Yetkin Report

  • English
  • Siyaset
  • Ekonomi
  • Hafıza Kartı
  • Hayat
  • Yazarlar
  • Arşiv
  • İletişim

Üniversite özgürlüğünün dar koridorunda

Yazar: Utku Perktaş / 04 Haziran 2025, Çarşamba / Oda: Siyaset

Üniversite sustuğunda, yalnızca bilim değil, toplum da konuşamaz hâle gelir. Faşizm o zaman gelir. Gürültüyle değil, fısıltılarla başlar; sustukça büyür. Özgürlük silah zoruyla değil, suskunlukla kaybedilir. (Foto: Birgün)

Modern üniversitenin krizinden söz etmek için her geçen gün daha fazla nedenimiz var. Akademik özgürlüklerin daraldığı, düşünsel üretimin yerini idari sadakatin aldığı, bilimsel liyakatin ise politik beklentilerle sınırlandığı bir dönemdeyiz. Üniversite krizi yalnızca Türkiye’ye özgü değil; Amerika’dan Avrupa’ya, otoriterleşmenin üniversite yapılarını dönüştürdüğü küresel bir evreden geçiyoruz.
Modern üniversite fikri, günümüzde ciddi bir sınavdan geçiyor. Akademik özgürlüklerin daraldığı, düşünsel üretimin yerini idari sadakatin aldığı, bilimsel liyakatin ise politik beklentilerle sınırlandığı bir dönemdeyiz. Bu yazı, üniversite kurumunun karşı karşıya olduğu bu tehlikeleri daha sistematik biçimde ele almayı amaçlıyor. Kurumsal hafıza, akademik etik, yönetimsel yapılar ve entelektüel sorumluluk gibi başlıklar hem tarihsel hem de güncel örnekler ışığında yeniden düşünmeye davet ediliyor.

Üniversitenin hafızası ve bellek ekseni

Üniversiteler yalnızca bilgi üreten değil, aynı zamanda hafıza taşıyan kurumlardır. Bu hafıza, sadece bilimsel içerikten ibaret değildir; etik ilkeler, kültürel miras ve akademik dayanışma ile şekillenir. Ancak otoriter yapılar altında bu hafıza hızla silinir. Hatta bu silinme, yalnızca geçmişin unutulması değil, aynı zamanda bir dönemin normlarını oluşturan değerlerin de dönüşmesi anlamına gelir.
Édouard Herriot, “Kültür, her şey unutulduğunda geriye kalan şeydir” diyor.
Bu çarpıcı tanım, üniversitelerin taşıması gereken kültürel rolü ve neden bu kurumların yalnızca akademik değil, aynı zamanda etik ve toplumsal hafızanın da taşıyıcısı olması gerektiğini hatırlatır. Ne var ki, Türkiye’de 12 Eylül sonrasında yaşanan dönüşüm, bu “geriye kalması beklenen” değerlerin dahi silikleşmesine yol açmış; üniversite kültürü yalnızca yapısal değil, etik ve belleksel düzeyde de ciddi bir erozyona uğramıştır. Türkiye’nin özellikle son yirmi yılında ise bu erozyon, artan bürokratik hiyerarşiyle daha da derinleşmiş; kurumsal hafıza kişisel tanıklıklara ve sessiz direnişlere sıkışmıştır.

Akademik idealler ve çelişkiler

Bu bağlamda, Mark Pattison’un 19. yüzyıl Oxford’undaki hayal kırıklığı ile Türkiye üniversitelerinin son otuz yılındaki yapısal çelişkiler arasında dikkat çekici paralellikler kurulabilir.
Kendi kurumumun hafızasına baktığımda, 1990’ların Hacettepe Üniversitesi’nde yaşanan bir rektör yardımcılığı süreci de bu zihinsel yapının güncel bir yansımasıdır. Birbirinden uzak gibi görünen bu iki örnek, liyakate dayalı ve çoğulculuğu gözeten demokratik bir üniversite idealinin, idari çıkarlar ve hiyerarşik yapılar tarafından nasıl bertaraf edildiğini açıkça gösteriyor.
Pattison’un rektörlük beklentisi, entelektüel yeterliliğine rağmen dönemin sosyal ve ideolojik bariyerlerine takılmıştır. Türkiye’de ise benzer zihinsel yapının yansımaları, 1990’ların Hacettepe Üniversitesi’nde yürütülen bir rektör yardımcılığı sürecinde görülmüştür. O dönem — ve aslında hiçbir zaman — rektör yardımcılığı seçimle belirlenen bir pozisyon olmamıştır; ancak rektör tarafından seçim vaadiyle başlatılan bir süreçte, en çok oyu alan öğretim üyesi dönemin rektörü Prof. Dr. Süleyman Sağlam tarafından dışlanmıştır. Bu durum, 12 Eylül sonrasında üniversitelerde artan demokrasi sancılarının, görünürde katılımcılık vaat edilse de fiiliyatta kişisel hakimiyetin sürdürülme isteği ve dolayısıyla da sürdürüldüğü çelişkili bir dönemin yansımasıdır.

Süleyman Sağlam vakası

Burada ayrıca hatırlatmak gerekir ki, Süleyman Sağlam da 12 Eylül sonrası Yükseköğretim Yasası (2547) yürürlüğe girerken, görevden alınan rektörler arasında yer almış; yıllar sonra ise üniversite içi seçimlerde yüksek oy almış olmasına rağmen, son aşamada Yükseköğretim Kurulu’nun önerisi ve Cumhurbaşkanı’nın atamasıyla göreve getirilmiştir. Sonuçta bu iki örnek — Pattison’un Oxford’daki deneyimi ve Türkiye’deki benzer süreçler — farklı dönemlerin ve farklı coğrafyaların ürünü olsalar da, üniversitelerin demokratik kültürünün, hiyerarşik ve merkezi yapıların gölgesinde nasıl aşındığını gösteren ortak bir yapısal soruna işaret etmektedir.
John Sparrow’un dikkat çektiği gibi, Pattison’un yaşadığı hayal kırıklığı yalnızca kişisel bir deneyim değil; üniversite fikrinin çöküşüne dair yapısal bir eleştiridir. Ne var ki bu örnek yaklaşık 150 yıl öncesine aitken, 1990’ların Hacettepe Üniversitesi’nde yaşanan benzer süreç ve bugün tanık olduğumuz gelişmeler, bu tarihsel krizin hâlâ sürdüğünü, hatta tekrar ettiğini göstermektedir. Üstelik bu tekrarlar, bizzat akademik bir atmosferin içinde yaşanmakta; bu da bize ironik ve düşündürücü bir çelişkiyi işaret etmektedir.
Sonuç olarak bu iki örnek, üniversitenin yalnızca “nasıl yönetildiği” değil, aynı zamanda “neyi temsil ettiği” sorusunu da önümüze getirir.

Siyasal baskı ve uluslararası örnekler

Gündüz Vassaf’ın T24’te yayımlanan “Harvard” başlıklı yazısı üniversite kavramına dair küresel bir suskunluğu ve otosansürü açığa çıkarıyor. Trump yönetiminin Harvard’a yönelik baskısı, akademik özgürlüklerin yalnızca yerel hukuka değil, aynı zamanda siyasi popülizme de teslim edilebildiğini gösteriyor. Yönetim kadroları ve rektörlük makamları gibi üst düzey karar yapıları, üniversitelerin ifade özgürlüğünü korumak yerine sessiz kalmayı tercih edebiliyor. Vassaf’ın ifadesiyle, “faşizm yalnızca topla tüfekle değil, akademinin sessizliğiyle de yükselir.” Bu çok doğru bir perspektif; bugün çeşitli örneklerini farklı ülkelerde görüyoruz.
Bu tür baskılar yalnızca bir kurumu değil, onunla birlikte entelektüel muhalefet potansiyelini de hedef alır. Harvard örneği, diğer üniversitelerin de sessizliğe gömülmesiyle bir zincirleme reaksiyon yaratıyor. Popülist yönetimler için en büyük tehdit, düşünen ve eleştiren bir akademidir. Bu nedenle üniversitenin susturulması yalnızca akademiye değil, toplumsal düşünceye de darbedir.

Hiyerarşi, sağduyu ve “Dark Academia”

Akademik hiyerarşi, sağlıklı bir yapıda bilgi birikiminin ve deneyimin aktarımına olanak tanır. Ancak bu hiyerarşi mutlaklaştığında, düşünsel üretim yerini itaate bırakır. Son yıllarda yükselen “dark academia ” “Karanlık akademi” kavramı, bu bağlamda eleştirel bir perspektif sunar. Akademik statünün ve dış görünüşün içerikten daha çok önem kazandığı, idari yapıların hata kabul etmeyen mutlak otoritelere dönüştüğü bir ortamda, bilimsel üretim yerini prosedürlere, niceliğe ve sadakate bırakır. Akademi, düşünceyle değil prosedürle işleyen; etikle değil statüyle yönetilen; nitelikle değil nicelikle ölçülen bir yapıya evrilir.
Son yıllarda popülerleşen “dark academia” kültürü, akademinin yalnızca estetik bir nostaljiyle değil, aynı zamanda yapısal bir çöküşle yüzleşmesidir. Bu kültür, üniversitenin artık düşünce değil görünüş, hafıza değil unutuş, etik değil prosedür ürettiği bir alana evrilmesini görünür kılar. Bu evrilme, üniversitenin etik kimliğini silikleştirirken, bireysel öznelliği yücelten ama kolektif aklı dışlayan bir alan yaratır. Dolayısıyla üniversite, giderek ‘karanlık bir akademiye’ dönüşür: Düşüncenin değil, statünün konuştuğu; hafızanın değil, unutuşun norm haline geldiği; niceliğin nitelik karşısında galip geldiği bir kurum.

Dar koridorun ucu: demokrasi ve üniversite

Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un geliştirdiği “dar koridor” teorisi, devlet kapasitesi ile bireysel özgürlükler arasındaki kırılgan dengeye işaret eder. Bu teoriye göre, özgürlüğün sürdürülebilir olabilmesi için hem kurumsal denetim hem de toplumsal katılımın belirli bir düzeyde ve karşılıklı etkileşim içinde olması gerekir. Aksi takdirde, ya Leviathan’ın baskıcı gölgesi belirir ya da düzenin çöküşü kaçınılmaz hâle gelir.
Dar koridorun iki ucunda ise farklı ama eşit derecede tehlikeli iki uç durum bulunur: bir yanda despotizm — yani aşırı güçlü ve denetimsiz bir devletin bireysel ve toplumsal özgürlükleri bastırması; öte yanda ise anarşi ya da normlar kafesi — aşırı güçlü toplum yapılarının, zayıf bir devlet karşısında birey üzerinde aşırı sosyal baskı ve kısıtlayıcı normlar üretmesi. Özgürlük ve istikrar, ancak devlet ile toplumun sürekli bir denge ve mücadele içinde olduğu bu dar koridorda mümkündür.
Bu çerçeveden üniversiteleri düşündüğümüzde, üniversitenin de kendine özgü bir dar koridoru olduğunu söyleyebiliriz; akademik özgürlüklerin sürdürülebilmesi de ancak böyle bir denge içinde mümkündür. Eğer akademi yalnızca devletin güdümünde işlerse ya da tüm kararlar yukarıdan aşağıya işleyen hiyerarşik mekanizmalarla alınırsa, bu koridorda çatışma artar veya koridor hızla kapanır ve özgürlükler boğulur.

Türkiye’deki durum

Böyle bir ortamda, üniversitenin hiçbir bileşeni — ne öğrenciler ne idari personel ne de akademik personel — bu koridorun içine giremez. Hatta alt kademedeki yöneticiler dahi “yukarıdan gelen bir talimatla” her şeyi yaptıklarını söylemeye başlar; bu noktada zaten bir koridordan söz etmek bile mümkün olmaz.
Sonuçta üniversite yapıları, kendi iç etik mekanizmalarını ve liyakat temelli denetim süreçlerini kaybeder; bunun yerine düzensizlik, keyfilik ve güven erozyonu baş gösterir.
Bugün Türkiye üniversitelerinde tanık olduğumuz dönüşüm, tam da bu şekilde koridorun iyice daralması veya iki duvarı arasında sıkışmış bir mücadeleyi andırıyor. Hatta bazı aktörler için bu koridorun kapısı dahi aralanmamış durumda. Bu nedenle, özgürlüklerden söz edilemeyen bir atmosfer, akademik üretimin önünde ciddi bir engel olarak varlığını sürdürüyor. Ve daralan ya da kapanan bu koridor, sadece bugünün sesini kısmakla kalmaz; geçmişin hafızasını da duvarlar arasında sıkıştırır. Oysa üniversitenin gerçek gücü, geçmişten bugüne taşınan bu ortak bellekte de saklıdır.

Faşizm üniversite sustuğunda gelir

Üniversiteler sadece meslek kazandıran yapılar değildir; aynı zamanda etik düşüncenin, eleştirel bakışın ve demokratik kültürün yeşerdiği alanlardır. Bu alan daraldıkça, sadece akademik özgürlükler değil, toplumsal direnç de zayıflar.
Bugün geldiğimiz noktada, üniversiteleri yalnızca “yeniden yapılandırmak” değil, aynı zamanda onları “yeniden hatırlamak” zorundayız. Belleği korumak, etik ilkeleri savunmak ve akademik dayanışmayı güçlendirmek, entelektüel sorumluluğumuzun bir parçasıdır.
Unutmayalım: Sessizliğin tarihi yazılmaz ama etkisi derin olur. Üniversiteler sustuğunda, yalnızca bilim değil, toplum da konuşamaz hâle gelir. Faşizm o zaman gelir. Gürültüyle değil, fısıltılarla başlar; sustukça büyür. Yani, özgürlük silah zoruyla değil, suskunlukla kaybedilir.

Notlar:

1- Peter Fleming bu kavramı, neoliberal üniversite yapısının neden olduğu duygusal çöküş ve entelektüel tükenişi açıklamak için kullanır. Bkz. Peter Fleming, “Dark Academia: Despair in the Neoliberal Business School,” Journal of Management Studies 56, no. 3 (2019): 668–679. 
2- Acemoğlu, Daron ve James A. Robinson. Dar Koridor: Devletler, Toplumlar ve Özgürlüğün Geleceği. Çeviren: Ferda Eryılmaz, Doğan Kitap, 2021.
3- Leviathan, 17. yüzyıl filozofu Thomas Hobbes tarafından yazılan aynı adlı eserde devletin simgesi olarak kullanılan bir metafordur. Hobbes’a göre Leviathan, bireylerin güvenlik karşılığında özgürlüklerinden vazgeçerek oluşturdukları güçlü, merkezi bir otoriteyi temsil eder. Acemoğlu & Robinson’un “dar koridor” kuramında ise Leviathan, denetimsiz kaldığında özgürlükleri bastıran ve demokratik katılımı zayıflatan bir devlet gücünü simgeler.

Yeni yazılardan haberdar olun! Lütfen aboneliğinizi güncelleyin.

İstenmeyen posta göndermiyoruz! Daha fazla bilgi için gizlilik politikamızı okuyun.

Aboneliğinizi onaylamak için gelen veya istenmeyen posta kutunuzu kontrol edin.

Etiketler: dark academiz, Gündüz Vassaf, Hacettepe, Harvard, karanlık akademi, Süleyman Sağlam, üniversite özgürlüğü, YÖK

OKUMAYA DEVAM EDİN

Rusya’dan Bayraktar fabrikasını vurma tehdidi ve NATO’nun çağrısı
Sekiz yaşındaysanız bir yıl çok uzun bir süredir
Ukrayna krizi tek adam politikasının sonu mu?
  • İranlı kadınların hikayesi: direniş hiç durmadı23 Haziran 2025
  • Türkiye ABD’yi neden kınamadı? Perde arkasında neler oluyor?23 Haziran 2025
  • ABD’nin İran saldırısı bölgede ve Türkiye’de neleri tetikleyebilir?22 Haziran 2025
  • Gazeteci Fatih Altaylı tutuklandı: Cumhurbaşkanını tehditle suçlanıyor22 Haziran 2025
  • Savaş, Orta Doğu haritası ve Avrupa’nın sınırları22 Haziran 2025
  • ABD İran’ı vurdu. Trump dünyaya meydan okudu: ne yapabileceğimiz görüldü22 Haziran 2025
  • Kömürün, piyasanın, savaşın baskısı altında zeytin ağacını savunmak21 Haziran 2025
  • Leyla Alaton AK Parti Grubunu neden izledi, Erdoğan’la ne konuştu?21 Haziran 2025
  • Savcılığın özel algoritması devrede: İmamoğlu’nun avukatı örneği20 Haziran 2025
  • İran’da rejim değişir mi? Değişirse ne olur? Türkiye ne yapmalı?20 Haziran 2025
Haberler arşivinde arama yapın...

Siyaset

Ekonomi

Hafıza Kartı

Hayat

Arşiv

English

Hakkımızda

Künye

Yazarlar

Yardım

Reklam & İşbirliği

Bize Ulaşın

tbtcreative.com | UFKZDN © 2024 yetkinreport.com

Kurumsal Bilgiler     ·      Yardım     ·      Kullanıcı Sözleşmesi     ·      Yasal Çekince

TOP