Murat Yetkin, erkek mill futbol takımının Hollanda’ya 6-1 yenilmesine rağmen sergilediği şımarıklıkla kadın millî voleybol takımının (Hollanda’yı yenerek) Avrupa üçüncülüğüne rağmen sergilediği vakar ile ilgili yazıp yazamayacağımı sorduğunda ilk aklıma gelen, daha bu yaşında yanlış rotaya girmiş ve de şımarmış küçük futbolcu “Ekşi” oldu.
Başarısızlık nedenlerini sıralamak için ben de çokları gibi -tepkiler sonucu “yolları ayıran”- Şenol Güneş’ten girer, federasyonun seçilmiş gözüken ama aslında atanmış inşaatçı başkanından çıkabilirim. Ama genlerimize işlemiş bir hastalık bence çok daha önemli… O yüzden en ekşi bulduğum sebep üzerinde durmak istiyorum.
Bir ara, başta iki oğlum olmak üzere, çocuklara futbola dair bildiklerimi aktarmak gibi bir misyon yüklemiştim kendime. Fahri antrenörlük gibi bir şey yani.
Geçtiğimiz yıldı. Çocukları futbol antrenmanına götürmüştüm. Bir önceki takımın çalışması henüz bitmediği için bizimkilerin grubu kenarda bekliyordu. Aralarında, “Ekşi” diye çağrılan bir çocuğun da olduğunu görünce, “Hah, tamam” dedim. Onunla işim vardı.
“Ekşi” ile ufuk açan sohbet
“Ekşi”, 11 yaşında, sol ayağı çok kuvvetli, yaşıtlarına göre iri bir çocuktu. Sert şutlarını ve bindirmelerini beğeniyordum ama topu aldığındaki saçmalamaları yeteneklerini gölgeliyordu. Örneğin, diyelim topla kenardan ilerliyor. Orta mı yapacak, pas mı atacak derken, boğuşmaya dalıyor, bir bakıyor, saha bitmiş. Veya gerekli gereksiz şut atıyor, uygunsuz yerlerden vurduğu için de gol filan olmuyordu. Tabii, saydığım bu işleri yaparken, o sırada başta benim Alaz olmak üzere takımın geri kalanı ondan gelecek pası boş yere bekliyordu.
Büyük oğlum Cem’in, “Baba, karışma” diye itirazına aldırmayıp, kendini Messi filan sanan “Ekşi”yi uyarmaya karar verdim. (Yanlış anlaşılmasın, kafasına bir şeyle vurarak filan değil…)
-Ekşi, gel sana bir şey söyleyeceğim.
Büyük adam edasıyla dönüp cevap verdi.
-Buyur abi…
“Abi” demese aramızda yaş farkı yok sanacaktım. Hafif bozuldum:
-Şimdi bak… Sen yetenekli çocuksun. Kuvvetin, sol ayağın çok iyi. Ama yanlış oynuyorsun?
Bu kez o bozuldu:
-O niye ki?
-Ee bütün takım senin pas atmanı beklerken, topu alıp auta gidiyorsun. Ya da olur olmaz yerden kaleye vuruyorsun.
-Yoo ben öyle yapmıyorum.
“Valla hocalar öyle istiyor”
Cevaba bak… Sanki ben başka maç izlemiştim.
-Yapıyorsun oğlum. Arada bir iki gol atıyorsun ama genellikle atakları harcıyorsun. Şahsi oynamaktan vazgeç!
-Benim kendimi göstermem lazım abi!
Nasıldı yani? Çocuk bilmezlikten değil, bilerek isteyerek kendine oynuyormuş meğer. Şaşırmıştım.
-Yani özellikle mi yapıyorsun?
-Evet! Dedim ya, kendimi göstermem lazım.
Olacak şey değildi. Kızmaya başlıyordum:
-Oğlum sen kendini göstereceksin diye o kadar çocuk boşa mı koştursun?
Omuz silkti.
-Valla hocalar da böyle istiyor.
İyice hayrete düşmüştüm. Tam aksini söylemesi gereken antrenörler, “Ekşi”nin kafasına göre oynamasını onaylıyor, hatta teşvik mi ediyordu?
-Nasıl yani? Ne diyorlar?
-Al topu götür. Ayağına güven, kaleye vur, diyorlar.
Başka sorum yoktu. “Tamam oğlum, görüşürüz” deyip olay yerini terk ettim.
Evet, başarısızız. Çünkü kötü yetiştiriliyoruz.
Diyebilirsiniz ki, hangi alanda iyi yetişiyoruz ki… Orası öyle ama buna girersek içinden çıkamayacağımıza ve şu an mevzubahis olan, yine ve her zamanki gibi “futbolu kurtarmak” olduğuna göre, konuda kalalım.
Alt yapı kurulurken hoca sorunu çıktı
“Ya, biz niye bu Avrupalılardan devamlı 5-6 yiyoruz” diye yıllarca kafa patlatıp, nihayetinde Amerika’yı yeniden keşfederek, alt yapıya eğileli çok oluyor.
Teşhis de tedavi de doğruydu aslında. Buradan hareketle çok büyük yatırımlar yapıldı alt yapılara. Hatta maliyet-fayda analizi açısından bakıldığında yine kantarın topuzunu kaçırdık, gereksiz devasa tesisler, kısa zaman sonra ineklerin otladığı şahane çim sahalar falan yaptık.
Yalnız en önemli şeyi atladık.
Yetiştirici işini halledemedik.
Yani öğrenecek insanlara öğretecek öğretmenlerimiz olmadı bizim. İstediğin kadar, para dök, tesis yap, okul kur, kurs aç, nafile. Öğrenci, öğretmeni kadar olabiliyor futbolda…
Zinciri kırabilen birkaçı da zaten ülke dışına uçuyor. Beyin göçü işte. Sadece, yazılımcı, fizikçi vb değil beynini kullanan futbolcu da göçüyor.
Küçük yaşlardan itibaren yanlış yetişiyor bizim futbolcular. Çünkü hocaların çoğunun kafası zamanın gerisinde.
Kötü yetişen çocuklar, bir de uluslararası rekabetten uzakta, kendi aralarındaki mahalli mücadelede biraz sivrildiler mi, kendini yeterli görme, üstüne bir şey koymup gelişememe ve şımarıklık üst üste geliyor.
Kendini göstermek, öne çıkmak, başkalarını yok sayarak, hatta onların sırtına basarak yükselmek ve parsayı toplamak… Bunlar memlekette her alanda olduğu gibi futbolda da geçerli. Bu yanlışları değiştirmesi gerekenler de tam tersine bir de bunları besliyorsa, öyle gelip, öyle gidiyorsun.
“Kendin vursana oğlum, enayi misin?”
Antrenmanları izlerken, kaç ana, baba gördüm, kenardan, “Oğlum kendin vursana, ne pas veriyorsun” diye bağıran. Ama “Aferin, çok güzel pas verip, golü arkadaşına attırdın” diyeni hiç duymadım.
Genel hastalığımızın, futbola yansıması da çok doğal. Kolektiflik, ortak bir amaca birlikte yürümek ve omuz omuza iş başarmak bize uygun şeyler hiç olmadı ki… “Gemisini kurtaran kaptan” ve “Altta kalanın canı çıksın” bizim özdeyişlerimiz!
Hollanda Milli Takımı’nın geçen gün bize attığı ilk golü hatırlayın. Paslaşma, yardımlaşma, uygun durumdakini bulma ve net son vuruş… Alabilene dersti hepsi.
Bir de şu efsane “çalışarak gelişme” konusu var.
Çalışmak milletçe sevmediğimiz bir mevzu olduğundan haliyle buna karşı tezler uydurmuşuz… Efendim neymiş, çalışmak yeteneksizlerin yapacağı şeymiş. Allah vergisi yeteneğe sahip adam çalışmasa da olurmuş.
Olmayacağını Sergen Yalçın kendiyle alay ederek belki on kez anlattı. Kimse ders çıkarmadı, “Ya bu gırgır adam” diye gülüp geçti. Oysa ne şakası? Sergen yüz yıllık soruna parmak basıyordu.
Sergen ya da Ronaldo olmak
Ronaldo’nun herkes gittikten sonra antrenman sahasında kalıp kendi başına çalıştığını herkes takdir ediyor, değil mi? Emin olun bizim futbolcular da kendi aralarında, “Helal olsun adama” diyorlar ama “Biz de öyle yapsak ya” diye harekete geçmiyorlar. Çünkü gerek yok. “Daha fazla okuyup da Einstein mi olacağım” özlü deyişimizdeki gibi, daha çok çalışıp da Ronaldo olamayacaklarına kanaat getirip yatmaya devam ediyorlar.
Fazla çalışınca Ronaldo olmanın garantisi yok ama ellerinde garantili sözleşmeleri var. Ee o zaman ne lüzumu var? Bu performansla da korkunç kazanıyorlar nasılsa. Ayrıca daha yeni gayet güzel bir yabancı sınırlaması da geldi. Takımlar yerli oyuncuya muhtaç… Ekmek kapısı hiç kapanmıyor bizim sıradan futbolculara… Baksanıza süper dediğimiz lige… Üçüncü ligde dahi oynayamaması gereken ne arkadaşlar var, büyük takımlarda bile.
Kızlara ayıp oluyor
Kadın millî voleybolcuların başarısı, erkek arkadaşların başarısızlığıyla yakın günlerde yaşandığından aralarında karşılaştırmalar yapılıyor doğal olarak. Aslında bu kıyaslama kadın sporculara biraz ayıp oluyor ama ne yapalım ki denk geldi…
Galiba mesele şu: Futbol, bizim içimizdeki hastalığı büyütüyor, voleybol ise tedavi ediyor.
Şu başlarda anlatmaya çalıştığım, bencillik, kişisel hırs, öne çıkma gayreti, voleybolun ruhuna pek uygun şeyler değil.
Yani futbolda birkaç kişiyi çalımlayıp, bir, iki gol atıp veya eskilerin deyimiyle “biraz artistlik yapıp” maçın yıldızı olabilme şansın var ama voleybolda ne yazık ki topa bir kez dokunabiliyorsun.
Yoksa bizim alt yapı hocaları, onda da “Al topu, götür, yap sayıyı” derlerdi belki, bilmiyorum. Voleybolun bu yapısı gereği, oyuncu alışkanlıkları, anlayışı ve zihniyeti de başka oluyor. İyi paslaşacaksın, arkadaşının topu nereye istediğini, nereden iyi vurduğunu bileceksin vs… Öyle kendine oynamak yok. Tam ve zorunlu bir kolektiflik söz konusu. Buna göre yetişince, üstüne koya koya ilerleyip başarıyorsun işte.
Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?
Voleybol yetiştiricileri, kesinlikle futboldakilerden çok ileride. Bilinç ve bilgi düzeyi, kişisel donanım, dünyayı anlama ve algılamada, futboldakilere fark atıyorlar. Ellerinde yetişenler de bir başka oluyor doğal olarak.
Bir de şu var… Birçok ülkede bazı spor dalları ya toplumsal karaktere uygunluk gösterdiğinden, ya zamanında iyi bir gelenek oluşmasından ya da güzel örneklerin sürüklemesinden dolayı bir seviyeye çıkıyor ve kolay kolay aşağı inmiyor.
Örneğin, Bulgarlar masa tenisinde yok ama halterde süper. Boksta, güreşte çok başarılı olan Kübalılar, futbolda sıfır.
Burada devletlerin bilinçli branş tercihi ve yatırımları da öne çıkıyor. Bizim sporu yönetenlerimizin herhangi bir bilinçli yatırımı olamadığına göre, voleyboldaki başarımızı planlamayla değil, doğaçlama gelişen etmenlere bağlamamız gerekiyor.
1970’lerden bu yana, Eczacıbaşı, Vakıfbank, Emlak Bank gibi takımların yarattığı itici güç, Violetlerin açtığı yolun, Neslihanlarla, Nazlarla Ebrarlarla devamı, kadınların voleybola yönelmesinde büyük rol oynadı. Federasyonların voleybolun içinden gelenlerce yönetilmesi, rekabetçi bir ligin kurulması, voleybolun okullara inmesi ve iyi antrenörler yetişmesi başarıya giden yola döşenen taşlardı.
Sporcu-topçu farkı
“Futbol niye öyle, voleybol niye böyle” konusunda başka yüzlerce şey söylenebilir. Ama hepsi bir kenarda dursun, aslında en önemlisi ne, biliyor musunuz?
“Topçu” değil, “sporcu” olabilmek.
Futbolda birkaç iyi sonuç almadık mı? Aldık. Ee, o kadar olmasın mı? Seneye ilk milli futbol maçımızı yapalı tam 100 yıl olacak. Ama yazık ki, bu başarıların tamamı tesadüfi ve dönemseldi.
Galatasaray ve Milli Takım’ın yaptığı birkaç derece, iyi jenerasyonların olağan dışı şekilde bir araya gelmesiyle oldu, hepsi o kadar. “Sporcu” yetiştiremediğimiz, “topçuların” arasında dolanıp durduğumuz için bu başarılar kalıcı olmadı, olmayacak da… “Sporcular”, “topçuları” her zaman yeniyor. İstisna başarılar ancak geri toplumların gazını alıyor.
Gelelim bizim çocuklara
Bizim çocukların futbol takımı ve “Ekşi” konusunda daha sonra neler olduğunu merak edenler çıkabilir diye anlatayım…
Tabii ki işin peşini bırakmadım. Hocaları uyardım bu kez. Tabii ki, çocuklara, “Kendinizi göstermeye bakın” dediklerini kabul etmediler. Israr edince, daha dikkatli olacaklarını söylediler. Fakat gördüm ki, “Ekşi” ve onun gibi “futbol liberallerinde” değişen bir şey yok.
Sonra bir gün kendimi oğluma, “Alaz, ne diye her pozisyonda pas vermeyi düşünüyorsun? Bas çalımı, vur kaleye” derken buldum. Canım sıkıldı. Ben onları ikna edememiştim, onlar beni kendine benzetiyordu…
Bereket bizimki takmadı. Hâlâ kolektif oynuyor. Demek temeli sağlam atmışım, diye seviniyorum ben de.