İktidarın “dezenformasyonla mücadele” gerekçesini öne sürerek hazırladığı kanun teklifinin TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmesi, tepkilerin ardından yeni yasama dönemine bırakıldı.
Ulusal ve uluslararası meslek örgütlerinin ortak açıklamalarında da vurgulandığı gibi, bu kanun teklifinin dezenformasyonla mücadele bahanesiyle seçimler öncesinde özellikle de dijital medyada gazeteciler üstünde baskıyı daha da artırmak üzere tasarlandığı çok açık. Niyetin iyi olmadığı, kanunun hazırlanma sürecinde gazetecilerden görüş istenmemesinden belli.
Bir yandan da özellikle sosyal medyada artık çok daha hızlı yayılan dezenformasyonun tüm dünyada demokrasiler için bir tehdit olduğu gerçeği önümüzde duruyor. Otoriter ve totaliter devletler, dijital platformların da yardımıyla propaganda ve dezenformasyonu kullanarak demokrasilerin altını oyuyor.
AB, Rus medyasını sansürledi
Avrupa Birliği (AB), Ukrayna’yı işgal eden Rusya’ya karşı Mart’ta açıkladığı yaptırım paketine medya ve dezenformasyon boyutunu da dâhil etti. Rus devletine ait televizyon yayıncıları Russia Today (RT) ve Sputnik ile uzantılarının AB’deki yayınları yasaklandı.
Mayıs’ta açıklanan son yaptırım paketiyle de RTR Planeta, Russia 24 ve TV Centre da yasak kapsamına alındı. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, “Bu kanallar agresif bir şekilde Putin’in yalan ve propagandasının sözcülüğünü yapıp onun sesini yükseltiyor. Artık onlara bu yalanları yayabilecekleri bir sahne sunmamalıyız” dedi.
Bu mesele, yıllar önce öğrenciyken İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde girdiğim ilk derslerden birinde katıldığım münazarayı bana hatırlattı. “Demokrasinin kendisini savunma hakkı var mıdır” sorusunu tartışmıştık. Demokrasi, kendisini yok etmeye çalışan güçlü odaklar karşısında kendi sınırları dışına çıkarak önlem alabilir mi? Ben “Evet” diyen taraftaydım ve o münazarayı kazanmıştık.
AB’nin bu radikal adımını belki de bu yüzden ilk bakışta son derece meşru buldum. Fakat geçenlerde, İsmet İnönü’nün tam 91 yıl önce mecliste bir gensoru önergesine karşı kendi hükümetini savunurken yaptığı konuşmayı okuduğumdan beri artık o kadar da emin değilim.
İnönü o sözünde cesareti değil, sabrı vurguluyor
İnönü’nün bahsettiğim konuşmasındaki şu cümle meşhurdur ama çoğu zaman yanlış bir şekilde alıntılanır: “Arkadaşlar, eğer bir memlekette, namus sahipleri de en az kötü insanlar, fesatçılar kadar sabırlı olmazsa, o memleket mutlaka batar.”
Dikkat buyurun: İnönü, genelde hatalı olarak alıntılandığı gibi, namuslu insanların da namussuzlar kadar “cesur” olmalarını değil, “sabırlı” olmalarını tavsiye ediyor.
Konuşmanın bam teli de burası. Başvekil İsmet Paşa bu cümleyi, 5 Temmuz 1931’de TBMM’de “Bazı gazetelerin yayınları hakkında Hükümetçe ne tedbir alındığına ilişkin gensoru önergesi” dolayısıyla yaptığı konuşmada kullanıyor.
Üç milletvekilinin hazırladığı önerge, “bazı gazetelerin” “masum ruhları tamamen zehirleyecek mahiyette” yayın yapmaları hakkında hükümetin daha sert önlemler almasını istemek için verilmişti. CHP’nin şahin kanadı İsmet Paşa’yı, sansürcü bir yaklaşımla, eleştirel gazeteleri kapatıp muhalif basını susturmaya zorluyordu.
“Basın özgürlüğünü korumak, milletin ortak görevidir”
Buna karşı İsmet Paşa’nın yanıtı ilginçtir. İnönü, “matbuat hürriyetinin” yani basın özgürlüğünün hem korunmasının hem de suistimalinin önlenmesinin yalnız Meclis’in ve hükümetin görevi olmadığını konuşmasında vurguluyor ve şöyle diyordu: “Bunu bütün milletin müşterek vazifesi ve müşterek meselesi olarak zihinlere telkin etmek lazımdır.”
Aslında bu sözler, bugün dezenformasyonla mücadelede sorduğumuz soruların da yanıtıdır: Sadece yasaklar değil, devletlerin atacağı hiçbir adım tek başına bu sorunu çözemez. Dezenformasyonun demokrasiyi tahribini ancak fikri/irfanı/vicdanı hür yurttaşların ortak bilinci/çabası engelleyebilir.
Çözüm, kolluk kuvveti anlamında değil, antik Yunan’daki anlamıyla ‘polis’tedir: Birbirlerine güvenen, dayanışma içindeki bir yurttaşlar topluluğu ve onların güçlü ‘asabiyye’si ile oluşup korunan demokratik kurumlar.
Nitelikli gazeteciliğin sürdürülebilirliğe kavuşması da dâhil, demokrasinin vazgeçilmez tüm işlevleri, bu yüzden devlet zoruyla veya kurumsal desteklerle değil, son tahlilde yine bu yurttaşlar sayesinde işleyebilir.
İnönü -belki bazılarına yadırgatıcı derecede özgürlükçü görünecek- bu yaklaşımı, bugünden daha hafif tehditler karşısında sergilememişti. Aksine, o yıllarda genç Cumhuriyet, gerici hareketler karşısında bir ölüm kalım savaşı veriyordu.
Atatürk ve İnönü resimleri yırtıldı, CHP merkezi taşlandı
İnönü’nün bu konuşmasından 11 ay önce Türkiye çok partili rejime geçişi denemişti. 1930 Ağustosunda Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) kurulmuştu. Eylülde SCF lideri Fethi (Okyar) Bey’in Batı Anadolu gezisi, saltanat/hilafet yanlılarının da katıldığı provokasyonlarla çatışmaları tetikledi. CHP’nin İzmir il merkezi ile CHP yanlısı Anadolu gazetesi taşlandı, Atatürk’ün ve İnönü’nün resimleri yırtılıp yere atıldı.
Önceleri Ege’deki yerel bir kavga gibi görünen bu mesele hızla ulusal boyuta taşındı. İstanbul’daki basın CHP ve SCF yanlıları olarak ikiye bölündü, kalem kavgasına tutuştu.
İzmir olayından 4 gün sonra Yunus Nadi, gazetesi Cumhuriyet’te Mustafa Kemal’e bir açık mektup yazarak SCF’nin Gazi’yi kendisine mal etmeye çalıştığını, CHP’nin kurucusu olarak artık müdahil olması gerektiğini savundu.
Mustafa Kemal ise tuzağa düşmedi. CHP’nin kurucusu da olsa Cumhurbaşkanı olarak artık partili olmadığını, her partiye eşit uzaklıkta ve tarafsız durması gerektiğini vurguladı. Başbakanlıkla cumhurbaşkanlığını birleştirip bir tür başkanlık rejiminde “süper yetkili” olarak başa geçmesini önerenlere de yüz vermedi.
“Basın düşman ordularından daha tehlikelidir”
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Yunus Nadi’den Arif Oruç’a dek birçok gazetenin köşe yazılarına yanıtlar gönderip demokratikleşmeyi savunurken Başvekil İsmet Paşa da yürütmenin başında yangını söndürmeye çalışıyordu.
1930 yerel seçimleri, Eylül ve Ekim aylarında çok gergin bir ortamda yapıldı. 502 seçim bölgesinden 18’i Ege’de olmak üzere 31’ini SCF kazandı. Fethi Bey seçimlerde hile yapıldığını iddia edip Mustafa Kemal’in ısrarına karşın Kasım ayında partisini feshetti. Bundan 37 gün sonra, 23 Aralık’ta “Menemen Olayı” diye bilinen gerici kalkışma yaşandı.
Sonraki 6 ay boyunca basındaki kavga sürdü. Sonunda, 5 Temmuz 1931’de Elazığ Milletvekili Fazıl Ahmet, Aksaray Milletvekili Ahmet Süreyya ve Ordu Milletvekili Ahmet İhsan TBMM Başkanlığı’na şu önergeyi verdi: “Bazı gazetelerin izledikleri yön, yurttaşların ve yurdun siyasal kavrayış ve uygar vicdanı üzerinde açık bir düşünce haydutluğu yaparak masum ruhları zehirleyecek nitelikler almaya başladı. Şimdiki duruma hiçbir yararı olmadığı gibi geleceğe de birçok tehlikeli durum ve zarar hazırlayan bu felaketli akım karşısında hükümet ne düşünüyor?”
Hedef İsmet Paşa hükümetini güçsüz gösterip düşürmekti. Önergeyi veren milletvekillerinden Ahmet Süreyya’ya göre, “basın düşman ordularından daha tehlikelidir. Cumhuriyet rejimini yıkmaya yönelen iftiracı, fesat, erdemsiz, kışkırtıcı yayın yapan, düşman basın mensuplarıdır.” Hükümet ise elindeki imkânlara rağmen bu yayınları durdurmadığı için düşürülmelidir.
Basın özgürlüğünü çiğneyerek ne devletler ne partiler ihya oluyor
Sonrasında olanlar, İnönü’nün usta bir politikacı olduğu da unutulmadan değerlendirilmeli. Gensoru önergesine karşı yanıtında İnönü, ifade özgürlüğünden kaynaklanan sorunların yasakçılıkla çözülemeyeceğini vurgularken samimi olmalı. Ancak aynı konuşmada, gelen eleştirileri tamamen reddedip tepkileri daha da büyütmek yerine hükümete daha fazla yetki veren bir basın yasası önererek inisiyatifi eline aldı.
25 Temmuz 1931 tarihli Matbuat Kanunu’nun 50. maddesi de bunun bir sonucu. Madde şöyle diyor: “Memleketin genel siyasetine dokunacak yayınlardan dolayı İcra Vekilleri Heyeti kararıyla gazete ve dergiler geçici olarak kapatılabilir.”
İnönü, çok eleştirilen 50. Madde ile CHP’nin şahin kanadının “gazını almıştı.” Bununla birlikte o, (Cumhuriyet rejimine yönelik ağır tehditlere rağmen) bu maddeyi aktif olarak kullanmadı. Atatürk gibi o da basın özgürlüğünün demokrasi için önemini iyi biliyordu.
Malum; İnönü, Atatürk’ün ölümünün ardından cumhurbaşkanı oldu. CHP’deki sertlik yanlısı hiziplerin güç kazanmasıyla birlikte ağırlaşan yasal mevzuatın ve artan basın özgürlüğü ihlallerinin de etkisiyle 1950 seçimlerinde Demokrat Parti iktidara gelip bir ilke imza attı.
Özetle, ne devletler ne de partiler basın özgürlüğünü çiğneyerek ihya olabiliyor. Öyleyse belki de demokrasinin, yasaklara sığınıp kendi kurallarını ihlal etmeden, yurttaşlarının elbirliğiyle dezenformasyona ve propagandaya karşı kendisini “sabırla” koruyacak yolları bulması gerekiyor.
Not: Bu yazıda başlıca kaynaklar olarak Ayşegül Şentürk ve Nurşen Mazıcı’nın makalelerini kullandım. İnönü’nün meclis konuşmasını ise güncel Türkçesi ile alıntıladım. Konuşmanın özgün tam metni şurada 179. sayfada başlıyor.