14 Mayıs seçimleri, Türkiye’nin gelecekte yine kader planına inanan mı, yoksa bilim, akıl ve rasyonalite çizgisinde olan bir iktidarla mı yönetileceğini tayin edecek. Bu seçimlerin kritik önemi tam da bu nedenle stratejik anlam kazanıyor. Stratejik olan, yeni bir yol ayırımının bilincinde olmak, ortak geleceği çağdaşlaşma doğrultusunda hazırlamak, bilim, akıl ve rasyonalite çizgisinde güçlendirmektir.
Aydınlanma, örf ve adetler
Aydınlanma beraberinde aklı ve rasyonel davranışı getiriyor, deneme yanılma ve sınamaya dayalı bilim ve teknolojiyle uygarlığın yollarını açıyor. Aydınlanma aynı zamanda bireyin hak ve özgürlükler gibi temel haklara doğuştan sahip olduğunu kabul ediyor.
Bu değerler laiklik, insan hakları, insan onuru, düşünce özgürlüğü, adil yargı, kadın erkek eşitliği gibi evrensel değerler sistemini oluşturuyor. Bu sistem halk iradesinden kaynaklanan liberal demokrasilerin temellerinde yer alıyor.
Ama bir de din, mukaddesat, aile, örf ve adetler var. Bunlar toplumsal yaşamın gündelik gerçekleri. Akıl ve rasyonalite, yaşamımızın ayrılmaz parçaları olan, hatta zaman ve mekan kavramlarının ötesine bu titreşimleri yok saymaz. Bu özellikleriyle de sevgi ve nefret gibi insancıl duygular vicdanımızı oluşturuyor. Aynı zamanda, sanat, edebiyat ve kültürel dünyamızdaki yaratıcılığımızın ilham kaynakları.
Açılan uygarlık makası
Türkiye Cumhuriyeti, aydınlanma değerleriyle Anayasal düzeyde bütünleşme adımlarına Atatürk devrimleriyle başladı. Bu çabalar, 1950’lerden bu yana, zaman zaman kesintilere uğrasa da yaşadığımız demokratik dönemlerle 2010 yılı başlarına kadar sürdü. Ancak son on-on beş yıldan bu yana sert düşüşler kaydetti.
Bugün geldiğimiz noktada eğitimde, temel hak ve özgürlüklerde, yargıda, sosyal ve siyasal haklarda, iç ve dış politikada ve ekonomide karşılaştığımız sorunların tabanında ülkemizin, hukukun üstünlüğüne dayalı evrensel temel değerler sisteminin dışına kaymış olması yatıyor.
Bu radikal gerileme bizi Avrupa Birliği normları ve kurallarından ve bu arada Birliğe tam üyelik sürecinden sistematik biçimde uzaklaştırdı. AB ise uygar dünya Devletleriyle dijital politikalara, Yeşil Gündeme ve XXI. Yüzyılın yeni nesil haklarına geçerken, Türkiye ile Batı dünyası arasında ileri teknolojiler, dijitalleşme, Yapay Zekâ gibi alanlarda uygarlık makası açılmayı sürdürüyor. Bu makasın açılması ülkemizde şeffaflık, hesap verilebilirlik, inovasyon gibi yeni çağda ilerlemeye yön veren temel toplumsal normlarda gelişme sağlamamızı engellemekte. Bu sektörler arasında yenilenebilir enerji, sürdürülebilir tarım, finans, lojistik eğitim, sağlık ve yönetişim gibi yaşamsal alanlar var.
Cumhuriyet Türkiye’si ve heba edilen fırsat
Osmanlı imparatorluğu dünya normlarını yakalayamadığı için, yani modern dünyaya ayak uydurmak üzere değişemediği için dağıldı. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları değişimin sadece bilimsel alanda değil, aynı zamanda siyasal, sosyal, kültürel, insani ve bilhassa fikir ve düşünce alanında yaşanması gerektiğini biliyordu.
Bu nedenle yeni ve modern Cumhuriyetin uygarlık modeli olarak zamanın, düşünce, özgürlük ve teknik alanlardaki en ileri uygulamalarını temsil eden Batı Avrupa örneğini tercih etti. Bu tercih bugün için de geçerliğini geniş ölçüde koruyor.
Türkiye Avrupa Birliğine 1987 yılında tam üyelik müracaatında bulundu. Birlik bu müracaatımızı, zorlu müzakere aşamalarından geçerek, önce 1999’da adaylığımızı resmen tanıdı. Daha sonra 2005’te AKP Hükümeti Türkiye ile AB arasında de tam üyelik müzakerelerinin başlamasını sağladı. Bu başarı Cumhuriyet dış politikasının tutarlılık ve devamlılığına somut bir örnek oluşturdu.
Böylece tarihte ilk kez Hristiyan çoğunluklu bir siyasi kulübe, Müslüman çoğunluklu bir devlet veto yetkisine haiz olarak tam üye olma hakkına kavuşuyor ve belki de 1000 yıllık peşin hükümlerin yıkılması imkanını yaratıyordu.
Dünyada stratejik, siyasal ve kültürel bakımdan yeni bir devir açma potansiyeli barındıran bu sonuca o zaman böyle bakılmadı. Çünkü bu tarihi diplomatik teşebbüsü tamamına erdirebilecek vizyoner devlet insanları o zamandan bu yana ne bizde ne de Avrupa da siyaset sahnesine çıkabildi. Bu devasa fırsat heba edildi. (*)
Avrupa Birliği
Bu fırsatın kaçırılmasının nedenleri hakkında Türkiye’de ve Avrupa’da zengin bir külliyatın bulunduğu malum. Ancak Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda son 20 yılda siyasi yaşamımıza egemen olan ama canlılığını, değişen rollerle, hala kısmen koruyan istisnai bir tartışmaya bu vesileyle değinmek istiyorum.
Fransa, Almanya, Belçika, Lüksemburg, Hollanda ve İtalya Avrupa Birliği’ni kuran 1957 tarihli Roma Antlaşması’nın temelinde yatan Ortak Mukadderatı (veya ortak geleceği) paylaşılabilmek için birlikte hareket etmek amacıyla kurucu bir ortak ilke üzerinde mutabakata vardılar.
Bu kurucu ilke, üye ülkelerin egemenlik haklarından bir kısmını, ortak mukadderata varabilmek amacıyla kendi gönüllü iradeleriyle kısıtlamayı kabul etmeleriydi. Bir nevi egemenlik paylaşımı anlamını taşıyan bu kurucu ilke Türkiye’de hiçbir zaman tam olarak anlaşılamadı. Oysa Birlik kurulduğundan bu yana karşılaştığı pek çok vahim krizi bu kurucu ilkeye odaklanmaya bağlı kaldığı için atlattı. Ama AB’ye üyeliğimiz konusunda bizdeki tartışmalar bir anlamda menzil dışında yaşandı. Aynı minvalde de sürmeye devam ediyor.
Çelişki ve düş kırıklığı
AKP’nin 2002 yılında iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye’de, bir yandan, geleneklerine bağlı geniş tabanlı milliyetçi/muhafazakar bir kitle, laiklik ilkesinin uygulanmasını yumuşatacağı düşüncesiyle Avrupa Birliği’ne tam üyelik fikrine sıcak bakarken; bir taraftan da laik, sosyalist ve demokrat olmakla beraber, AB ile bütünleşme girişimlerine, laikliği örseleyeceği ve egemenliğimizi etkileyeceği endişesiyle soğuk davranan, hatta karşı çıkan tutucu bir aydın kesim oluşmuştu.
Öte yandan Sarkozy ve Merkel gibi Avrupalı tanınmış siyasetçilerin iktidarda bulundukları dönemlerde Türkiye aleyhtarı beyanlarını ve üyeliğimizin reddi çağırılarını sık sık tekrarlamaları, haliyle siyasi çevrelerimizde, kamu oyumuzda ve aydınlarımız arasında da olumsuz iklimi canlı tuttu. Avrupa siyasi çevreleri ve kamu oylarındaki bu soğukluk ülkemizde temel hak ve özgürlüklere taraftar olan ve Batılı hayat tarzını benimsemiş ve çağdaş uygarlığa erişme çabası harcayan çevrelerde düş kırıklığı yaratmaktaydı.
AB karşıtı aydınlar
Bu düş kırıklığı, bir dizi başka sebeplerin de ilavesiyle aydınlarımızın bir kısmının AB’ye karşı tutumlarının keskinleşmesine ve ülkede adeta AB karşıtı bir nevi aydınlar cephesi oluşmasına sebep oldu.
Geleneklerine bağlı, dindar ve muhafazakar siyasetçilerimiz, batılılaşmaya sahip çıkar ve samimi olsun olmasın siyaseten AB tam üyelik süreci lehinde görünürken, laik ve çağdaş uygarlık taraftarı aydınlarımızın sergiledikleri aleyhte tutum çarpıcı bir çelişki yarattı. Bu çelişki ülkemizin Birliğe katılım konusundaki kararsızlığını, hatta isteksizliğini tüm açıklığı ile ortaya koymaktaydı.
Avrupa Birliği ideali, İkinci Dünya Avrupa savaşından sonra Avrupa kıtasında esmeye başlayan özgürlük ve demokrasi rüzgarlarıyla Türkiye için de esin kaynağı olmuştu. Ne yazık ki yelkenlerimizi artık bu rüzgarlar doldurmuyor.
Değişen roller
Ne var ki şimdi, Türkiye’de 16 Nisan 2017 Referandumuyla kabul edilen ve 9 Temmuz 2018 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanan Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi döneminde rollerin değiştiğini görüyoruz.
Dün, dini ibadet, kıyafet ve kimliklerini kamusal alanda serbestçe teşhir edilebilme hakkı dolaysıyla AB üyeliğine sahip çıkan muhafazakâr çevreler, bugün siyasetlerinde başta dindarlık ağırlıklı olan, içe kapalı söylemleri merkeze aldılar.
Dün, AB üyeliğinin Cumhuriyetimizin mihenk taşını oluşturan laikliği sulandıracağı endişesini taşıyan aydın kesimler ise, bugün Avrupa Birliği’ndeki temel haklar ve demokratik özgürlükleri Çağdaş Uygarlığın temelinde görüyorlar.
14 Mayıs yol ayrımı
Önümüzdeki 14 Mayıs seçimlerinde sonuç güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüşü savunan siyasi partiler lehinde tezahür ederse, TBMM’nin tüm yetkilerine kavuşması yeniden mümkün olacak ve Cumhuriyetin milli iradeye dayalı kurumları yeniden kurularak ülkemiz XXI. yüzyıl özgürlük ve uygarlık normlarıyla bütünleşecektir.
Ve fakat halkımız Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin devamını tercih edecek olursa, Türkiye Cumhuriyeti XXI. yüzyıl özgürlük ve uygarlık normlarıyla bütünleşmek yerine, en az yüz yıl arkaya savrularak kuruluş tarihi olan 1923’ün gerisine düşmüş olacaktır.
Hatta geriye sürükleniş bununla da kalmayacak, TBMM denetleme yetkisinden mahrum kalmaya devam edeceği için 1876 Mithat Paşa Anayasasıyla kurulan ilk Meclis-i Mebusan döneminin de ardında kalacak ve Türkiye, Osmanlı imparatorluğunun siyasal modernleşme hamlesinin ilk adımını oluşturan 1839 tarihli Tanzimat Ferman’ından önceye, yani en az 200 yıl geriye gidecektir.
14 Mayıs günü oyumuzu kullanırken taşıyacağımız sorumluluğun dayanılmaz ağırlığı bu düşüncelerde yatıyor…
(*) AKP Hükümeti, AB ile tam üyelik müzakerelerine resmen başladığımız 2005 yılını “Avrupa yılı” değil “Afrika Yılı” olarak ilan etti.