Biyoçeşitlilik, gezegenimizin 3,8 milyar yıllık geçmişinden gelen, çeşitli yaşam biçimlerinin bir araya gelerek oluşturduğu benzersiz bir koleksiyondur. Her bir canlı türü, bu geniş koleksiyonun bir üyesi ve biyoçeşitliliğin en temel basamağı olan genetik çeşitlilik ise her bir türün içindeki benzersiz kelime kombinasyonları gibi tanımlanabilir. Ekosistemler, bu türlerin bir arada oluşturduğu düzeni temsil eder.
Biyoçeşitlilik, gezegenimizin sağlığını ve istikrarını koruma, ekosistem hizmetleri sağlama ve tüm canlılar için refahı destekleme açısından hayati öneme sahiptir. Bugün ne yazık ki, biyoçeşitlilik koleksiyonundaki türler, insan eliyle birer birer yok oluyor. Bu kayıp, sadece biyolojik çeşitliliğin azalması anlamına gelmiyor, aynı zamanda geleceğimiz için büyük bir tehlike oluşturuyor.
Biyoçeşitliliğin teknik açıdan değerlendirilmesi
Biraz daha teknik bir bakış açısıyla biyoçeşitlilik, basit sayısal terimlerle de değerlendirebilir: Daha fazla tür, daha fazla biyoçeşitlilik anlamına gelir. Batı dünyasındaki koruma yasalarının çoğu, finansmanın ve politikaların izin verdiği ölçüde çok sayıda türü koruyacak şekilde tasarlanmıştır. Ancak bir insan popülasyonundaki çeşitlilik, ten renginden daha fazlasıyla ölçülebildiği gibi, hayvan ve bitki toplulukları içindeki çeşitlilik de çeşitli yollarla ölçülebilir. Bazı türlerin benzersiz bir evrimsel tarihi vardır ve çoğu tür ekosistemlerinde olağandışı ve hatta yeri doldurulamaz işlevler yerine getirir.
Modern teknolojinin rolü ve vatandaş bilimi
Bugünlerde dijital fotoğrafçılığın ve dronlar gibi uzaktan görüntüleme teknolojilerinin yaygınlaşması ve vatandaş bilimine olan ilginin artması, daha fazla kişinin daha fazla türü çok daha yakından izleyebildiği anlamına geliyor. Bilim insanları biyoçeşitlilik açısından büyük bir düşüş yaşadığımızı söylerken, son on yılda her türden veride de bir patlama yaşandığının altını çiziyorlar, dolayısıyla şimdi bunları kullanmanın tam zamanı.
Verilerdeki artıştan yararlanan bilimciler görece güncel bir çalışmada , yaklaşık on beş bin kuş ve memeli türü için küresel koruma durumunu değerlendirmiş. Çalışmanın sonuçları korunan alanların boyutunda küçük ama stratejik bir artışın (örnek olarak dünya çapında sadece yüzde beş diyebilirim), korunan kuş ve memeli çeşitliliğinin miktarını üç katına çıkarabileceğini ve bu alanların çoğunun biyoçeşitliliğin farklı basamaklarını içerecek şekilde topyekun bir koruma sağlayabileceğini belirlemişler. Gezegenimizin geleceğini düşünerek biyoçeşitlilik gibi zor bir kavram için çok hassas, çok dikkatli adımlar atmak zorundayız ama önce bu kavramı doğru anlatmalıyız.
Uluslararası Biyoçeşitlilik Günü ve farkındalık
Her yıl 22 Mayıs’ta kutlanan Uluslararası Biyoçeşitlilik Günü doğayı kutlamak için mükemmel bir fırsat olmanın yanı sıra, bu gezegende tek yaşam formu olmadığımızı hatırlatan bir gün olarak da önemli. İnsan nüfusunun 20. yüzyılda dört kat, ekonomik çıktısının ise 40 kat arttığı düşünülürse, doğanın bu büyümeyi desteklemek için nasıl sömürüldüğü anlamak zor değil. Sanayi Devriminden bu yana fosil yakıt kullanımı 16 kat, balıkçılık faaliyetleri 35 kat ve su kullanımı 9 kat artmış durumda, burada tatlı su kaynaklarının da yenilebilirliğinin çok düşük olduğunu da hatırlatmakta fayda var.
Zira gezegen için bir sonraki pandeminin kuraklık olacağı konusundaki bilimsel gözlemler aşikar bir şekilde ortada. Aynı zamanda, türlerin ve doğal yaşam alanlarının küresel ölçekte alarm verici bir hızla yok oluşuna tanıklık ediyoruz. Ormansızlaşma yaşam alanlarının kaybı konusunda en önemli anahtar kelimelerden biri. Ormanlarımızın yok edilmesi, atmosferdeki karbondioksit ve oksijen dengesinin de bozulmasına yol açtığı için küresel ısınmaya bağlı iklim değişimi etkisini çok hızlı bir şekilde ve aşırı hava olayları eşliğinde gösteriyor.
Felakete giden yol: Yok olan türler ve ekosistem çöküşü
Dünya genelinde türlerin yok olma oranı insanın olmadığı döneme göre yaklaşık 1.000 kat artış durumda. Örneğin, Avrupa Birliği’nde hayvan türlerinin dörtte biri tehdit altında ve balık stoklarının %88’i aşırı avlanma baskısıyla yok oluyor. Ekosistem hizmetlerimizin çoğu ‘bozulmuş’ durumda, yani temiz hava ve su ile mahsul tozlaşması ve erozyon kontrolü gibi hayati hizmetler artık sağlanamaz duruma doğru gidiyor.
2050 yılına kadar dünya nüfusunun 9 milyara ulaşacağı öngörülüyor. Bu, ekolojik bir felakete doğru hızla ilerlediğimizin açık bir göstergesi. Doğayı korumak birçok anlamda etik bir zorunluluk olarak algılanmalı. Gezegenimizdeki bizim dışımızdaki her bir türü korumak zorundayız, hem gezegenin iyiliği için hem de biyoçeşitliliğin her bir bileşenin gelecek nesilleri için. Toplumlar ölçeğinde düşünecek olursak, ekonomik olarak da bu koruma oldukça önemli; doğayı her anlamda koruma, daha sonra kaybedilen yaşam ortamlarını geri getirmeye çalışmaktan çok daha az maliyetlidir.
Ekosistem sağlığını düşündüğümüzde bu ekonomiyi kalkındıran, zararı önleyen bir eylem olarak algılanabilir. Burada üzülerek söylemem gereken bir şey, kaybolan türleri geri getirme şansımızın ne yazık ki olmadığı. Giden gidiyor ve milyarlarca yıllık evrim yolculuğunun mirası olan türler günümüzde gezegenin hiç tanık olmadığı bir hızla yok oluyor.
Ekosistem sağlığı ve ekonomik değer
Ekosistem sağlığı ve ekonomi arasındaki ilişkiyi farklı coğrafyalardan örneklerle açıklamak mümkün. Mesela, New York şehri, Catskills havzasındaki doğal su arıtma hizmetlerini koruyarak, bir arıtma tesisi kurmadı ve toplam 6,5 milyar dolar tasarruf etti. Böcek tozlaşmasının toplam ekonomik değeri yılda 153 milyar dolar olarak tahmin ediliyor ve bu, dünya tarımsal üretiminin yaklaşık %10’unu temsil ediyor. Küresel balıkçılığın aşırı düzeye ulaşması, sürdürülebilir balıkçılığın önüne geçtiği için balıkçılık sektöründe yıllık zararın 50 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Çok sıra dışı rakamlar, değil mi?
Uluslararası anlaşmalar ve biyoçeşitlilik stratejileri
Neredeyse 200 ülkenin çevre bakanları yaklaşık 14 yıl önce bir gece geç saatlerde, dinozorların yok olmasından bu yana gezegenimizdeki en kötü can kayıplarını durdurmayı amaçlayan yeni bir Birleşmiş Milletler stratejisini kabul etme konusunda anlaşmaya varmıştı. Nagoya Sözleşmesi ile liderler biyoçeşitliliğin karşı karşıya kaldığı önlemez kriz üzerine küresel bir strateji geliştirmişlerdi. Birleşmiş Milletler biyoçeşitlilik görüşmelerinin Japon başkanı, doğal yaşam alanlarının kaybını en azından yarıya indirmeyi ve doğal rezervleri dünya kara alanının yüzde 17’sine genişletmeyi amaçlayan Aichi hedeflerini uygulamaya koydu. Bugün yüzde 10’un altında olan oran 2020’ye kadar artacaktı, ama maalesef olmadı. Ancak şimdi bu hedefleri hayata geçirmek gerekiyor.
Biyoçeşitlilik kaybını durdurmak sadece çevre bakanlarının değil, tarım, balıkçılık, sanayi, ulaşım, araştırma ve ticaret bakanlarının da gündeminde olmalı. Bu konu parlamentolarda, üniversitelerde, iş dünyası içinde, yönetim kurullarında ve evlerimizde tartışılmaya başlanmalı. Esasında topyekun bir şekilde herkes “ne yapabilirim?” diye kendi kendine sorup, adım atmalı. Ünlü bir Kızılderili sözü şöyle der: “Son ağaç kesildikten, son nehir kirletildikten ve son balık yakalandıktan sonra, paranın yenmeyeceğini anlayacaksınız.”
Kritik türleri koruma: Küba’dan Anadolu’ya stratejik biyoçeşitlilik yaklaşımları
Biyoçeşitliliğin korunması için stratejik yaklaşımlar geliştirilmek zorunda. Örneğin, Küba’nın nadir bir türü olan solenodon gibi türler daha inatçı bir kararlılıkla korunmalı. Solenodonlar, evrimsel olarak benzersiz bir grubu temsil eder ve ekosistem içinde önemli işlevlere sahiptirler. Ancak, bu canlıların korunması için daha fazla çaba gösterilmelidir. Bu, sadece mümkün olan en fazla sayıda türü korumak anlamına gelmez; aynı zamanda, ekosistem işlevlerini yerine getiren ve evrimsel olarak benzersiz olan türleri de korumak anlamına gelir. Küba biyoçeşitlilik anlamında sıra dışı coğrafyalardan biri ve örnek verdiğim grup Küba’ya da dikkat çekmek açısından önemli.
Peki ya kendi coğrafyamız, Anadolu!… Dünya’da üç farklı biyoçeşitlilik sıcak noktasının çakıştığı tek yer Anadolu. Biyolojik açıdan bu inanılmaz bir özellik ve kendi coğrafyamızda ekosistemlerimizin sağlığını düşünerek asla hareket etmiyoruz. Binlerce endemik bitki türümüzü tehlikeye soktuk ve hatta bazılarını kaybettik. Tuz Gölü havzasını düşünün ; bu bölgeyi neredeyse her ay bir yeni bitki türünün tanımlandığı bir yer olarak tanımlayabilirim. Ama yeraltı sularına insan müdahalesi nedeniyle Tuz Gölü kuraklığın eşiğinde , tarım alanlarının açılması sonucunda da türlerin yaşam alanları hızla kayboluyor.
Çeşitlilik, birlikte yaşamanın olmazsa olmazı!
Sonuç olarak, biyoçeşitliliği koruma çabaları, sadece mevcut türlerin sayısını artırmakla kalmamalı, aynı zamanda ekosistem işlevlerini ve evrimin milyarlarca yıllık ürünü olan çeşitliliği de göz önünde bulundurmalıdır. Unutmamız gereken bir şey çeşitliliğin her anlamda birlikte yaşamanın olmazsa olmazı olduğu. Biyoçeşitlilik Günü’nde, bu önemli konulara dikkat çekmek ve gezegenimizin doğal zenginliklerini koruma sorumluluğunu hep birlikte üstlenmek için bir araya gelmeliyiz.