Arazi kullanımına bağlı habitat kayıplarından istilacı türlere kadar, bilim insanları biyoçeşitlilik kaybının itici güçlerini net bir şekilde dile getiriyorlar. Artık tüm ülkelerin bu tehdit ile mücadele etmek için topluca hareket etmesi gerekiyor.
Dünyadaki vahşi yaşam popülasyonları 1970’lerden bu yana üçte ikiden fazla azaldı ve ne yazık ki bu düşüşün yavaşladığına dair hiçbir işaret yok. Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetlerine İlişkin Hükümetlerarası Bilim-Politika Platformu (IPBES), hükümetlerin, biyoçeşitlilik kaybının beş temel itici gücü olan faktörlerle mücadele etmelerini net bir gereklilik olarak görüyor: Kara ve deniz kullanımındaki değişiklikler, doğal kaynakların doğrudan kullanımı, iklim değişikliği, kirlilik ve istilacı türler. Kirlilik başlığı altına özellikle plastik kirliliğinin önemli bir alt başlık olarak sokulması da ayrı bir gereklilik, zira mikroplastikler artık büyükbaş hayvanların sütünden insan kanına hemen her yere sirayet etmiş durumda ve önemli bir tehdit.
1- Dünya’nın kara yüzeyinin 75’i insan eylemleriyle önemli ölçüde değişti
“Farkında olmadığımız bir yıkımla karşı karşıyayız. Amerika Birleşik Devletleri’nde yılda yarım milyon dönümlük bir oranla otlaklar, step alanlar kayboluyor. Ancak Türkiye’de bu yıkım için oran vermek pek mümkün görünmüyor. ABD genelinde konuyla ilgili somut değerler yayınlanmış durumda, uydu görüntülerine odaklanan çalışmalar neticesinde 2008 ile 2016 yılları arasında 4 milyon hektarın tahrip olduğu ortaya konmuş. Bu tür alanlar yüksek düzeyde biyoçeşitlilik barındıran alanlar olarak kabul ediliyor, fakat gıda ihtiyacı nedeniyle soya fasulyesi, mısır ve buğday tarımına yer açmak için dönüştürülüyorlar. Kara ve deniz kullanımındaki değişiklikler, son 50 yılda eşi benzeri görülmemiş bir şekilde biyoçeşitlilik ve ekosistem değişiminin ana itici gücü olarak tanımlanıyor. Karadaki çevrenin dörtte üçü ve deniz ortamının da yaklaşık yüzde 66’sı insan eylemleriyle önemli ölçüde değişmiş durumda. Sonuç olarak farkına bile varmadan onlarca türün popülasyonlarını kaybediyoruz, kimi türleri de yok olma riskiyle karşı karşıya bırakıyoruz. Ayırca, çayırların kaybedilmesi tropikal ormanların yok edilmesine eş değer bir dönüşümü tanımlıyor, sadece daha az dikkat çekiyor. Yani, arazi kullanımındaki değişimlere bağlı habitat kayıpları küresel ısınmaya bağlı iklim değişimini de tetikliyor.
2- Doğal kaynakların doğrudan kullanımı
İnsanlığın yaşadığımız gezegendeki kaynaklara duyduğu doyumsuz iştah, avcılıktan ağaç kesimine, petrol, gaz, kömür ve su çıkarmaya kadar, gezegenin büyük bir bölümünü harap etti. Bu eylemlerin birçoğunun etkileri sıklıkla görülebilir olsa da, sürdürülebilir olmayan yeraltı suyu çıkarımı ayaklarımızın altında gizli bir krize neden olabilir, tatlı su biyoçeşitliliğinin yok olmasına neden olabilir, küresel gıda güvenliğini tehdit edebilir ve nehirlerin kurumasına yol açabilir. Türkiye’de Tuz Gölü çevresindeki obruk oluşumlarına da bu vesileyle dikkat çekmek isterim. Tuz Gölü’nün kurumasına neden olan en önemli neden yer altı suyunun kaçak kuyular dahil açılan birçok kuyuyla dengesiz kullanılması nedeniyledir.
Günümüzde dünya nüfusunun yaklaşık yarısı içme suyunu yer altı sularından sağlıyor. Ayrıca tarımsal amaçlı olarak tüm dünyada yeraltı sularının yaklaşık yüzde 40’ı kullanılıyor. Çalışmalar tarım için yeraltı suyunun tükenmesine odaklandığından, gezegendeki en bozulmuş ekosistemler arasında yer alan tatlı su ekosistemlerinin nelere sebep olacağı yeterince araştırılmamış durumda. 2019 yılında yapılan bir araştırma, 2050 yılına kadar küresel olarak yeraltı suyu kullanan su havzalarının yüzde 42 ila yüzde 79’unun daha iyi bir yönetim olmaksızın ekolojik taşıma eşiklerini geçeceğini gösteriyor, yani buraları geri dönüşümsüz kaybedeceğiz. Uluslararası Doğayı Koruma Birliği’nin (IUCN) küresel su programı direktörü James Dalton, “Yeraltı suyunun zorluğu, insanların onu görmemeleri ve onun kırılganlığını anlamamaları” diyor ve ekliyor “yeraltı suyu, belirli karasal habitat türleri için en önemli ve bazen de tek kaynak olabilir”.
3- İklim ve biyoçeşitilik krizi: iki problem de çözülmek zorunda
2019 yılında Avrupa sıcak hava dalgası, Montpellier’de 43 santigrat derece sıcaklığa neden oldu, rekordu. Bir araştırmaya göre, bu dönemde 30 yuva kutusundaki büyük baştankara yavruları muhtemelen ebeveynlerden ihtiyaç duydukları yiyeceği alamayacak kadar sıcak olduğu için açlıktan öldüler. İki yıl sonra, 2021 yılında, bu defa sıcak hava dalgası Ağustos ayında Sicilya’da sıcaklıkları 48.8 santigrat dereceye çıkararak bir başka Avrupa rekoru kırmış oldu. Bu sırada, orman yangınları da Türkiye dahil tüm Akdeniz havzasını etkisini altına alıyordu.
Bugüne kadar, habitatların yok edilmesi ve kaynakların pervasızca kullanılması biyoçeşitlilik üzerinde iklim krizinden daha önemli bir etkiye sahipti. “Royal Society” tarafından yayınlanan bir derlemeye göre, habitatların insan eliyle yok edilmesi ekosistemleri öngörülemeyecek bir şekilde dramatik düzeyde parçaladığından, iklim krizi bunun üzerine daha yıkıcı bir etkiyle önümüzdeki 20 ila 30 yıl içinde kendini çok daha belirgin hissedirecek. Bu defa iklim krizi ön sıralarda yerini alacak gibi, henüz etkilerini ağır düzeyde görmedik. Son yıllarda yayımlanan çalışmaların sonuçlarının ortak noktası ise şu şekilde, iklim değişikliği ile biyolojik çeşitlilik krizi arasındaki bağlantı düzeyi yüksek ve hafife alınmaması gereken düzeyde. Bu sadece biyolojik çeşitliliği etkileyen iklim değişikliği ile ilgili değil; aynı zamanda iklim krizini derinleştiren biyolojik çeşitliliğin kaybıyla da ilgili bir durum. Burada son olarak şunu da söylemekte fayda var, araştırma sonuçlarına göre “2 santigrat derece ısınma nedeniyle türlerin yüzde 5’i yok olma riskiyle karşı karşıya.”
4- Kirlilik ve azotun gizli tehdidi: “Biyoçeşitliliği yavaş yavaş tüketiyor”
İskoçya’nın batı kıyısında, bir zamanlar Britanya’nın Atlantik kıyısı boyunca uzanan eski bir yağmur ormanının kalıntıları bulunuyor. Nadir bulunan yosunları, likenleri ve mantarları, ılıman sıcaklıklara ve doğal ormanlık alanların sarp kayalıklarını, geçitlerini kaplayan bölgelerine mükemmel şekilde uyum sağlamış durumda. Ancak görünmez bir tehdit olan azot kirliliği, istilacı ormangülü ve kozalaklı ağaç dikimi nedeniyle geride kalan 30.000 hektarlık İskoç yağmur ormanının hayatta kalmasını tehdit ediyor. Ayrıca, yoğun tarım yapılmasının yanı sıra, fosil yakıtlardan kaynaklanan azotlu bileşikler de İskoç yağmur ormanlarına havadan düşüyor, böylece havadaki suyu emen ve atmosferik koşullara karşı oldukça hassas olan liken ve briyofitleri öldürüyor. İnsanlar tarafından gıda üretimi, nakliye, enerji ve endüstriyel ve atık su süreçleri yoluyla kullanılan nitrojenin yaklaşık yüzde 80’i çevreye kirlilik olarak dönüyor. Bitki ekologları azot kirliliğine dikkat çekerek, ağız birliği yapmışcasına “Azot kirliliği büyük seller ve kuraklığa neden olmayabilir, ancak ekosistemlere gereğinden fazla girerek biyoçeşitliliğin yavaş yavaş tükenmesine neden olur.” diyorlar.
Gelelim plastik kirliliğine… Özellikle denizlerdeki plastik kirliliği 1980 yılından bu yana on kat artarken, deniz kuşlarının yüzde 44’ünü etkiliyor. Yaşadığımız gezegenin bazı bölgelerinde hava, su ve toprak kirliliği artıyor. Bu, kirliliğin biyoçeşitlilik kaybının dördüncü en büyük itici gücü olarak seçilmesine yol açmış durumda.
5- İstilacı türler
Güney Atlantik Okyanusu’ndaki Gough Adası’nda, her yıl çok sayıda deniz kuşu yavrusu fareler tarafından yenir. Bu kemirgenler, 19. yüzyılda denizciler tarafından adaya getirilmiş ve sonrasında popülasyonları aşırı artmış. Öyle ki, en büyük deniz kuşlarından biri olan Tristan albatrosunu yok olma riskiyle karşı karşıya bırakmış.
Tristan albatrosunun yavruları farelerin 300 katı büyüklüğünde olmasına rağmen, kraliyet Kuşları Koruma Birliği’ne (The Royal Society for the Protection of Birds – RSPB) göre, 2020’de üçte ikisi büyük ölçüde kemirgenlerden aldıkları yaralanmalar nedeniyle tüy değiştirmemiş. Güney Afrika’dan 2.600 km uzaklıktaki bu adadaki durum, istilacı türlerin biyoçeşitlilik üzerindeki insan kaynaklı etkilerinin sonuçlarına dair tüyler ürpertici bir kanıt ve uyarı niteliğinde. İngiliz zoologlar duruma yakın zamanda müdahale etti ve adadaki yabancı farelerin popülasyonunu azaltıp ortadan kaldırmak için yaptıkları uygulamaların sonuçları ancak iki yıl sonra kendini gösterecek. Dünya yüzeyinin yüzde 20’sine yakını, yani neredeyse beşte biri bitki ve hayvan istilası riski altındadır. Peki, aklınıza şu soru gelebilir; “ülkemiz için durum nedir?” Denizlerimizde ve karasal ortamda istilacı olma özelliğine sahip türlerin varlığı biliniyor, en güzel örneklerinden biri de yakın zamanda yoğun tartışmalara neden olan yeşil papağanlar. Ancak sorun şu ki, ülkemizde bu konuya dikkat çekecek uzun dönemli çalışmaların olmaması. Umarım bu açık yakın zamanda kapatılır.