Feodalite, Orta Çağ döneminde kilisenin de baskıyla Avrupa’daki toprak sahiplerinin kendi arazileri üzerinde yaşayan insanlar üzerinde hak sahibi olmasını öngörmekteydi. Bu düzen Fransız İhtilalinden sonra kıtayı tedricen terk etti. Türkiye başka bir tarihsel kalıba sahip. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğunda yaşanan ‘Ağa’lık sistemi ise, Avrupa’daki Feodal düzenin Anadolu topraklarında Şıh, Bey, Aşiret Reisi, vb gibi ad ve sıfatlar altında halk üzerinde, kısmen dine dayalı baskıcı yapılanmalardan başka bir şey değildi.
Cumhuriyetin ilanından sonra laikliğe ve kadın erkek eşitliğine dayalı çağdaşlaşma devrimlerimize rağmen halkın, derinlere uzanan örf ve adetlerini bıçakla kesilir gibi bir çırpıda terk etmesinin beklenememesi doğaldı. Cumhuriyetle birlikte ağalık sistemi kırsal alanda aynen devam etti. XX. ikinci yarısından itibaren de kentlere sirayet ederek varlığını bugüne kadar sürdürdü.
Hanedanlık ve Türkiye
Büyük Roma İmparatorluğu ile kısmen aynı topraklara yayılan Osmanlı İmparatorluğunun Sultanları hanedanlığın sürdürülmesine öncelik verdi. Hemen tüm padişahların yabancı kadınlarla evlenmesi bu devasa İmparatorluğun yönetiminin optimizasyonunun, devletin bekası kadar, belki daha da çok, hanedanlığın bekası olduğunu kanıtlıyor.
Padişahlar, çeşitli din ve inançlara mensup kulları arasında devletin yönetiminde, halka yarar sağlamakta en etkin katkıyı hangi azınlık gurubu sağlıyorsa onların sanatından, maharetinden ve sadakatinden yararlandı. Millet sistemi olarak adlandırılan bu yönetim modelinde Müslüman Türk milletine ise din, askerlik, işçilik, tarım ve kısmen memurluk isabet ediyordu.(*) Dolaylı olarak Türkler, okuma yazma dahil kendi kültürlerini, imparatorluk içindeki diğer milletler grupları gibi geliştirip zenginleştiremedi. XIX. yüzyıl sonlarına kadar kendi içine kapalı ve kadınların sosyal yaşamda rol almadığı feodal bir yaşam tarzına maruz kaldı.
Dindarlık ve dincilik
Geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi, mukaddesatla hükümranlık arasında ilahi ilişki bugün de toplumlar düzeyinde varlığını sürdürüyor. Bir toplumun var olabilmesi ancak bir otoritenin varlığıyla mümkün. Dolaylı olarak ilahi bir inanç her toplumun temelinde yatmakta. Yaşadığımız yüzyılda laiklik ilkesini benimseyen AB üyelerinin aldığı kararlar ilahi inançlardan değil, laik kurumların işlemesinden kaynaklanıyor.
İnsanoğlu hükümranlık yetkilerini, kendi tabiatında doğuştan mevcut olan ahlak, iyilik ve merhamet gibi, dindarlığın da esası olan inançlarında aradı. Ancak insan karakteri kompleks bir yapıya sahip. Dindarlık kendi zeminindeki iyilik duygularının yanında, haksızlık, zülüm gibi kötü huylara da yatkın. Dindar insanlar kişisel çıkar saikiyle bu tavırları benimsediklerinde, o zaman artık dindar değil dinci oluyor. Ama bunu inanç kisvesinde gizliyor. Levent Gültekin’in deyişiyle “Kendi ibadetiyle değil, başkasının ibadetiyle ilgileniyor”; yani “Dincilik” yapıyor.
Ancak bugün toplumlarda dindar veya dinci olamayan bir grup daha var: Laikler. Onlar, dini inançlarıyla kişisel siyasi görüşlerini birbirinden ayırıyor ve gündelik yaşamlarında, uhrevi alemle dünyevi alemin karıştırılmamasını savunuyor. Ne var ki, Türkiye’de demografik üstünlük kendilerinde değil. Bu nedenle Türk toplumunun, XXI. yüzyılın ilk çeyreğinde sosyolojik bakımdan hala Feodal bir düzende yaşamakta olduğu sonucuna varmamız kaçınılmaz oluyor.
Kırsaldan kent yaşamlarına taşan feodalite
Feodalite kavramı yurdumuzda bugün sadece toprağa dayalı sosyal alt-üst ilişkilerini tarif eden şekliyle tezahür etmiyor. Yukarıda kısaca değindiğimiz gibi bu düzen Türkiye’de, gerçek hayatta modern devlet organizasyonunun işleyişine sirayet etmiş bulunuyor.
Feodal düzenin tedricen kentlere nüfuz etmesi 1960’lardan itibaren kentleşme, sanayileşme ve demokratikleşme süreçleriyle modernleşen toplum yapılarımızı siyasi/sosyolojik olarak yeniden proto-demokratik bir kimliğe dönüştürüyor. Liyakat, eğitim, mesleki beceri, bilimsel metod gibi eşitleyici ve ölçülebilen kriterler, kentlerde de toplumsal görev bölüşümünde yerlerini akrabalık, bölgecilik, mezhep, tarikat, hemşerilik, etnik ve dinsel aidiyet gibi bölücü ve ayrıştırıcı kriterlere bırakıyor. (M. Ali Bayar)
Aşılmaz bir duvar gibi yükselen gelenekler
Aslında bu durum, Osmanlı’nın son yüzyılında dahi bu derece belirleyici değildi. Çünkü Cumhuriyeti kuran kadrolar da aslında İmparatorluğun, XIX. yüzyılda belirginleşen Avrupalılaşma sürecinde kurulan eğitim müesseselerin ürünü olan liyakat, beceri ve müktesebat zemininde yetişmişti.
Feodal yapılanmaların kırsaldan kentlere taşmasıyla birlikte bunlardan kaynaklanan örfler, adetler ve töreler, eskiden olduğu gibi bugün de modern Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlarının uygar dünya ile birlikte yaşayabilme çabalarının önünde aşılmaz bir duvar gibi yükseliyor.
Köy Enstitüleri
Bu duvarın yıkılmasına yönelik ilk etkin adımlar 1938’de hayata geçirilen Köy Enstitüleri ile başlandı. Kız erkek karışık eğitim vermek üzere, önce ilk okul öğretmeni yetiştirmek amacıyla sırf ülkemize mahsus olarak kurulan bu okullar, tatbikatta sanat ve zihni gelişim de dahil, tarım, inşaat ustalığı gibi mesleki el becerileri öğrenimlerini de kapsayan laik ve pratik bir öğretim modeli yansıtıyordu. Bu Enstitülerden büyük eğitimciler, edebiyatçılar ve yazarlar yetişti.
Köy Enstitüleri, bu kimlikleriyle ile aslında, Türk milletini yüzyıllarca boyunduruk altında tutan Ağalık düzeninin esaretini zaman içinde ortadan kaldırabilecek yegâne yoldu. Ancak etkisi 1945’ten itibaren azaldı. 1950 serbest seçimlerinden sonra Köy Enstitüleri hayatımızdan tamamen çıktı.
Feodal düzen ise, o zaman, yataklarına avdet eden taşkın sular misali coşkuyla ile geri döndü. Türkiye bugün, İsviçre’den 1926’da iktibas edilerek aynı yıl TBMM tarafından kabul edilip yürürlüğe giren ve kadınlara, erkeklerle eşit medeni haklar tanıyan Medeni kanununla ve ilk dört maddesi değiştirilemeyen 18 Ekim 1982 tarihli muaddel laik Anayasa’mıza rağmen, halkının hatırı sayılır bir kısmı, siyasi parti ayrımı gözetilmeksizin, gerçek hayatta sosyolojik olarak hala Feodal düzende yaşıyor. (**)
Dış Dünya arayı süratle açmakta
Sözünü ettiğimiz uygar ve gelişmiş ülkeler yüksek teknolojiler alanında çağımızın ötesinde bilgi düzeylerine erişiyor. (***) (Bahadır Kaleağası) Türkiye’nin dünyadaki bu hızlı gelişmede layık olduğu yere gelebilmesi ancak gündelik yaşamımızı derinden etkileyen bu eski düzenin geriletilmesiyle mümkün. Ne var ki son yıllarda ülkemize Orta Doğu ve Orta Asya’dan intikal eden ve çoğunlukla, taassup ve “obskürantizm”le malul mülteci kitlelerin akını, geçmiş yüzyılların düzenini geriletme çabalarımızı kolaylaştırmayabilir.
Türkiye’yi, içimize nüfuz eden eski yapılanmalardan tamamen ari kılmadan uygar ve gelişmiş ülkeler arasında layık olduğumuz yeri alamayız. En büyük tehlikeyi Cumhuriyetimizin temel koşullarından uzaklaşmamız oluşturuyor. Yüzlerce yıla uzanan töreler talimatla son bulmaz. Baskıcı bir laiklik ise baskıcı bir dinciliğe yol açar.
Feodal düzenin sakıncaları, bunların ancak geniş toplum kitleleri tarafından anlaşılabilmesiyle zaman içinde sönümlenir. Bunun sorumluluğu, demokratik bir yönetimde, siyasi partilerimize ve TBMM’ne ait görünüyor.
Ne yapılabilir?
Ama bir yerden başlanması lazım. Yoksa bizi yüzyıllardır esareti altında tutan Orta çağ gelenekleri toplumumuzu yıpratacak, hatta yıkabilecek sonuçlarıyla birlikte sürgit devam eder.
XXI. Yüzyılda insanoğlu geleceğini uzayın derinliklerinde ararken biz mukadderatımızı geçmişin karanlıklarında bulamayız. Dünyada siyasi, stratejik, sosyolojik tüm dengelerin belirsizlikler içinde alt üst olduğu bir ortamda milli varlığımızı bu değişiklerin yıkımına karşı koruyacak modern sosyo-kültürel yapılara ihtiyacımız var. Aksi takdirde törelerimizin esareti ve köhne Feodal yapıların bizi savunmasız bırakması mukadder görünüyor. Türkiye Cumhuriyeti için gerçek beka sorunu tam da burada yer alıyor.
(*) Rumlar bürokrasi ve diplomasi; Ermeniler sanat ve mimari; Yahudiler ticaret ve bankacılık;
(**) Narin Güran davası. Katili ele vermemek için bütün bir kasaba halkının suskunluğu;
Kadın Erkek Eşitliğine Dair İstanbul Sözleşmesinden bir gecede çıkmamız; Önü alınamayan kadın cinayetleri; Bebekleri Öldüren Yeni Doğan Çetesi gibi toplu katliamlar gerçekleştiren Mafya tipi yapılar;
(***) Yapay Zekâ, Robot teknolojiler, Kuantum Bilgi Sayar, Enerji dönüşümü ve İtki gücü, Tıp, Çevre, Hipersonik sistemler, Uzay Bilgileri, Nano Bilim ve Nano Teknolojiler…