Bugün depremin üzerinden tam dokuz gün geçti. Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Salı. Her günü tek tek yazıyorum. Medya asrın felaketi diye yazıyor. O dokuz gün hayatın olağan akışında çok kısa bir zaman aralığı aslında. Hayat olağan akmadı ama bu son dokuz günde. Her gün bir diğerinden uzundu. Her geçen gün bir diğerinden daha az umuda yer bırakarak geçti.
Cüneyt Cebenoyan’ın hep kalbimde kalan 99 depremi ile ilgili yazısını hatırladım sık sık bu son bir haftada. Zaman tedavi etmez diyordu. Depremin nasıl insanın elinden aynı anda hem geçmişini hem de geleceğini aldığını anlatıyordu. Bu hafta milyonlarca insanın aynı anda hem tüm geçmişi hem de geleceği elinden alındı.
Oysa zamanın tedavi etmeyeceği büyük bir acı yaşamıştık biz. Öğrenmemiz gereken, değiştirmemiz gereken, bir daha yaşatmamız gereken kolektif bir acı. O acıdan sadece 24 yıl sonra aynı acıyla sarsılıyoruz yeniden. Kurtarma çalışmaları başlayamıyor bir türlü. AFAD harekete geçmek için emir bekliyor. Yabancı ekipler havaalanında yetki bekliyor. Aynı enkaza bazen iki ekip gidiyor. Bazı yerlere kimse uğramıyor. İnsanlar elleriyle kazıyorlar enkazları. Her yerden yardım çığlıkları geliyor, yardım gelmiyor. Deprem durumlarında en kritik olan 72 saat geçiyor. Çok yavaş, çok hızlı… Zaman geçiyor.
Evet bu büyük bir doğa kaynaklı felaket, ama her doğa kaynaklı felaket gibi doğal bir felaket değil. O doğa felaketi bizi vurmadan önce yapıp ettiklerimiz, toplumsal dokumuz, kültürümüz, siyasal sistemimiz, devlet kapasitemiz nasıl etkileneceğimizi belirledi, şekillendirdi. Örneğin bir çalışmaya göre son otuz yılda depremlerden kaynaklanan tüm ölümlerin yaklaşık yüzde 83’ü anormal derecede yozlaşmış ülkelerde meydana gelmiş. Kurumsal bozulma ve iktisadi yozlaşma ile deprem kaynaklı ölümler arasında doğrudan bir bağ var.
Kriz Kurumunun Krizi
Bu yedi günde önüme pek çok haber düşüyor kurumsal bozulma, iktisadi yozlaşma ve depremin yarattığı yıkım arasındaki bağa dair. AFAD 2023 Strateji Raporu’nda, “personel sayısında istenen düzeye ulaşılamadı” notunu düşmüş. 2023 yılında AFAD’ın bütçesi yüzde 33.6 makaslanırken, Diyanet’in bütçesinde ise yüzde 56.6’lık artış yaşanmış. AFAD Genel Müdürü olarak görev yapan İsmail Palakoğlu kariyerini Diyanet Vakfında yapan bir ilahiyatçıymış ve afetlerle ilgili hiçbir uzmanlığı yokmuş. AFAD ile birlikte sivil savunmanın afetlerdeki rolü törpülenmiş.
Sayıştay raporları AFAD’ın “yardım faaliyetlerinin bir esas ve usül çerçevesinde yapılmadığını” göstermiş. AFAD 2018 yılında ülkenin içinden geçtiği büyük merkezîleşme dalgasının bir sonucu olarak İçişleri Bakanlığına bağlanmış ve tüm özerkliğini, hareket kabiliyetini yitirmiş. Kısacası 1999 depreminden alınan dersler sonucu 2009 yılında afetlere etkin müdahale için yetki ve sorumlulukları tek bir çatı altında toplamayı ve böylelikle koordinasyon sorunlarını aşmayı hedefleyen AFAD ortada afet yokken bile koordine olamamış. Kriz üstüne kriz yaşamış.
Asrın Felaketinde Kızılay Nerede?
Peki geçmişi Türkiye Cumhuriyet tarihinden eski olan, Türkiye’nin en büyük, en önemli insani yardım kuruluşu Kızılay ne yapmış bu sürede? Sayısız yolsuzluk ve lüks tüketim, yüksek maaş haberine konu olmuş. Bir yandan büyük bir holdinge dönüşmüş, öte yandan Kızılay’ın fabrikasında konteyner stoklanmasına “ekonomik gerekçelerle” onay verilmemiş. İstenseymiş Kızılay fabrika arazisinde on binlerce konteyner stoklanabilirmiş. İstenseymiş evlerini kaybeden milyonlarca insanın şimdi açıkta ve soğukta beklemek yerine başını sokacak bir evi olabilirmiş.
1999 depreminin ardından ekonomik kayıpları gidermek için geçici olarak uygulanmaya başlanan ancak sonrasında kalıcı hale gelen “deprem vergisi” ise ayrı bir skandalmış ve meclis çatısı altında tartışması hiç eksik olmamış. 1999-2022 arasında 83 milyar 621 milyon 940 bin lira vergi toplanmış. Ama bu vergiler sadece deprem için harcanmamış, ‘hazine birliği’ kapsamında duble yollar ve havaalanlarına harcanmış.
İnsanlarla Küserken, Binalarla Barışılmış
Bu dokuz günde önüme düşen haberler bitmiyor. 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde tarihin en büyük imar affına imza atılmış. 10 milyona yakın başvurunun alındığı af sayesinde 26 milyar lira para toplanmış. Türkiye çapında 3 milyon 152 bin yapı kayıt belgesi verilmiş. Depremin vurduğu 10 ilde toplam 294 bin kaçak yapı affedilmiş. Ve bunun adına imar barışı denmiş. Öldüren barış.
Tıpkı her konuda olduğu gibi bu konuda da kağıt üzerinde mükemmel bir deprem yönetmeliği yapılmış ama yönetmeliğe uyulup uyulmadığını denetleyen yokmuş. İnşaatlar uygun olduğunda bile, zemin uygun değilmiş. Tamamen inşaat sektörüne dayalı kalkınma modeli nedeniyle kentsel dönüşüm aldı altında asla bina yapılmaması gereken zeminlere inşaat izni çıkmış.
Durun daha kötüsü geliyor! Kamu binaları kurumların kendi birimleri tarafından denetleniyormuş. TOKİ Yapı Denetim Yönetmeliği’nin dışındaymış.
Güvensizlik İklimi
Bütün bunlara her yerden buram buram fışkıran güvensizlik eklenmiş. Siyasal iktidarın halka, sivil topluma, hatta kendi kurumlarına duyduğu derin güvensizliği.
Örneğin ordu bazı yorumculara göre “siyasi idare askerin görünür olmamasını istediği” için tam kapasite ile sahaya sürülmemiş. Yardım faaliyetlerinde halkın büyük güvenini kazanmış, yardım toplanmasında olağanüstü bir başarı elde etmiş Ahbap Derneği gereğinden fazla para topladığı için siber saldırıların ve iktidar çevrelerinin hedefi haline gelmiş. Depremzedeler için gönüllülerin yardım platformu olarak kullanılan Twitterin fişi, arama kurtarma çalışmaları devam ettiği sırada iktidar kötü gösterildiği için çekilmiş.
İki İyi Örnek
Bütün bu haberler önüme düşerken, önüme iki ayrı dönemden iki benzer haber de düşüyordu. Biri 1999 depreminde yıkılmayan Tavşancıl Belediyesi ve onun belediye başkanı ile ilgiliydi. Diğeri de Maraş depreminde yıkılmayan Hatay’ın ilçesi Erzin ile ilgiliydi. Her iki haberde de belediye başkanları kaçak yapılaşmaya izin vermemişlerdi. Erzin Belediye Başkanı kendi ailesinin bile bazen bu tutumunu anlamadığını, “tek doğru sen misin” diye sorduklarını söylüyordu.
İnsan hayatını bozulmuş, çürümüş bir sistem içinde akıntıya karşı kürek çeken birkaç ahlaklı yönetici kurtarabiliyordu ancak. Kurtarabildikleri sınırlıydı ve hemen her daim geçiciydi.
Üstelik “tek doğru sen misin” sözü içinde yaşadığımız çürümenin mükemmel bir tarifi gibiydi. Aşağıdan yukarıya büyük bir ağı içine alan devasa bir çürümenin. Kurallara uymayan binalar, imara açılan arsalar, affedilen ölümcül hatalar. Ertesi gün elde edeceği üç kuruş ranta odaklı bir siyasal tahayyül. İnsan hayatı yerine karı önceleyen bir kamusallık. Aşırı merkezileşme yüzünden özerkliklerini ve hareket kabiliyetlerini, aşırı siyasileşme yüzünden de tüm yetenekli kadrolarını kaybeden ve denetim mekanizmalarının ortadan kalkması ile dört nala rant ekonomisinin bir dişlisi haline gelen kurumlar.
Enkazın Altında Kalan Devlet
Son yirmi yılda tanıklık ettiğimiz şey uzmanlığa olan güvenin erimesi, kamunun bilgi edinme ve sorgulama hakkının tamamen yokolması, kamunun kendi içindeki tüm yatay denetim mekanizmalarının ortadan kaldırılması, farklı yönetim kademeleri arasındaki koordinasyonun törpülenmesi, yönetime sivil katılım imkanlarının sönümlendirilmesi oldu.
Bütün bunlar ekonomiden salgına, eğitimden depreme tüm toplumsal sorunlar ve krizlerde hızlı karar alamayan, aldığı kararları etkili bir biçimde hayata geçiremeyen ve bu kararlarda halkın rızasını alamayan bir devlet aygıtı yarattı. Bu devlet aygıtının yönetme biçimi ise giderek artan oranlarda zor kullanmak ve baskı yapmak olacaktı. O devlet dokuz gün önce asrın felaketinde devasa bir enkazın altında kaldı.
Nitekim 2023 Maraş depreminin ilk dokuz gününün en akılda kalan sözlerinden biri “isterlerse hapsetsinler” olacaktı. Ölüsünün başında bir türlü gelmeyen yardımı bekleyen, belki hayatında hiçbir zaman oy vermek dışında siyasetle ilgilenmemiş insanlar öfkelerini haykırırken bu öfkenin sonucunun ne olabileceğinin farkında olduklarını söylüyorlardı bize. Devletin yanlarında yardım etmek için değil, baskı ve zor göstermek için belirivereceğini bildiklerini. Bildiklerini ama artık umursamadıklarını.
O enkazların başında pek çok şeyle birlikte sessizlik yıkılmış olmalı. Şimdi yıkılan o sessizliği iyi bir yaşam için yapılan siyasete çevirmemiz lazım. Bu sefer artık gerçekten öğrenmemiz lazım. Bir daha zamanın tedavi edemeyeceği büyük kolektif acılar, toplumsal travmalar yaşamamak için…