Yekta Kopan
Şehitlerimiz var.
Çok üzgünüz. Yüreğimiz bunca acıyı kaldırmıyor artık.
Gencecik insanların fotoğraflarına, yıkılmış ailelerinin, geride bıraktıkları bebeklerinin görüntülerine bakıyoruz. Dertliyiz, yastayız.
Bırakın gülüp eğlenmeyi, gülümseyecek halimiz yok.
O kahreden ölümlerin ardından yaşananlara öfkeliyiz. Haber alamadık. Gerçek bilgiye ulaştığımızdan emin olamadık. Televizyona çıkıp da “Onlar ölmedi, yer değiştirdi” diyene tahammül edemedik. Mültecilerin can derdindeyken, küçük bir bebeğin donarak öldüğünü görürken yapılan ırkçılığı, saldırıyı, nefreti kaldırmadı midelerimiz. “Ahbap”larıyla el ele verip mama ve su yardımı için çırpınan Haluk Levent’in bile linç edilmeye çalışıldığını gördük. Acımız katlandıkça katlandı, insanlığa dair bütün yaralarımız kanamaya başladı.
Ama birileri için “yas” kelimesi başka bir anlam taşıyor. Çünkü bu süre boyunca televizyonlarımızı açtığımızda dizi filmleri, bir adada “hayatta kalma mücadelesi veren” ünlüleri, futbolun tartışıldığı programları gördük.
Futbol mu dediniz? Evet, bütün bunlar yaşanırken ülkede futbol maçları oynandı. Milletin “birlik ve bütünlüğü”, takımların maç öncesi taşıdığı “Acımız büyük” pankartlarıyla, tribünlerden yükselen “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganlarıyla, atılan golden sonra verilen asker selamlarıyla sağlandı.
Diziler uyuşturur, yarışmalar unutturur, futbol yapıştırır. Ulusal yas ilan etmeyenlerin vardır bir bildiği.
Hemen söyleyeyim; bütün bunların olmasına karşı değilim. Ama bütün bunlar “olurken” kültür-sanat etkinliklerinin iptal edilmesi ya da iptal ettirecek bir baskı ortamının yaratılması söz konusuysa durup düşünmek gerek. Bunun düşünülmesi gerek dediğimde bile, birilerinin “Bak sen şuna, gencecik canlar gitmiş, bunun aklı konserde, tiyatroda” dediğine eminim. Aynı kişilerin sinemalarda hiçbir seansın iptal edilmemesine ya da futbol maçlarının oynanmasına itirazı olmaz elbette. Komedi filmlerindeki kahkaha ya da golden sonra yaşanan sevinç beni rahatsız etmezken, bazıları bir konserde bir şarkının hep birlikte söylenmesini yas duygusuna aykırı bulabilir.
Peki ne oldu bu süreçte? İstanbul’da yaşadığım için buradan örnek vereyim:
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen tüm kültür sanat etkinliklerinin üç gün süreyle iptal edildi. İBB Şehir Tiyatroları’nda oyun sahnelenmedi. Belediyelerin düzenlediği kültür sanat etkinliklerinin çoğu iptal edildi. Örneğin Büyükçekmece Belediyesi, Füsun Demirel’in “Şişman Güzeldir” tiyatro oyununu, Beylikdüzü Belediyesi, Bülent Ortaçgil konserini iptal etti.
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü ve Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’nde de tüm sanatsal faaliyetlere üç gün ara verildi.
Özel kurumların da üstünde baskı vardı, onlar da tedirgin oldular. İş Sanat, 1-2 Mart’ta gerçekleştirilmesi planlanan Sait Faik hikâye dinletisini ileri bir tarihe erteledi, 4 Mart’taki “Fatih Erkoç ile Caz Rüzgârı” konserini iptal etti. Yapı Kredi Kültür Sanat’ta bugün yapılacağı planlanan “Yaşar Kemal Anısına” etkinliğinin de iptal edildiği duyuruldu. Evet, Sait Faik hikayeleri ve Yaşar Kemal edebiyatı… Belki Yaşar Kemal’in edebiyatıyla yine barışı dillendireceği ve “Savaşa hayır” diyeceği düşünüldü.
Bu iptal-erteleme listesi uzar gider. Özel tiyatrolar ve konser mekanları için durum daha da zordu. Hem çevreden ve hem de sosyal medyadan öyle baskıcı bir ses yükseliyordu ki… Sonunda çoğu etkinlik ertelendi ya da iptal edildi. Bu sürüp gidecek böyle. Üstelik kimi iptaller bir daha kendilerine uygun yer-zaman-mekân bulamadığından gerçekleşmeyecek. Olmayacak, olamayacak…
Böyle bir ruh halinde, insanların hangi duyguyu nerede ve ne şekilde yaşayacağına, kendilerinin karar vermesine izin yok. Örneğin ben, cumartesi akşamı iki yıldır gitmek istediğim bir tiyatro oyununa (neyse ki iptal edilmemişti) gidemedim. Okuduklarım, gördüklerim o kadar ağır bir tokat attı ki, kalkamadım yerimden. Tiyatro gişesine telefon edip, eğer mümkünse yerimi başka birine verine diyebildim sadece… Dilerim bir tiyatro sever oyunu benim yerime izlemiştir.
Ertesi gün Murat Meriç’in Gazete Duvar’daki “Şarkıların susmadığı bir dünya için…” balıklı yazısını okuyunca, tiyatroya gitmediğim için kendime çok kızdım. Oturdum bütün gün, yeni albümleri dinledim ve sevdiklerimi/paylaşabildiğim kadarını sosyal medyada paylaştım. (Merak edenler için birkaç isim: Su İdil, Ekin Beril, Onur Çalışkan, Tuna Kiremitçi, Gözde Öney, Özge Fışkın)
Yine de içimde bir huzursuzluk vardı. Acaba kültür-sanat romantiği gibi mi davranıyordum, gerçekleri göremiyor muydum, törenlerde gülenlere kızıyor ama ben de başka bir yönden aynı şeyi mi yapıyordum, sıcak koltuğumda otururken dünyanın ağrısını hissedemiyor muydum?
Neyse ki söz Harun Tekin girdi ve zihnim açıldı. Tam bu noktada, sözü ona bırakmak istiyorum. Harun Tekin dün twitter hesabında bir içerik zinciri ile derdini anlattı. Benim Harun kadar iyi anlatmam zor; çünkü o “içeriden” konuşuyor. Müziği üreten, futbol dinamiklerini de iyi bilen biri olarak anlatıyor. Tane tane…
Bu zor ve kahredici gündemde hem bir futbolsever ve hem de bir sahne insanı olarak, futbol maçları ile konserlerin/gösterilerin bu kadar farklı algılanması/farklı yere konması hep düşündürüyor beni. Ve bu sebeple, affınıza sığınarak, birkaç şey yazmak isterim. Ortak acılarımız olduğunda sanat etkinliklerinin iptal olup futbol maçlarının iptal olmamasını birkaç yönden dikkate değer buluyorum. Aslında duygu olarak acının/öfkenin kendisine, bunu nasıl yaşayacağımıza ve o en baştaki “ortak” lafına kadar uzanıyor konu. Maalesef olağanüstü gelişmelerin çok sık yaşandığı ve üzülmekten başımızı kaldıramadığımız yıllar geçiriyoruz. Fakat en büyük acılarda bile futbol maçlarının takvimine dokunulmazken, binlerce etkinlik (performans, konser, temsil) iptal ediliyor ya da erteleniyor.
a) Bu etkinlikler eğlencedir ve o haldeyken ne eğlencesi? Açıkçası iptal olan etkinliklerin çoğunun organizatörleri de izleyicisi de sahne üzerindekiler de en az futbol dünyasının paydaşları kadar üzülebilen, hissedebilen ve duyarlı insanlar. Dahası, ortaya konan ve iptal edilen etkinliklerin de pek azı mesela ortalama 15.000 kişinin izlediği ve ortalama 2-3 gol sevinci yaşanan bir lig maçından daha “eğlenceli”. Sanatla eğlence aynı şey olmadığı gibi, aslında eğlence de neşeden ibaret değil. Demek ki eğlenceyse derdimiz, futbola da ara verilmesi gerekir. Oysa çözüm tam tersi. İsteyen iptal eder, isteyen biletini iade eder, ama bu kadar sık toplumsal travma yaşanan bir dönemde kültür sanat etkinliklerinin otomatikman ya da hissedilir bir mahalle baskısı sonucu sürekli iptal edilmesi yanlış. Konser ya da temsillerin pek çoğu, aslında eğlence şöyle dursun, insanın durup düşünmesine, hayata normalde bakmadığı bir açıdan bakmasına, başkalarının zihnine girmesine, birlikte hissetmesine, ifade edemediği ya da farkında olmadığı duygularıyla yüzleşmesine yol açar. Yani eğer bir farkındalık ya da iyileşme ise arzu ettiğimiz, bir futbol aşığı olarak söylüyorum, bir sahne performansının iyileştirici etkisi bir futbol maçınınkiyle karşılaştırılamaz. Bu “eğlence” argümanının demek ki iki ayağı da pek sağlam değil; yani hem hoş görülen eğlenceler de var (futbol) hem bu hoş görülmeyenler (iptal edilen etkinlikler) arasında eğlence olmayan epey şey var. Ve eğlence demek de illa neşe, coşku demek değil.
b) Bu etkinliklerin ortaya çıkarabileceği “riskler” var ve bu istenmiyor olabilir mi? Belki diğer sebep kadar güçlüdür bu da. Bir konser/temsil pek çok güçlü an içerir. Seyirciler bir anda bir arada yeni bir şey söyleyebilir-sahnedekiler de normalde demedikleri bir şey diyebilir. Bu iki gerekçe bir arada düşünülünce, birlikte yas tutma duygusuna halel gelmesi korkusunun ya da buna duyulan öfkenin ikinci plana geçtiği; esas sıkıntının, tedavülde olması istenenin dışında bir sözün duyulur olması ihtimali olduğu düşünülebilir. “Savaşa hayır” gibi.
Meselenin ekonomik yönünde ise; zarar görmesi hatta yok olması geniş kitleler ve siyasi elitin en az yarısı tarafından mühim bir sorun teşkil etmeyecek bir “esnafın” plan yapamaz hatta iş yapamaz hale gelmesi, sanatıyla yaşamaya çalışan insanlardan beklenen sonsuz “feda” var. “Böyle” günlerde “böyle” etkinliklerin “tabii ki” iptal edilmesi gerektiğini düşünenler arasında, bu etkinliklere sıkça gelenler epey çok ve bütün bu etkinliklerin sürdürülebilirliği, bu insanların nasıl yaşadığı vb. üzerine bir kez düşünenlerse herhalde çok küçük bir azınlıktır.
Fazla uzattım. Devasa acıların içinden geçerek, hayata küsmenin kıyısında, etrafımızdaki ve içimizdeki “kötülük”le baş etmenin yolunu arayıp öfkemizi çoğunlukla yanlış yere yansıtır ve aslında bu sakil tavırlarımızla, fedakarca hayatını ortaya koyan ve kaybeden canlarımızın; kayıplarımızın hatırasına da saygısızlık yaparken, birlikte daha da çok hastalanmayalım, bu üzüntüler ve bu öfkeler bizi insanlıktan çıkarmasın, başkalarının acısını da öfkesini de duyamayacak kadar kendi içimize çöküp kendi içimizdekini de anlamaktan aciz öfke topları gibi yaşayıp gitmeyelim istiyorsak, haydi böyle zamanlarda futbol maçlarına da ara verilmesin ama, kültür sanat etkinlikleri de iptal edilmesin. Birbirimize bunu yapmayalım. Sahnenin, performansın, hele müziğin iyileştirici, yara saran gücünden kendimizi mahrum bırakmayalım. Bu konuları düşünmeye ara vermemek de nice değerlerin genç yaşta toprağa düştüğü bu ülkeye ve onlara borcumuzdur. Ülkemizi, onun nasıl daha güzel bir yer olacağını düşünmeden; hayatı onun nasıl daha güzel yaşanacağını düşünmeden sevmek bize az. Tekrar başımız sağ olsun.
İşte Harun Tekin’in akıl dolu toparlamasıyla durum budur.
Şehitlerimiz var. Elbette yastayız, canımız çok acıyor.
Ama bilinsin ki ikiyüzlülük kanayan yarayı deşmekten, büyütmekten başka işe yaramıyor.