Mayıs’taki yerel seçim sonuçları yaklaşan siyasi hezimetin habercisiydi. Muhafazakâr Parti korumaya çalıştığı her iki meclis üyeliğinden birini, partinin kalesi sayılan bölgeler dahil kaybetmişti. Başbakan Rishi Sunak’ın bu sene sona ermeden seçim ilan etmesi gerekiyordu. Zamanlama önemliydi. Sunak’ın enflasyon verilerindeki nispi düşüşten faydalanma umuduyla, Mayıs ortası erken seçim kararı alması ardından İngiltere seçim sathına girdi. Anketler, 4 Temmuz’da yapılacak seçimlerde İşçi Partisi’nin 14 yıllık Muhafazakâr Parti iktidarına son vereceğine, üstelik de parlamentoda ezici bir üstünlük kazanacağına işaret ediyor. Hatta, öyle bir noktaya gelindi ki, Muhafazakâr Partili vekillerin bir kısmı İşçi Partisi’ne oy atacaklarını saklamıyor artık.
İngiltere sol parti ile yönetilecek mi?
İşçi Partisi iktidara geldiği takdirde, İngiltere, Avrupa’da sol partili hükümet tarafından yönetilen beş ülkeden (Almanya, Danimarka, İspanya ve Malta) biri olacak. Önümüzdeki dönem, İngiltere’nin Avrupa Birliği (AB) ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile ilişkilerinin nasıl seyredeceği merak konusu. Zira, Avrupa Birliği’nin “motor gücü” kabul edilen Fransa ve Almanya’da aşırı sağın yükseldiği ve ABD’de Donald Trump’ın ikinci kez başkan seçilme olasılığı arka planında, İşçi Partisi’nin gölge Dışişleri Bakanı David Lamy, Britanya’nın müttefiklik bağları üzerinden küresel konumunu güçlendirme (reconnecting Britain) hedefini hayata geçirmek için uygun ortam bulamayabilir.
Öte yandan, Muhafazakâr Parti’nin özellikle son birkaç yıldır seçmen tabanını konsolide etmek amacıyla giderek sağa kayıyor olması, seçim sürecinde Nigel Farage’ın aşırı sağ Reform (eski adıyla UKIP) Partisi’nin güçlenmesi, İngiltere’de seçimler sonrası muhalefetin nasıl şekilleneceğine dair ipucu vermekte. Bir taraftan, parlamentoda cılız bir muhalefete karşı çok güçlü konumda olacak İşçi Partisi’nin parti içi hizipleri nasıl yöneteceği ve güç sarhoşluğuna kapılma riski tartışılıyor. Şayet, İşçi Partisi ülkenin kökleşmiş sorunlarına çözüm getiremediği takdirde, İngiltere’nin uzun vadede küresel ölçekte gözlemlenen popülist aşırı sağ dalgaya teslim olma riski de göz ardı edilmemeli.
Çalkantılı geçen 14 yılın ardından
Kuşkusuz 14 yıllık Muhafazakâr Parti iktidarına damga vuran en önemli gelişme, 2016’da Başbakan David Cameron’un büyük bir siyasi hesap hatasıyla, İngiltere’nin AB üyeliğini referanduma sunmasıydı. Bu karar aynı zamanda ülkenin kaderini tayin edecekti. Cameron’un beklentisinin aksine, referandumda seçmenin yüzde 52’si İngiltere’nin AB’den ayrılma kararını (Brexit) destekledi.
Referandum sonrası istifa eden Cameron’un yerine geçen Theresa May, Brexit anlaşmasını parlamentoda onaylatmayı başaramayınca görevi bırakmak zorunda kaldı. Diğer iki selefinin koltuğuna mal olan Brexit, konuyu kampanyasının merkezine taşıyan Boris Johnson’a 2019 seçimlerinde büyük bir galibiyet getirdi.
Aslında, öteden beri koltuğun gerektirdiği yetkinliğe sahip olmamasına rağmen, Brexit rüzgarını arkasına alarak Muhafazakâr Parti’yi 2019 genel seçimlerinden galibiyetle çıkaracak en uygun aday görüldüğü için desteklenen Johnson misyonunu tamamladığı noktada partisi tarafından terk edildi. 2022’de güvenoyunu kaybedip istifa edinceye dek, hakkında çıkan yolsuzluk iddiaları ve pandemi dönemi “parti skandalı” sebebiyle giderek taşınması güç bir siyasi figür haline gelmişti.
Parti içi liderlik yarışında ipi göğüsleyen eski Dışişleri Bakanı Liz Truss, ekonomi programı fiyaskoyla sonuçlanıp istifa edince, yerine gelen eski Maliye Bakanı Rishi Sunak İngiltere’nin ilk Hint kökenli başbakanı oldu. Doğrusu, ard arda gelen lider değişimine rağmen Muhafazakâr Parti içinde bulunduğu açmazdan bir türlü çıkamadı. Johnson’ın AB ile imzaladığı Brexit anlaşmasının yürürlüğe girmesiyle birlikte, İngiltere’yi ayrılık kararına götüren söylem ile pratiğin örtüşmediği giderek görünür hale geldi.
Brexit’in gerçek yüzü
Brexit sayesinde İngiltere’nin dış politikada daha esnek hareket edebileceği, imzalayacağı ticaret anlaşmaları ile avantaj sağlayacağı, sınırların kontrolünü geri kazanacağı gibi beklentilerin gerçekçi olmadığı zaman içinde anlaşıldı. Ancak ne iktidar ne de muhalefet partileri bu konuda geri adım atacak cesareti gösteremedi. 2021’de ortaya atılan iddialı “Küresel Britanya” hedefi 2023 dış politika ve savunma belgesinden (Integrated Review) sessiz sedasız çıkartıldı.
İngiltere Brexit ardından birçok ticaret anlaşması imzaladı imzalamasına. Ama bunların büyük kısmı ya ticaret payı düşük olan ülkelerle imzalanmıştı ya da İngiltere’nin AB üyesiyken zaten faydalandığı şartların devamını sağlama amaçlıydı, tıpkı Türkiye ile olduğu gibi. Üstelik bu anlaşmanın da güncellenmesi, genişletilmesi gerekiyordu. Bu konuda nihayet geçen ay somut bir adım atılmıştı ki, seçim ilan edildi.
Ama Brexit asıl İngiltere’nin en büyük ticaret ortağı olan AB ile ticaretine ciddi sekte vurarak rekabet gücünü azalttı. Kuzey İrlanda sınırında gümrük olup olmayacağı muammasının yol açtığı siyasi kriz bir yana, gümrük düzenlemelerinin işleri yavaşlatması maliyeti yükseltti. Pek çok küçük/orta ölçekli şirketin pazardan çıkmasına sebep oldu.
Küresel ekonomide genişleme çağı geride kalırken, arka arkaya patlak veren uluslararası krizlerin (Covid19 pandemisi, Ukrayna Savaşı ve Gazze Savaşı’na bağlı Kızıldeniz’deki güvenlik sorunu vb.) Muhafazakâr Partili hükümetler açısından olumlu bir konjonktür yarattığı söylenemez. Ancak geçtiğimiz üç sene içinde, İngiltere’nin G7 ülkeleri arasında en az yatırım çeken ülke olmasında köhneleşen altyapı ve iş yapma prosedürünü zorlaştıran mevzuat engeli kadar Brexit’in de payı var.
Bir araç olarak “göçmen” meselesi
Bugün İngiltere’de her beş şirketten biri personel eksikliğinden yakınıyor. Düşünülenin aksine, Brexit’le birlikte ükesine dönenlerin çalıştıkları iş kolları İngilizlerce rağbet görmüyor. Ülke genelinde 898 bin olan istihdam açığı, sağlık ve sosyal yardım sektöründe 160 bini buluyor. 2023 verilerine göre yaklaşık 7.6 milyon hasta doktor görmek için sırada bekliyor. Sağlık sektöründeki açığın kapatılması için pekala göçmenlerden yararlanılabilir. Oysa hükümet, Nisan ayında yürürlüğe soktuğu değişikliklerle, çalışma vizesi için başvuranların alması gereken asgari maaş tutarını 26 bin sterlinden, yaklaşık 39 bin sterline yükseltti. Sağlık sektöründe çalışacakların aile üyelerini beraberinde getirmesinin de önünü kesti.
Sunak hükümetinin göç konusunda sertleşmesinin ve tartışmalı Ruanda planında diretmesinin başlıca nedeni yerel seçimlerde İşçi Partisi’ne kaybettiği bölgelerde göçmen karşıtı Reform Partisi’nin oyunu artırmış olması. Ekonomik durgunluğu ve kaynak sıkıntısını aşmak için birkaç kez vergi kesintisine giden Sunak hükümeti iklim değişikliğiyle mücadele hedeflerini de askıya almak zorunda kaldı. Karbon kaynaklı fosil yakıtların terkedilmesi hedefinden geri adım atıldı. Kuzey Denizi’nde petrol ve doğalgaz arama için yeni izinler çıkartıldı.
İşçi Partisi ne vaat ediyor?
Hangi partiden olursa olsun, İngiltere’de başa gelecek hükümeti altından kalkması zor bir ajanda bekliyor. Kamu kaynaklarının kısıtlı olması nedeniyle, önceliklerin doğru şekilde belirlenmesi gerek. İşçi Partisi ilk etapta özel okul ücretlerinde KDV artışı, kısmi varlık vergisi ve verasete ilişkin düzenlemeler getirerek kaynak yaratmayı öngörüyor. NHS çalışanlarının maaşlarına zam, akşam ve hafta sonu koyulacak ek vardiyalarla bekleme sürelerini kısaltmayı hedefliyor. Kampanyanın en ilgi çekici detaylarından biri de İngiltere’de yatırım yapmayı kolaylaştıracak, karar alma süresini kısaltacak mevzuat değişikliği vaadi. Elbette, kampanya vaatlerinin uygulamaya ne şekilde yansıyacağını bugünden öngörmek mümkün değil. Her şekilde, toplumun büyük bir kesimi hayat pahalılığı, sağlık sistemi ve konut sorununa bir türlü çare bulamayan Muhafazakâr Parti hükümetinin değişmesinden yana. Bu durum ister istemez İşçi Partisi’nden beklentileri yükseltiyor.
Dış politika konusunda pragmatik bir yaklaşım benimseyen İşçi Partisi, AB’ye veya Gümrük Birliği’ne yeniden girme niyetinde olmasa da Avrupa ile yakın ilişkiler kurulmasından yana. Manş denizinden gelen sığınmacıların önlenmesi için sınır güvenliği konusundan tutun, ticaretin kolaylaştırılmasına, NATO içinde veya tamamlayıcı savunma ortaklıkları geliştirilmesine kadar pek çok konuda işbirliği, İngiltere ile AB ülkeleri arasındaki uyuma bağlı. Kuşkusuz, Almanya ve Fransa’da aşırı sağ güçlenirken, ABD ardından NATO içinde en çok savunma harcaması yapan üç ülke arasında kurulacak eşgüdümün Avrupa güvenliği üzerinde şekillendirici etkileri olacak.