Akademik özgürlük yukarıdan bahşedilmez; tabandan, dayanışma, mücadeleyle ve kimi zaman da bir avuç insanın inadıyla inşa edilir. ODTÜ öğrencilerinin bir mezuniyet töreninde taşıdıkları pankart çok şeyi özetliyor.
“Görülmeyen Akademi” başlıklı ilk yazımda, içeriden yükselen sessizliklerin akademik dünyanın görünmeyen kırılma hatlarına işaret ettiğini tartışmış ve akademinin bugün nasıl bir değer kaybına uğradığını, kişisel deneyimlerim ışığında anlatmaya çalışmıştım. Ardından, “Diploma İptali, Demokratik Gelecek ve Akademik Özgürlüğün Küresel Çöküşü” başlıklı ikinci yazımda, bu sessizlikten küresel baskı iklimine uzanan yolu ele almış; akademik özgürlüğün dünya ölçeğinde nasıl kırılgan bir haritaya dönüştüğünü göstermeye çalışmıştım.
Bu iki yazıda, mikro düzeyde yaşanan bireysel ve kurumsal sessizliklerin, makro ölçekte akademinin özerkliğini ve özgür düşünceyi tehdit eden bir baskı ortamına nasıl evrildiğini hem yerel hem de küresel bağlamda tartıştım. Bununla birlikte Türkiye, genç demokrasisinin tüm sancılarına rağmen, yükseköğretim tarihinde çoğulculuğa ve kurumsal özerkliğe işaret eden dikkate değer örnekler üretmiş; fakat aynı zamanda, bu kazanımların diploma iptalleri gibi hadiselerle nasıl aşındırıldığına da çok yakın zamanda tanıklık etmiştir.
Artık yalnızca akademik fikirler değil, unvanlar ve diplomalar da siyasi müdahalelere açık hale gelmiştir. Yakın zamanda Ekrem İmamoğlu’nun yanı sıra birçok akademisyen ve iş insanının yaşadığı diploma iptali vakaları, akademik özgürlüğün yalnızca bilimsel bir mesele değil, aynı zamanda doğrudan hukuksal ve demokratik bir mesele haline geldiğini acı bir biçimde göstermiştir.
Bu yazıda (*) ise Türkiye’deki tarihsel direniş örneklerine odaklanıyorum. İlk yazıda, “Üniversiteler bazen büyük krizlerle değil, küçük sessizliklerle çürür” demiştim; bu kez ise Türkiye tarihinde bu sessizliklerin, kimi zaman yaklaşan bir direnişin ağırbaşlı bir soluklanışına dönüşebildiğini gösteren örnekleri paylaşıyorum. O dönemlerin sessizlikleri zamanla başka biçimlere büründü; bugünse otoriterliğin içselleştirilmiş bir norm haline geldiğini söylemek mümkün.
Bu bağlamda, uluslararası düzeyde akademik özgürlüğün temel ilkelerini tanımlayan 1988 tarihli Lima Bildirgesi de bizlere hatırlatıyor: Özgür üniversiteler yalnızca bilgi üretmez; aynı zamanda özgür toplumların varoluş koşullarını da inşa eder.
İşte bu çerçevede, Türkiye akademi tarihinde mücadelenin iki güçlü örneğini inceliyoruz: Boğaziçi Üniversitesi’nin hem geçmişte rektör seçim sürecinde hem de günümüzde atama sürecinde sergilediği kararlı duruş ile ODTÜ’nün 1970’lerin sonunda haksız atamalara karşı başlattığı 9 Aylık Boykot.
Çünkü akademik özgürlük, üstten bahşedilen bir ayrıcalık değil; tabandan, dayanışmayla ve mücadeleyle inşa edilen bir haktır — unutulmamalı ve her koşulda savunulmalıdır.
Bugün yaşadığımız özgürlük kayıplarını daha iyi anlayabilmek için, geçmişte yükseköğretim içinde yeşermiş mücadele örneklerine bakmak büyük önem taşıyor. Türkiye akademisinin tarihsel hafızasında, kurumsal özerkliğin ve özgür düşüncenin yalnızca korunmadığı, aynı zamanda aktif biçimde savunulduğu kritik anlar olmuştur.
Türkiye’de üniversite özerkliğinin ve akademik özgürlüğün en güçlü kurumsal geleneklerinden biri Boğaziçi Üniversitesi’nde inşa edilmiştir. 1980’lerin ardından Yükseköğretim Kurulu (YÖK) eliyle dayatılan merkeziyetçi atama yöntemlerine karşılık, Boğaziçi Üniversitesi kendi içinde bir pratik geliştirerek rektör belirleme sürecini üniversite bileşenlerinin iradesine dayandırmayı başarmıştır.
1987 yılında başlatılan ve 1992’de resmileşen bu gayri resmi seçim uygulaması, Boğaziçi’ni Türkiye’de akademik özerkliğin ve içsel demokrasi arayışının öncüsü yapmıştır.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında kurulan YÖK düzeni ve onu takip eden on yıllarda, görece demokratikleşme hamlelerine rağmen, Türkiye akademisinde ve Boğaziçi’nde uzun bir sessizlik dönemi yaşanmış, bu sessizlik, üniversite bileşenlerinin—özellikle de öğrencilerin—tabandan gelen kararlı iradesiyle ancak kırk yıl sonra kırılabilmiştir.
12 Eylül sonrasında askerî yönetim tarafından başkanlığına İhsan Doğramacı’nın getirildiği YÖK’ün (**) kuruluş sürecinde, diğer üniversitelerde seçilmiş rektörler görevlerini sürdürmeye devam ederken yalnızca Boğaziçi Üniversitesi rektörü Semih Tezcan görevden alınmış; ancak bu açık müdahaleye rağmen kurum sessiz kalmıştır. Takip eden yıllarda akademisyenlerin oy kullanması mümkün olmuşsa da asıl belirleyici hep devlet otoritesi olmuştur. Nitekim bu dönemde seçimle gelen bir rektörün dahi atamasının devlet tarafından yapılması, seçim sürecinin yalnızca bir danışma mekanizmasına indirgenmiş olduğunu göstermektedir.
12 Eylül’de ilk Boğaziçi’ne yapılan bu kritik müdahale karşısında üniversite kamuoyunun kayda değer bir tepki vermemiş olması, YÖK’ün atadığı yeni rektörle birlikte kurum içindeki YÖK uygulamaları harfiyen yerine getirilmiştir. Bu açıdan bakıldığında, YÖK kurulduktan yıllar sonra 1987’de başlayan seçim pratiği yalnızca bir demokratik kazanım değil, aynı zamanda geçmişin bu uzun sessizliğine geç kalmış bir cevaptır.
Nitekim bu döneme dair tanıklıklar, Boğaziçi’nde yalnızca sessizlik değil, zaman zaman açık işbirliği örneklerinin de yaşandığını gösteriyor. Oya Silier’in görevden alınışının, dönemin dekanı tarafından bizzat evinde tebliğ edilmesi, sessizliğinin ne denli kurumsallaştığını da göstermektedir. 12 Eylül sonrasında kurulan YÖK sistemine karşı toplu istifa gibi adımlar konuşulmuşsa da bu irade çoğunluk tarafından sürdürülememiştir. Gündüz Vassaf, Taha Parla ve Reşit Canbeyli gibi isimlerin Boğaziçi’nde bireysel direnişleri, başka kurumlarda da 1402’lik diye anılan 70 hocanın üniversiteden uzaklaştırılmasına tepki göstererek istifa etmesi bu dönemdeki genel çekingenliğin istisnası olarak kalmıştır. Bu örnekler, mücadelenin yalnızca bir bedel değil, çoğu zaman derin bir yalnızlığı da göze almayı gerektirdiğini gösteriyor.
Üniversitenin fakülteleri, enstitüleri ve öğrencileri, rektör adayları arasından ortak bir iradeyle birinci gelen ismi desteklemekte ve atamaya bu iradeyi dayanak yapmaktadır. Bu gelenek yalnızca Boğaziçi Üniversitesi’nin yönetim kültürünü değil, aynı zamanda Türkiye’deki yükseköğretim kurumlarının özgürlük ve özerklik tahayyülünü de şekillendirmiştir. Ancak 2016 yılında gerçekleştirilen darbe girişimi sonrası hızla otoriterleşen siyasal ortam, Boğaziçi’nde köklü bir kırılmaya yol açmıştır. Seçimle gelen rektörlerin atanmaması, kurumsal özerklik mekanizmalarının aşındırılması, uzun yıllar içinde inşa edilen demokratik geleneğin ciddi biçimde zarar görmesine neden olmuştur.
2021 yılında Melih Bulu’nun üniversite bileşenlerinin iradesi dışında rektör olarak atanması, bu krizi zirveye taşımış ve Boğaziçi tarihinde eşine az rastlanır çapta bir direniş sürecini başlatmıştır. Akademisyenlerin, öğrencilerin ve mezunların ortak direnci, yalnızca bir atamaya karşı değil; akademik özerkliğin ve özgür düşüncenin ilkesel savunusuna dönüşmüştür. Bu süreç, Lima Deklarasyonu’nda belirtilen temel ilkelere sıkı sıkıya bağlı kalınarak yürütülmüş; akademik özgürlüğün yalnızca bilimsel üretimin değil, özgür toplumların da temel taşı olduğu bilinciyle hareket edilmiştir.
Boğaziçi Üniversitesi’nin özgürlükçü geleneğine benzer şekilde, Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) de Türkiye akademi tarihinde direnişin bir başka güçlü örneğini oluşturmuştur. 1970’li yılların sonlarında Milliyetçi Cephe hükümeti tarafından üniversitenin yapısına doğrudan müdahale edilmesi, ODTÜ’de kitlesel bir mücadele sürecini tetiklemiştir.
1977 yılında, ODTÜ’ye, üniversite bileşenlerinin iradesi hiçe sayılarak Hasan Tan’ın rektör olarak atanması, öğretim üyeleri, öğrenciler ve üniversite çalışanları tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Hasan Tan’ın, akademik liyakatten uzak siyasi bir atama olarak görülmesi, üniversite içinde mücadele sloganları etrafında olağanüstü bir seferberliğe yol açmıştır. Bu mücadele bir anda başlamamış; MHP’li gençlerden oluşan ve “Mavi Melekler” adıyla anılan görevli grupların kampüste yarattığı korku ortamı nedeniyle üniversite bir süre suskunluğa bürünmüştür. ODTÜ’nün bilgisayar merkezine bugün adı verilen Necdet Bulut’un Karadeniz Teknik Üniversitesi’ne uzaklaştırılması ve orada öldürülmesi, dönemin ne kadar sert ve karanlık geçtiğinin bir başka göstergesidir.
Bu mücadele yalnızca sınıflarda boykotlarla sınırlı kalmamış; 9 ay süren kararlı bir direniş ile üniversite yaşamı bütünüyle yeniden tanımlanmıştır. Öğretim üyelerinin kitlesel istifaları, öğrencilerin kampüs genelinde düzenlediği barışçıl protestolar ve akademik hayatı savunan sivil toplum desteği, ODTÜ’de özgür ve özerk bir akademinin savunulması için güçlü bir cephe oluşturmuştur.
Bu süreçte yaşananlar, yalnızca bir üniversitenin iç meselesi değil, Türkiye’de akademik özerkliğin savunulması adına verilen en önemli mücadelelerden biri olmuştur. Tan’ın okula işçi kisvesiyle soktuğu militanların attığı bombayla, öğrenci İbrahim Baloğlu’nun öldürüldüğü yere dikilen “9 Direk Anıtı” bugün hâlâ ODTÜ kampüsünde bu direnişin sessiz ama güçlü tanığıdır. ODTÜ örneği bize şunu hatırlatır: Akademik özgürlük yalnızca sınıflarda ders işlemekle değil; ancak gerektiğinde özgür düşünceyi savunmak için bedel ödemeye hazır olmakla mümkündür.
Boğaziçi Üniversitesi’nde özerkliği koruma iradesiyle başlayan sessiz mücadele, ODTÜ’de haksız atamalara karşı verilen uzun soluklu mücadeleyle birleştiğinde, Türkiye akademi tarihinin nasıl güçlü bir direnç damarına sahip olduğunu açıkça gösteriyor. Bu iki örnek, yalnızca belirli dönemlere özgü tepkiler değil; akademik özgürlüğün, ancak tabandan yükselen dayanışma ve kolektif bir bilinçle korunabileceğinin tarihsel kanıtlarıdır.
Cumhuriyet’in akademik tarihinde kayda değer ilk kıyım Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinden Pertev Naili Boratav, Muzaffer Şerif ve Niyazi Berkes’in uzaklaştırılmasıdır. Sorbonne’da Türk folklorunu, Columbia’da sosyal psikoloji dalını, McGill’de Cumhuriyet’e odaklı siyaset bilimini geliştiren, kuran bu isimler, Türkiye’nin kaybı ama dünyanın kazancı olmuştur. Bu dönem Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran’ın da üniversiteden uzaklaştırıldığı yıllardır. Bu tür örnekler, akademik tasfiyelerin yalnız bugüne özgü olmadığını, tarihsel bir sürekliliği olduğunu göstermektedir.
Öte yandan, bu direnişlerin ışığında bugün yaşadıklarımıza baktığımızda, akademik özgürlüğün yalnızca bilimsel bir mesele değil; aynı zamanda hukuk, demokrasi ve toplumsal adaletle doğrudan bağlantılı bir mesele olduğunu daha net görüyoruz. Yakın zamanda yaşanan olaylara topyekûn baktığımızda, akademinin siyasi tasfiye süreçlerine ne kadar açık hale geldiğini ve özgür düşüncenin yalnızca sözde değil, fiilen tehdit altında olduğunu gösteriyor.
İşte tam bu noktada, Lima Deklarasyonu gibi uluslararası belgeler daha da anlam kazanıyor: Yükseköğretim yalnızca bilgi üretimi değil; özgür bireylerin ve demokratik toplumların temel dayanaklarından biridir.
Gündüz Vassaf’ın 1980 sonrası üniversite yapısına dair kaleme aldığı ve UNESCO’ya Paris’te sunduğu The University Under Threat başlıklı tebliğiyle yaptığı katkı, yalnızca kişisel değil, tarihsel açıdan da kıymetli bir yere oturuyor. Bu çalışmasında Vassaf, üniversitenin sadece tek bir otoriter rejimin değil; aynı zamanda ordu, devlet, din ve piyasa gibi birçok güç odağının müdahalesiyle kuşatıldığını vurguluyordu. Bugün de bu çoklu tehdit yapısı, akademik özerklik üzerindeki baskıları anlamak açısından geçerliliğini koruyor. Üniversiteyi özgür düşüncenin üretim alanı olarak savunmak, yalnızca siyasi değil; kültürel, ideolojik ve ekonomik müdahalelere karşı da direnç geliştirmeyi gerektiriyor.
Akademik mücadelenin tarihsel örnekleri, yalnızca geçmişe değil, bugünün zihinsel alışkanlıklarına da ışık tutuyor. Bu örneklerin ötesinde, kurumsal hafızaya sinmiş daha derin etkiler de dikkate değer. Boğaziçi’nin 1980’ler sonrası sessiz yılları, yalnızca yitirilen bir özerkliği değil, aynı zamanda içe kapanmış, suskun ve çoğu zaman edilgen bir akademi kültürünün izlerini de yansıtmaktadır.
Bu kültür, direnişin kolektif bir harekete dönüşmesini değil; çoğunlukla bireysel ve sessiz tepkiler biçiminde tezahür etmesini kolaylaştırmıştır. Bireysel dirençlerin değerini küçümsemeksizin, bu durumun, özgür düşüncenin ancak örgütlü bir dayanışmayla sürdürülebileceğini bize bir kez daha hatırlattığı söylenebilir. Bu nedenle, direniş yalnızca geçmişin onurlu bir mirası değil, gelecekteki özerklik mücadeleleri için de bir aynadır.
Boğaziçi ve ODTÜ örnekleri bize şunu hatırlatıyor: Üniversiteler, sessizlikle teslim olmamalı; tartışmayla, çeşitliliğe önem vererek, nitelikli bilgi üreterek ve dayanışmayla varlıklarını sürdürmelidir. Özgür akademi, yalnızca “hak edilmiş” bir ayrıcalık değil; mücadeleyle sürekli yeniden inşa edilen bir kamusal değer alanıdır.
Yalnız sadece yükseköğretim değil, dünya genelindeki politik eğilimler de demokratik toplumun karşı karşıya olduğu tehditleri doğrular nitelikte. Democratization dergisinde yayımlanan “25 Years of autocratization-democracy Trumped – Otokratlaşmanın 25 Yılı- demokrasinin Trump’lanması mı?” başlıklı bir makale, yalnızca Türkiye’de değil, dünya genelinde akademik özgürlüğün, ifade özgürlüğünün ve demokratik kurumların ciddi bir gerileme sürecine girdiğini gösteriyor. Varieties of Democracy (V-Dem) veri setine dayanan bu araştırma makalesi, liberal demokrasinin ortalama seviyesinin 1985’e, ifade özgürlüğünün ise son 25 yılın en düşük düzeyine gerilediğini; dünyada otoriterleşmenin demokratikleşmeden çok daha hızlı ilerlediğini ortaya koyuyor.
Özellikle V-Dem Enstitüsü’nün 2025 tarihli raporu, dünyada liberal demokrasi seviyesinin 1996’ya, nüfus ağırlıklı ölçümde 1985’e ve ekonomik ağırlıklı ölçümde 1974 öncesine gerilediğini ortaya koyuyor. Özetle, ne kadar büyük ve etkili ülkeler (nüfus veya ekonomi açısından) otoriterleşirse, genel demokrasi tablosu çok daha geriye gidiyor. Bugün geldiğimiz noktada, dünya hem nüfus hem ekonomi ağırlığı açısından 40–50 yıl öncesinden daha kötü bir demokrasi seviyesine düşmüş durumda. İlk defa otokrasiyle yönetilen ülkelerin sayısı demokrasileri geçmiş durumda. İfade özgürlüğü son 25 yılın en sert düşüşünü yaşıyor ve dünya nüfusunun yüzde 38’i otoriterleşen ülkelerde yaşıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin ise darbe olmaksızın tarihte en hızlı otoriterleşen ülke olabileceği tartışılıyor.
Bu süreçte akademik özgürlüğün yalnızca ifade alanıyla sınırlı olmadığını, kaynaklara erişim açısından da kırılganlaştığını gösteren örnekler dikkat çekici. 2023 yılı itibarıyla yalnızca ABD’de üniversitelere aktarılan federal araştırma fonları 60 milyar doları bulmuş. Johns Hopkins gibi bazı kurumlar bütçelerinin yüzde 87’sini, Georgia Tech yüzde 77’sini bu fonlardan sağlamaktadır. Bu denli yüksek bir mali bağımlılık, üniversiteleri siyasi müdahalelere daha açık hâle getirmektedir.
Trump döneminde federal fonların kesilmesi tehdidi, yalnızca mali değil, aynı zamanda ideolojik bir müdahale aracı olarak da kullanılmış; özellikle eleştirel araştırmalar ve barış odaklı programlar baskı altına alınmıştır. Harvard Üniversitesi’nde Orta Doğu Araştırmaları Merkezi Direktörü Cemal Kafadar’ın görevden alınması ve ilgili programların iptali gibi uygulamalar, bu müdahalelerin somut örnekleri arasında yer almıştır.
Akademik özgürlük, bu yönüyle yalnızca ifade değil, aynı zamanda araştırma yapabilme ve fon bulabilme özgürlüğü anlamına da gelmektedir. Bu küresel tablo, özgür akademinin yalnızca bir ülkenin değil, bütün bir insanlık mirasının geleceğiyle doğrudan ilişkili olduğunu bir kez daha gösteriyor. ABD’de Trump yönetiminin ilk taleplerine Harvard Üniversitesi, Orta Doğu Araştırmaları Merkezi Başkanı Cemal Kafadar’ın görevden alınması, İlahiyat Fakültesi’nin barışa yönelik programının iptali ve öğrencilere yönelik baskılarla yaratılan korku ortamı gibi uygulamalarla başlangıçta uyum göstermiş; ancak taleplerin giderek radikalleşmesiyle birlikte bu uyum süreci sona ermiş ve mücadele kaçınılmaz hâle gelmiştir. Türkiye’de ise 12 Eylül sonrası akademisyenlerin özgür düşüncenin sesi olarak görülmesine rağmen, AKP döneminde yandaş medya baskısı ve genel bir korku ortamı nedeniyle bu ses büyük ölçüde susmuş; öğrenciler uzun süre yalnız kalmıştır.
Bu yazı, üç bölümlük serinin son halkasını oluşturuyor; akademik özgürlüğe dair bu sorgulamalar, yalnızca geçmişi anlamak değil, bugünü göz önüne serebilmek ve geleceği birlikte savunabilmek için kaleme alındı.
Bugün, akademik özgürlük, yalnızca geçmişin bir mirası değil; geleceğin toplumsal sözleşmesini şekillendirecek bir sorumluluktur. Üniversiteler, farklı düşüncelerin buluştuğu, eleştirinin korkusuzca dile getirilebildiği, bilginin serbestçe üretildiği ve paylaşıldığı alanlar olmaya devam etmelidir hem Türkiye’de hem de tüm dünyada.
Çünkü özgür düşüncenin sustuğu yerde yalnızca akademi değil, toplumun bütünü karanlıkla yüzleşir.
Ve unutulmamalıdır ki:
Akademik özgürlük yukarıdan bahşedilmez; tabandan, dayanışma ile, mücadele ile ve kimi zaman da yalnızca bir avuç insanın inadıyla inşa edilir.
Boğaziçi’nde, ODTÜ’de ve bugün her türlü baskıya rağmen özgür akademiyi savunan her yerde yankılanan ses, hâlâ aynı ilkeyi hatırlatıyor:
Bilgi özgürleşirse toplum da özgürleşir.
Ve bu mücadele, bugün de devam ediyor.
(*) Bu yazının düşünsel çerçevesinin oluşumunda, değerli hocam Gündüz Vassaf’ın UNESCO’ya sunduğu The University Under Threat başlıklı çalışmasından, ana hatlarını şekillendirdiği Lima Deklarasyonu’ndan ve birlikte yürüttüğümüz kapsamlı fikir alışverişlerinden büyük ölçüde yararlandım. Entelektüel katkıları yalnızca bilgi düzeyinde değil, aynı zamanda kavramsal derinlik açısından da belirleyici oldu. Kendisine en içten teşekkürlerimi sunuyorum.
(**) YÖK (Yükseköğretim Kurulu), 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra, 6 Kasım 1981 tarihinde çıkarılan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile kurulmuştur. İhsan Doğramacı, bu kanunun hazırlanmasında etkin rol almış, darbe sonrası askerî yönetim tarafından ilk YÖK Başkanı olarak atanmıştır. Doğramacı, hem kanunun mimarı sayılır hem de askerî rejimin yükseköğretimi merkeziyetçi şekilde denetleme arzusunun uygulayıcısı olmuştur.
Hazine ve Maliye Bakanlığına bağlı Mali Suçları Araştırma Kurulunun (MASAK) 4 Haziran tarihli, Ekrem İmamoğlu…
İsrail’in İran’a 13 Haziran’da başlattığı hava harekâtı, sadece birkaç gün içinde klasik savaş tanımlarını aştı.…
Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, “İran'da yaşanan son olaylar nedeniyle sınırlarımızdaki güvenlik tedbirleri artırılmıştır" dedi.…
İsrail’in İran’a saldırmasıyla başlayan ABD’nin doğrudan dahliyle tırmanan krizle hem Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan hem MHP…
İran, İsrail’in saldırılarına İsrail şehirleri üzerine füze yağdırarak yanıt veriyor, İsrail ise hava saldırılarına ek…
Uluslararası sistem yalnızca krizde değil—serbest düşüşte. Bir zamanlar uluslararası hukuk, çok taraflı kurumlar ve ortak…