30 Haziran 2018 günü gazete, televizyon ve ajanslarda ilk bakışta sıradan görünen bir haber vardı. 83 yaşındaki Selahattin Angıner Manisa’daki evinin bir kısmını 20 bin kitap ve dergiden oluşan kütüphaneye çevirmişti. Angıner gençlerin okumamalarından şikâyet ederken elinde kitaplarla objektiflere tonton pozlar veriyordu. Haberde 15 Temmuz darbe girişimiyle bir ilgi yoktu gerçi ama Angıner’in 1960’larda Türkiye’de pilotken askeriyeden ayrıldığı, ABD’ye giderek uzun yıllar orada yaşadıktan sonra memlekete döndüğüne de değinilmişti.
Angıner’i Manisa’da bırakalım ve filmi 60 yıl geriye saralım. 15 Aralık 1962’de İstanbul’dan Edirne’ye giden yolcu treni Osmanlı döneminden kalan demiryolu hattını kullandığı için Uzunköprü’den sonra sınırı geçiyor ve hiç durmadan bir süre Yunanistan içinde seyrettikten sonra tekrar Türkiye’ye girerek Edirne’ye ulaşıyordu. Tren o gece Uzunköprü’den hareket edip Yunanistan’ın Pityon kasabasından geçerken olağanüstü bir olay yaşandı. Yolculardan biri Yunan tarafında trenden atlamak istedi. Trenin gümrük muhafaza memuru kendisini engellemek isteyince kaçmak isteyen yolcu Kırıkkale marka tabancasını çekti. Boğuşma sonrasında trenden atlamayı başararak Yunan istasyonuna girdi.
Yunanistan’a sığınan yolcu bir Türk subayıydı: Hava Üsteğmen pilot Selahattin Angıner. Trenin makinisti, emniyet ve gümrük memurları Angıner’in trene geri gelmesini talep etmelerine rağmen Yunan görevliler buna izin vermedi. Angıner Yunanistan’a iltica etti. Kıbrıs’ta kriz yaşanırken bir Türk askeri pilotunun Yunanistan’a kaçması Ankara’yı telaşlandırmıştı. Millî Savunma Bakanlığı apar topar yaptığı açıklamayla Angıner’in “akıl muvazenesinin yerinde olmadığını” duyurdu. Bakanlık açıklamasında Angıner’in önceki yıllarda ABD’ye askeri eğitim almak için gittiği de vurgulanıyordu.
Kaçak pilot Yunanistan’dan Kanada’ya giderek Toronto şehrine yerleşti. 1966 yılında Kanada’da “Nurculuk faaliyetleri” içinde olduğu, orada yaşayan Türkler arasında sorunlar çıkardığı için Türk derneğinden atıldığı haberleri gazetelere yansıdı. 17 Ağustos 1968’de Milliyet gazetesinde çıkan bir haberde Angıner’in “Toronto ve çevresindeki Türkler arasında Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı propagandası” yaptığı yazıyordu.
Angıner 1970’li yıllarda ABD’nin New Jersey eyaletinde Türklerin yoğun yaşadığı Paterson şehrinde İslami Eğitim Topluluğunun başkanlığına geldi. New York’ta CIA destekli “Esir Milletler Komitesi” içinde Balkanlar temsilciliğine seçildi. 1976 yılında Cumhuriyetçi Partinin kongresine sunduğu bildiride ABD ve Sovyetler Birliği arasında yaşanan yumuşamayı eleştiriyor, Sovyetler’deki Müslümanların gördüğü baskıya dikkat çekiyordu.
Angıner’in Türk hava kuvvetlerinde pilotken neden Yunanistan’a iltica ettiği, Kanada’ya hangi ilişkiler sayesinde gittiği ve Nurcuları örgütlediği, oradan da ABD’ye göç ederek Soğuk Savaş’ın karanlık güç odaklarıyla nasıl bağlantılar kurduğu daha fazla araştırılmayı hak ediyor. Angıner’in yıllar sonra memleketi Manisa’ya nasıl ve ne zaman döndüğü, dönüşünde sorgulanıp sorgulanmadığı da tam bir muamma.
15 Temmuz 2016’da Fethullahçı darbecilerin en güçlü olduğu kurum Hava Kuvvetleriydi. Fethullahçı pilotlar Türkiye Büyük Millet Meclisini bombaladılar. O gece Türkiye semalarında terör estirdiler. Darbe sırasında ve sonrasında hava kuvvetleri içinde bulunan çok sayıda Fethullahçı subay Yunanistan’a kaçtı. Tıpkı 60 yıl önce Selahattin Angıner gibi.
Ordudaki Fethullahçı örgütlenmeye dair o zamana kadar sümenaltı edilen çok sayıda resmî belge ortalığa saçıldı.
Bunlar içinde en çarpıcı olanı, 24 Ağustos 2004’te TSK ve MİT tarafından hazırlanarak MGK’ya sunulan, “Nurculuk” ve Fethullahçıların yurtiçi ve yurtdışı faaliyetleri hakkında yazılmış raporlardı. AKP iktidarı 15 Temmuz darbe girişiminin hemen öncesinden itibaren Fethullahçılığı terör örgütü ilan edip FETÖ olarak tanımlamaya başladı. Ancak çok değil darbe girişiminden sadece üç yıl önce Kasım 2013’te Başbakan Erdoğan’ın siyasi başdanışmanı Yalçın Akdoğan, 2004’teki MGK’da Fethullahçılıkla mücadele edilmesine yönelik kararların AKP hükümeti tarafından “yok hükmünde” kabul edildiğini ve “hiçbir işlem yapılmamış” olduğunu duyurmuştu.
250 kişinin öldürüldüğü 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında İslamcı cenahta darbenin faili Fethullahçılık; diğer tüm cemaat yapılanmalarından farklı ve aykırı bir oluşum olarak değerlendirildi. O zamana dek Fethullah Gülen’i örnek ve model olarak gösteren yazar ve gazeteciler yazıp çizdiklerini bir kenara bırakarak, darbe girişimi sonrasında Fethullahçılığın Türkiye’deki diğer cemaatlerle hiçbir ilgisi olmadığını öne sürüp yurtdışından ithal bir terör örgütü olduğunu tekrarladılar.
Oysa Fethullahçılığın içinden çıktığı Nurculuk ve lideri Said Nursi, ordunun başta Hava Kuvvetleri ve pilotlar olmak üzere tüm kademelerinde örgütlenmeye hep önem vermişti. Yazının başında bahsedilen askeri pilot Selahattin Angıner’in yaşam öyküsü, 15 Temmuz darbe girişiminde Hava Kuvvetlerinin konumu ve sonrasında Yunanistan’a kaçan Fethullahçı subaylarla birlikte düşünüldüğünde bir devamlılığa işaret etmektedir. Dolayısıyla 15 Temmuz darbe girişimi olağandışı ve beklenmedik şekilde gerçekleşen bir olgudan çok, Nurculuğun ordu içindeki etkisinin 1950’lerden itibaren giderek arttığı tarihsel bağlam içine oturmaktadır.
19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda siyasi ve iktisadi açıdan güçlenen çok sayıda Nakşibendi şeyhi ve dervişi sürgüne tabii tutulmuştu. Nakşibendi cemaatlerinin kitlesel güçlerinin artmasının isyanlara yol açabileceğini fark eden merkezi iktidar onların bir güvenlik meselesine dönüşebileceğinin farkındaydı. Nitekim İstanbul’da 1859 yılında padişahı devirmek için örgütlenen Kuleli Vakası nedeniyle sorgulanan 41 sanığın 15’i Nakşibendi’ydi. (1)
Osmanlı dönemini bir kenara bırakarak bu yazıda 15 Temmuz darbe girişiminin tarihsel arka planını anlamak amacıyla Fethullahçılığın içinden çıktığı Nurculuğun 1930’lu yıllardan itibaren ordu ve subaylarla ilişkilerine bakacağız. Nurculuk üzerine en kapsamlı çalışmalardan birini yazan olan Şerif Mardin, Said Nursi’nin ordu içindeki müntesiplerine (bağlılarına), Nurculuğun orduya ve militarizme olan ilgisine hiç değinmez. Mardin’e göre “Nurculuğun doğup yükselişinde demokratlaşmış bir yön bulunmaktadır.” (2) Oysa gerçekte yaşanan bunun tam da zıddıydı.
Ordu içindeki ilk Nurculardan biri olan Hulusi Yahyagil 1929’da resmi subay üniformasıyla Said-i Nursi’yi Eğridir’de ziyaret etti. 1950’de albaylıktan emekli olana kadar Nursi ile düzenli olarak görüşüp mektuplaştı. Aralarındaki yakınlık o kadar ileri seviyedeydi ki Nursi, Barla Lahikasında Yahyagil’i “manevi evladı” olarak tanımlıyordu.
1930’lu yıllarda Nursi’nin müritleri arasında emekli subaylardan Topçu Binbaşı Asım (Önerdem) Bey ve Yüzbaşı Refet Barutçu da vardı. Emekli Binbaşı Asım Bey 1935 Nurculuk soruşturması sırasında tutuklandığı Burdur’da sorgulama sırasında kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. 1948 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü, “Nurcuların faaliyetlerini Ordu mensupları arasına da sirayet ettirdikleri” tespitini yapıyordu.
Harp Okulunda askeri yargıç öğrencilerinden Mehmet Atak ile Hava Okulunda pilot öğrenci Karahan Sanatar arasındaki mektuplaşmanın ele geçirilmesi sonrasında Atak, Afyonkarahisar’da yapılan Nurculuk soruşturmasına dâhil edilerek tutuklandı.
DP’nin iktidara gelmesi sonrasında Nurculuğun özellikle de Hava Kuvvetlerindeki etkisi artmaya başladı. 1952 yılında Eskişehir’de askeri jet pilotu eğitimi alan Ali Demirel ve Ömer Halıcı yanlarında Yüzbaşı Ekrem Hanyalı ve Binbaşı Reşat Bey olduğu halde Nursi’yi ziyaret ettiler. O dönemde Nurculuğun askeri pilotlar nezdinde etkisini anlamak için şu örnek yeterli olsa gerektir: farklı şehirlerde yazılan Risaleyi Nurlar tashih için Nursi’ye gönderiliyordu. Yasak olan Risaleyi Nurların polis tarafından yakalanmaması için bunları askeri pilotlar bavullarında taşıyarak Nursi’ye teslim ediyorlardı.
Nurcu askeri pilotlardan Nureddin Karakaya 1956 yılında tayininin İncirlik üssüne çıkmasıyla Risaleyi Nur için yaptığı faaliyetleri Adana’da devam ettirdi. Nurculuğun Adana’da yayılmasında bir askeri pilot ön plandaydı. Nursi’ye bağlı başka bir askeri pilot Ömer Halıcı’nın kullandığı askeri uçak 1954 yılında düştü ve Halıcı hayatını kaybetti. “Ömer benim yerime şehit oldu” diyen Nursi, askeri pilotun her bahsi geçtiğinde kendisini “Ben Ömer’i yirmi evliyaya değişmem” sözleriyle anardı. Aynı dönemde Nursi’nin Eskişehir semalarında oldukça yüksek ses çıkartarak uçan askeri jet uçaklarına bakarak; “İnşallah bunlar İslamiyete büyük hizmetler edecekler” demesi de manidardır.
1950’li yıllar boyunca özellikle de Hava Kuvvetlerinden subay ve astsubaylar düzenli olarak Nursi’yi Emirdağ ve Eskişehir’de ziyaret ettiler. Bu ziyaretler sırasında zaman zaman subay üniformaları da üzerlerindeydi. Nursi kendisini resmi üniformalarıyla ziyaret edip elini öpenlere “Kardeşim ben elli senedir ordu ile alakadarım” diyordu.
1950’lerin sonlarına doğru ordu içinde Said Nursi’nin müntesiplerinin yayılmasına karşı tedbirlerin alınması Nurcuları rahatsız etmeye başladı. 1959’da Ankara’da Mustafa Sungur, eski DP milletvekili Tahsin Tola gibi önde gelen Nurcuların da bir araya geldiği toplantıya bir Milli Emniyet (MAH) ajanı da sızmıştı. MİT’in önceki ismi olan MAH ajanının verdiği malumata göre Mustafa Sungur “ordunun ele geçirilmesi lüzumunu” vurgulamıştı. Yine aynı dönemde İçişleri Bakanlığı ordu mensuplarından Nurculukla ilişkisi olan yaklaşık 30 kişilik bir listeyi 29 Aralık 1959 tarihinde Milli Savunma Bakanlığına bildiriyordu
DP iktidarının son döneminde Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes Nurculuk üzerine emniyet ve istihbarat belgelerine dayanarak oldukça uzun ve kapsamlı bir rapor kaleme aldı. Buna göre Nurcular ordu içinde emir komuta zincirini bozmakta, bazı komutanlarının dinsiz olduğunu iddia ederek Nursi’nin direktiflerini her şeyin önüne koymaktaydı. Savunma Bakanı Menderes 21 Kasım 1959’da Ankara’da Nurcu ordu mensuplarıyla Maraşlı Nurcuların bir araya geldiğini yazmaktaydı. Maraşlılar görüşmede “Maşallah. Ordu gittikçe bizim oluyor. Maraş’ta iki binbaşı, bir yüzbaşı ve birçok da Astsubay var. Adalet de bizden, Ağır Ceza Hâkimi de bizden” demişti. Görüşmeye katılan Said Nursi’nin en yakınlarından Mustafa Sungur da Nurculuğun orduya yönelik hedef ve stratejisini açıkça ortaya koymaktan imtina etmiyordu:
“Orduyu elde etmek için subay ve astsubayları elde etmek lazımdır. Onlar elde edildi mi asker kendiliğinden elde edilir. Subayları, tek tek bulmaktan ziyade, genç ve bir arada toplu bulunan talebeleri daha mektebde iken aşılamak lazımdır. Çünkü ağaç, fide iken istendiği şekli alır. Mesela Harb Okulunu elde ettik mi bizden bahtiyarı yok.”
Raporun sonunda Milli Savunma Bakanı “Nurculuğun, her sınıf ordu mensubları arasında bir hayli taraftar bulduğu” sonucuna varıyor ve buna karşı “devletin iktisadi ve içtimai nizamını ve Türk Ordusunun disiplinini” korumak için acil tedbirler alınmasını gerekli görüyordu.
1950’lerden itibaren başta Hava Kuvvetleri ve askeri pilotlar arasında olmak üzere ordu içinde etkisini artıran Nurculukla, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sırasında yaşananlar arasındaki tarihsel ve ideolojik rabıta çarpıcıdır. Ordu ve cemaatler arasındaki ilişkinin sadece Nurculukla sınırlı olmadığının da altını çizmek gerekir. Işıkçılar cemaatinin kurucusu Hüseyin Hilmi Işık 1930’larda şeyhi Abdülhakim Arvasi’yi subay üniformasıyla Kaşgari dergâhında ziyaret etmekten çekinmiyordu. Ordu mensubu bir subay olan Işık için Şeyhi Arvasi devreye giriyor, yine kendine yakın olan Kara Kuvvetleri Personel Daire Başkanı Hayri Aytepe’ye “Hilmi ne isterse yap” yazılı bir mektup gönderiyordu. Mektubu alan Hayri Paşa Işık’a sarılarak “Sen öyle bir yerden geliyorsun ki, ne istesen olur” demişti. (3)
Tek parti döneminde ve 1950’lerde cemaatlerin ordu içinde etkili olduğu, emir komuta düzenini bozduğu, ordu içindeki tayinleri etkilediğine dair çok sayıda rapor, mahkeme kaydı ve hatırat var. O dönemden bugüne bu etkinin katlanarak arttığını tahmin etmek zor değil.
Cemaatler bu coğrafyada yüzyıllardır varlar. Dolayısıyla “cemaatler yasaklansın,” “tarikatlar kapatılsın” tavrı toplumsal gerçeklikle uyuşmuyor. Ancak günümüzde kanarya sevenler derneğinin bile bir mevzuata tabii olduğu ve üyelerinin kayıt altına alındığı düşünülürse, binlerce insanın içinde yer aldığı cemaatler hiçbir denetim ve kanuna tabii olmadan faaliyetlerini sürdürüyor. 19. Yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı sistemi içinde bile cemaatlerin denetimi için Meclisi Meşayih isimli bir kurumun kurulduğu hatırlanırsa, bugünkü kontrolsüz ve denetimsiz durumun sürdürülemez olduğu aşikârdır.
[1] Burak Onaran, Padişahı Devirmek (İstanbul: İletişim, 2018).
[2] Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı (İstanbul: İletişim, 2017), 349.
[3] Ekrem Buğra Ekinci, Hüseyin Hilmi Işık (İstanbul: İhlas, 2018), 112-3.
Üç MHP milletvekilinin istifası haberi 20 Kasım akşam saatlerinde siyaset kulisine bomba gibi düştü. Beklenen…
Ankara’nın Nallıhan ilçesinde bulunan Çayırhan Termik Santrali’nde yaklaşık 500 madenci özelleştirme kararına karşı kendilerini maden…
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın üç MHP milletvekilinin istifasının istendiğini, istifa…
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın beraberindeki heyet ile birlikte CHP Genel Merkezi'ne gitti,…
Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve İngiltere dışişleri bakanları Polonya Dışişleri Bakanının ev sahipliğinde 19 Kasım’da…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in yeni bir nükleer doktrin imzalamasıyla ilgili…