, uluslararası plânda elde ettiğimiz her şeyi, bizzat Atatürk’ün vâz ettiği, bilim ve aklı önceleyen özgün Batılılaşma ilkelerine borçlu olduğumuzu bilmeliyiz.
Batılı olmak başka suyuna gitmek başka
Bu noktada, bir hususa önemle dikkat çekmek istiyorum: Atatürk’ün esaslarını belirlediği Batılılaşma çerçevesinde Batılı olmak, Batılı ülkelerin suyuna gitmek, onlar ne istiyorsa yapmak demek değildir. Onlara boyun eğmek, Türkiye’nin çıkarları aleyhine sergiledikleri politikalara göz yummak ve tepki göstermemek hiç değildir.
Batılı olmak, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmanın vazgeçilmez şartları olan “lâikliğe, demokrasiye, temel hak ve özgürlüklere, evrensel değerlere saygı gösteren ve bunları benimseyip, özümseyen insan olmak” demektir. Zira, bu anlayışa sahip bir insan, hakkını ve hukukunu korumak bakımından çok daha donanımlı ve etkilidir.
Şimdilerde, yaklaşık 300 yıl önce başlatılan Batılılaşma sürecinden bilinçli şekilde uzaklaşılmakta olduğuna delalet eden birçok gelişmeye şahit olmaktayız. Devletin kurumsal yapısı büyük ölçüde bozuldu. Hukuk ve adalet sistemi, lâiklik ve demokrasi zafiyet içinde. Temel hak ve özgürlükler alanında ciddi bir gerileme söz konusu. Tabiatıyla, bu durum uluslararası plânda Batı aidiyetimizin sorgulanmasına ve giderek çağdaş dünyadan soyutlanmamıza yol açıyor. Üyesi olduğumuz uluslararası kuruluşlarda, hak ve menfaatlerimizi etkin şekilde korumakta da zorlanıyoruz.
Duygusal çıkışlar, güvenilirlik ve öngörülebilirlik
Türkiye’de önümüzdeki yıl genel seçimlerin yapılacak olması ve şu sırada ekonomimizin ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunması, iç ve dış politikada yaşadığımız savrulmayı bir ölçüde izah edebilirse de bu durumun geçici ve sürdürülebilir olmadığı açıktır.
Özellikle, iç siyasete dönük kısa vadeli hesaplarla son zamanlarda körüklenen Batı karşıtlığının, başta ekonomi olmak üzere, Türkiye’ye, hemen her alanda ciddi maliyet oluşturmakta olduğu görülüyor. Ayrıca, bu durum, güvenilirlik ve tutarlılık bakımından zaten ciddi zafiyet içinde bulunan dış politikamıza da ilâve bir yük teşkil ediyor.
Popülizm temelli Batı karşıtlığı, özellikle müttefiklerimiz ile ilişkilerde gereksiz sürtüşmelere ve gerginliklere sebep oluyor. Bu çerçevede, ani ve beklenmedik davranışlar sergilediğimiz için muhataplarımız nezdinde inandırıcılık sorunu yaşıyoruz. Örneğin, bir yıl önce Türkiye’nin düşmanı olduğunu öne sürerek, ölçüsüz tepkiler verdiğimiz ülkelerle birdenbire kucaklaşabiliyoruz. Ya da dün çok sıcak davrandığımız bir yabancı lidere, ertesi gün küsebiliyoruz. Bu tür duygusal çıkışlar, güvenilirliğimiz ve öngörülebilirliğimiz üzerinde ciddi soru işaretlerine yol açıyor.
“Yerli ve millî” olma iddiası
Diğer taraftan, karşı olunan Batılılaşma olgusuna alternatif oluşturmak üzere ortaya atılan “yerlilik ve millilik” kavramının da gerçekçi ve inandırıcı bir tarifinin yapılmadığını görmekteyiz.
Ülkenin ekonomisi ve sanayii hemen tamamen Batı malı makina ve teçhizat ile üretim yaparken, insanlarının birçoğu Batı teknolojisi ile üretilmiş cihazlar kullanırken, Batı ürünü olan her şeye rağbet bu denli yüksek iken, sokaklardaki işletmelerin büyük çoğunluğu Batı isimleriyle faaliyet gösterirken vb, “yerlilik ve millilik” içi boş popülist bir söylem olmaktan öteye gidemiyor.
Bu kavramın altını bir türlü dolduramayan Batı karşıtları, en kolay yolu seçerek, Batı yanlısı kitleyi “vatan hainliği” ithamında bulunmak suretiyle sindirmek gibi sığ bir yola başvuruyor. Böylece, ülke içinde zaten var olan kutuplaşma giderek derinleşiyor, nefret söylemi ve yabancı düşmanlığı zemin kazanıyor.
Ülke içindeki huzuru tehdit eden, insanların yaşam sevincini törpüleyen, enerjisini tüketen kutuplaşmaya son vermenin Türkiye’nin en acil ihtiyaçlarından biri olduğuna inanıyorum.
Seçime doğru Batı karşıtlığı
İktidar, seçimler öncesinde manşetlerin ekonomik sorunlardan uzaklaştırılmasını ve milliyetçi muhafazakâr tabanın konsolide edilmesini sağlamak üzere Batı karşıtlığını bir araç olarak kullanmayı düşünmüş olabilir. Ancak, terör ve düzensiz göç gibi hassas konuların önümüzdeki seçimlerde belirleyici rol oynayacağı düşünüldüğünde, bunun toplumsal barış ve iç huzur bakımından ne büyük riskler taşıdığının iyi değerlendirilmesi icap eder. Bunun ayrıca, demokrasi ve özgürlükler alanında büyük maliyet ödeyerek elde ettiğimiz kazanımlara ciddi tehdit oluşturduğunun da görülmesi gerekir.
Avrupa güvenlik mimarisinin yeniden şekillenmekte olduğu, Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliklerinin tartışıldığı ve nihayet ABD’den F-16 gibi silah sistemleri talep ettiğimiz şu günlerde, Türkiye, Batı karşıtlığına prim verecek tutum ve yaklaşımlardan uzak durmaya özen göstermelidir. Bununla, elbette, Türkiye meşru taleplerinden vazgeçmeli veya birtakım tavizler vermeli demek istemiyoruz. Örneğin, PKK terörü gibi halkımızın hassas olduğu bir konuda tepkimizin her vesileyle kuvvetli bir şekilde ortaya konulması elbette gereklidir. Ancak, sessiz diplomasiyle ve akılcı bir pazarlıkla, eşit üyesi olduğu NATO ve ağırlığa sahip bulunduğu AB gibi Batı kurumlarının iç müzakere yöntemlerini kullanmak suretiyle, Türkiye’nin, taleplerini daha etkin savunabileceğine olan inancımızı vurgulamak istiyoruz.
Bir dönüm noktası daha
Türkiye’nin, bu çerçevede, transatlantik camianın ortak savunma politikalarına, NATO üyeliği ve AB ile yakın ilişkileri çerçevesinde, yapıcı katkılarda bulunmaya öncelik vermesi gerektiğini söylüyoruz.
Bu ay sonunda Madrid’te yapılacak NATO zirve toplantısında kabul edilmesi beklenen Stratejik Konsept belgesinin bu bağlamda son derece önem taşıdığına dikkat çekmeye çalışıyoruz.
Türkiye’nin Batılılaşma süreci özgün anlayışla geliştirilerek, devam ettirilmelidir. Türkiye, bu bağlamda, demokrasisini bir an önce ihya etmeli, temel hak ve özgürlükler alanında somut adımlar atmalı, Batı aidiyeti üzerindeki soru işaretlerini gidermelidir. Bu, Türkiye’nin en öncelikli hedefi olmalıdır. İçinde bulunduğu siyasi ve ekonomik sıkışmışlıktan çıkması için başkaca bir seçeneği yoktur. Aksi takdirde, Türkiye, ecdadının 300 yıllık çabasını yok saymış ve bir anlamda kendi kendini inkâr etmiş olur.