Cumhurbaşkanı Erdoğan 30 Ekim’de DEM Parti’nin İmralı heyeti üyeleri Buldan ve Sancar’ı kabul ederken. Türkiye’nin önünde ciddi bir kavşak var. Ya “mış gibi” yapmaya devam edeceğiz, ya da bu kez barışı inşa edeceğiz. (Foto: Cumhurbaşkanlığı)
PKK’nın 11 Temmuz’da silah bırakma yönünde yaptığı açıklama ve ardından 26 Ekim’de Türkiye’den çekilmeye başladığını ilan etmesi, “Terörsüz Türkiye” sürecinde sembolik olarak çok önemli iki dönüm noktasıydı. Bu çekilme kararı sonrası yapılan ilk Terörsüz Türkiye Komisyonu toplantısının ardından, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş “Nihai rapor safhasındayız” açıklamasıyla sürecin olgunlaştığı mesajını verdi.
Bunun hemen ardından, 30 Ekim’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın DEM Parti İmralı Heyeti üyeleriyle üçüncü kez bir araya gelmesi, sürecin seyrinde yeni bir evreye işaret etti. DEM Parti’nin görüşmeye ilişkin açıklaması, “Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve heyetiyle yaptığımız görüşme son derece olumlu, yapıcı, verimli ve geleceğe dair umut verici bir atmosferde gerçekleşti” şeklindeydi. Parti ayrıca, “Şiddet ve çatışmanın olmadığı, demokratik ve siyasal alanın güçleneceği bir dönemin ülkemiz, yurttaşlarımız ve bölgemiz için hayati önemde olduğu ifade edildi” diyerek, barışın yalnızca iç politika değil, bölgesel bir dönüşüm meselesi olduğunu da vurguladı.
DEM’in bu açıklaması, “bugüne kadar olduğundan daha umutlu olduklarını” belirtirken, aslında topluma da dolaylı bir çağrı niteliği taşıyor: barışın kalıcı olabilmesi için demokratikleşme sürecinin güçlendirilmesi gerektiği. Ancak bu açıklamaların satır aralarında hissedilen iyimserliğe rağmen, Türkiye’nin son üç buçuk ayına geniş açıdan baktığımızda, hâlâ “barış yapıyormuş gibi” bir görüntüden tam anlamıyla kurtulamadığımız görülüyor.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu, farklı toplumsal kesimleri dinleyerek devlet–PKK ekseninin ötesine geçme çabası gösterdi. Komisyonun bu yaklaşımı, barış süreçlerinin evrensel ilkelerine uygun biçimde kapsayıcı ve empatik bir duruş sergiledi. Bu, Türkiye için uzun süredir eksik kalan bir boyuttu; zira barış yalnızca iki taraf arasında yapılan bir anlaşma değil, toplumun tamamının güvenini ve katılımını gerektiren bir yeniden yapılanma sürecidir.
Ne var ki aynı dönemde Türkiye’nin demokrasi karnesi zayıf notlar almaya devam etti. Siyasi baskılar, ifade özgürlüğüne yönelik sınırlamalar ve sivil toplumun daralan alanı, barış sürecinin inandırıcılığını zedeledi. Demokratikleşme olmadan barışın meşruiyeti olmaz. Yalnızca silahların susmasıyla sağlanan “negatif barış” yeterli değildir; kalıcı toplumsal barış, adaletin yerini bulduğu, kurumların güven verdiği, yurttaşların eşit ve onurlu hissettiği bir düzenle mümkündür. Ancak biz hala bu gerçeği kabullenmek yerine, “barış yapıyormuşuz” gibi davranmayı sürdürüyoruz.
Türkiye’deki barışın Suriye’deki barıştan ayrı düşünülemeyeceği artık neredeyse herkesin kabul ettiği bir gerçek. Fakat bu gerçeği siyasi pratiklerimize tam olarak yansıtamadık. Dış politikada barışın gerektirdiği olgunluk ve tutarlılık henüz oluşmadı. Suriye’de “güç kazandık” hikâyesine sadece belli çevreler inanıyor. Oysa sahadaki gerçek, Avrupa ülkeleri, Rusya ve bölgedeki diğer aktörler arasında güç pastasının çoktan yeniden paylaşıldığı yönünde. Türkiye’ye düşen ise bu pastanın üzerindeki birkaç süsleme ve geçici kazanım.
Yine de içeride bu tabloyu bir “başarı öyküsü” gibi anlatma eğilimi sürüyor. Bu durum, dış politikamızda da “mış gibi yapmak” halinin yerleştiğini gösteriyor. Oysa barış, yalnızca sınırların içindeki bir mesele değildir; çevremizdeki savaşlar, krizler ve güç mücadeleleri doğrudan iç politikamızı da etkiler. Türkiye hem içeride hem de dışarıda tutarlı bir barış vizyonu ortaya koymadıkça ne güven tesis edebilir ne de uzun vadeli bir istikrar sağlayabilir.
Devletin kiminle barış yapmak istediği sorusu hala havada. DEM Parti bu süreçte gerçekten muhataplardan biri olarak görülüyor mu, yoksa sadece sürecin dekorunda mı yer alıyor? Son dönemdeki söylemler, doğrudan Abdullah Öcalan üzerinden bir çözüm arayışının sinyallerini veriyor. Üstelik bu arayış, demokratikleşme gibi temel bir önkoşulu dışarıda bırakarak yürütülüyor gibi. Özellikle Devlet Bahçeli’nin açıklamaları, devletin bir yandan barıştan bahsederken diğer yandan demokrasiye mesafeli durduğunu açıkça gösteriyor.
Bu yaklaşım, aslında “otoriter barış” dediğimiz bir olguyu ortaya çıkarıyor. Yani toplumun katılımı olmadan, yukarıdan aşağıya “barış ilan etme” hali. Bu, barış yapmanın “mış” versiyonudur. Kısacası, fotoğraf çekiliyor ama toplum o fotoğrafın içinde yok. Ne yazık ki bu durum, halk nezdinde de yeterince fark edilmiyor. Çünkü barış süreci, günlük hayatın dışında, siyaset kulislerinde konuşulan bir konu olarak kalıyor.
Barış süreçlerinin en önemli denetleyicileri bağımsız medya, güçlü sivil toplum ve bilgi üretebilen akademidir. Ancak bu üç ayağın da son üç buçuk ayda nasıl bir performans gösterdiğine baktığımızda, umut verici bir tabloyla karşılaşmıyoruz. Medya büyük ölçüde resmi söylemi tekrarlıyor; sivil toplum örgütleri seslerini duyurmakta zorlanıyor; akademi ise kendi içine kapanmış durumda.
Bir akademisyen olarak, önce iğneyi kendimize batırmak gerektiğine inanıyorum. Son iki aydır YetkinReport aracılığıyla, 25 yıllık çatışma çözümü ve barış inşası deneyimimi kamuoyuyla paylaşıyorum. Her hafta “Terörsüz Türkiye” sürecini farklı yönleriyle ele almaya çalıştım. Ancak geçen hafta, başka bir akademisyenle yapılan bir röportajda, yazılarımda paylaştığım düşüncelerin neredeyse birebir tekrarlandığını gördüm. Bilgiyi, emeği ve fikri “mış gibi” sahiplenmek, maalesef yeni Türkiye’nin entelektüel normu haline gelmiş durumda.
Bir akademisyen bunu yapıyorsa, siyasetçisi neler yapmaz? Bu zihniyet değişmediği sürece, hangi barış sürecine girersek girelim, sonuç hep aynı olacaktır: göstermelik adımlar, kalıcı sonuçsuzluk.
Türkiye’nin önünde ciddi bir kavşak var. Ya “mış gibi” yapmaya devam edeceğiz, ya da bu kez gerçekten, samimiyetle barışı inşa edeceğiz. Barış, yalnızca silahların susması değil, insanların birbirini yeniden dinlemeyi, anlamayı ve güvenmeyi öğrenmesidir. Bunun yolu da açık, şeffaf, katılımcı ve demokratik bir süreçten geçer.
“Mış gibi barış” yapmak kolaydır, çünkü kimseyi rahatsız etmez. Ama gerçek barış, konfor alanlarımızı sarsar, yüzleşmeyi gerektirir. İşte tam da bu yüzden zor olanı seçmek, yani “mış gibi” değil, gerçekten barış yapmak, artık bir tercih değil; bir zorunluluktur.
TBMM Komisyonunun 4 Aralık toplantısı AK Parti-MHP ittifakının “Terörsüz Türkiye” sürecinin 2026 yılının ilk yarısındaki…
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Rusya-Ukrayna savaşının giderek daha geniş bir coğrafyaya yayıldığını, bunun “çok korkutucu…
İçişleri Bakanlığı 2 Aralık gecesi 22.15te Irak Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) lideri Mesud Barzani’nin 29…
Dün, 1 Aralık, Ankara’da “Ortak Geleceğe Birlikte Bakmak” başlıklı bir çalıştay vardı. Diyarbakır merkezli araştırma…
Barışın kaderi çoğu zaman masadaki teknik maddelerle, güç dengeleriyle ve takvimlerle açıklanır. Oysa eksik olan…
Avrupa’nın kuraklık haritası artık yalnızca meteoroloji raporlarında değil, uyduların yerçekimi ölçümlerinde de görünür durumda. Yirmi…