ABD Temsilciler Meclisine 15 Mayıs’ta sunulan bir karar tasarısında Rusya’dan S-400 füzeleri alma kararına karşı Türkiye’ye adeta ültimatom anlamına gelen tehditler savruldu. Hem Cumhuriyetçi, hem Demokrat üyelerin katıldığı, Partiler-üstü Liderlik komitesi tarafından sunulan 372 sayılı karar tasarısında, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a “Rusya ile Türkiye-ABD ilişkilerini ve Türkiye’nin NATO’daki rolünü tehlikeye atacak şekilde askeri ilişkiden kaçınma” çağrısı da yapıldı. ABD Başkanı Donald Trump’tan da Türkiye Rus S-400 füzeleri alırsa yaptırım uygulama ve F-35 programından çıkarması isteniyor.
Cumhuriyetçi Parti Dış İlişkiler Komitesi üyesi Michael McCaul “Türkiye ya Rusya’yı, ya NATO müttefiklerini seçecek, Erdoğan doğru kararı vermeli derken, Dış İlişkiler Komitesinin Demokrat Başkanı Eliot Engel, “Bu, Erdoğan’a açık bir mesajdır; bu yolda devam edersen ciddi sonuçlarıyla karşılaşacaksın” diyecek kadar işi ileri götürüyor.
Bu karar tasarısı kabul edilirse ki öyle görünüyor, geriye sadece Trump’ın bunu veto etmesi ihtimali kalıyor. Peki, Trump, yani Türkiye’nin Suriye’de YPG’ye “saldırması” halinde, Türk ekonomisini “mahvedeceği” tehdidinde bulunan Trump, iki partinin ortak karar tasarısını Erdoğan ile “harika” ikili ilişkisi hatırına veto eder mi?
Türkiye’nin önceki Vaşington Büyükelçisi Namık Tan “Etmek istese de edemez” diyor; “2020 seçimlerine doğru gidilirken kendi siyasi geleceği tehlikeye girer.”
Geçtiğimiz günlerde Bloomberg’te “gelişmelere yakın kaynaklara” atfen çıkan “Türkiye ABD’nin talebiyle S-400 alımını yeniden değerlendiriyor” haberi aslında gelişmelerin “geri dönüşü olmayan” noktaya doğru ne kadar hızla ilerlediğini gösterdi. Bu haberin çıkmasıyla Suriye ordusunun İdlib’te, Türkiye’nin ateşkes sorumluluğunda bulunan bölgelere bombardımanı birden hızlandı. Nihat Ali Özcan ve Metin Gürcan gibi asker kökenli yorumcular, Türkiye’nin İdlib çevresindeki 12 gözlem noktasındaki yaklaşık 900 askerinin saldırılara açık hale geldiği ve artık önceliğin onların güvenliğine verilmesi gerektiğini yazdılar. 13 Mayıs’ı 14 Mayıs’a bağlayan 24 saat içinde önce Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i, ardından Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Rus Savunma Bakanı Sergey Şoygu’yu aradı. Malum, bütün böbürlenmeye rağmen, Türk ordusunun Suriye’deki varlığı Rusya’yla işbirliğine bağlıydı. The Washington Institute uzmanı Soner Çağaptay, “Türkiye ABD’ye S-400’leri alacağını bildirdi, Suriye bombardımanı durdu” diye yazdı kendi kaynaklarına dayanarak. Putin’in meselesi yalnızca Türkiye’ye füze satmak değil, S-400 satışı üzerinden NATO ittifakını çatırdatmak ki şu ana dek bunu başarmış görünüyor. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in geçen haftaki Türkiye ziyaretinden de bir sonuç çıkmadığı böylece anlaşıldı. Nitekim 15 Mayıs’ta Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Anlaşmadan geri dönüş yok” diye kim bilir kaçıncı defa tekrarladığı saatlerde ABD Temsilciler Meclisine Türkiye’ye tehditlerle dolu karar tasarısının sunuldu.
İran-ABD gerilimi tırmanırken ekonomi
Yine aynı saatlerde, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Beştepe’de(geçtiğimiz hafta Çavuşoğlu’nun alt yapısını hazırladığı ziyarette) Irak Cumhurbaşkanı Adil Abdülmehdi’yi ağırlarken, ABD Dışişleri Irak’ta görev yapan bütün diplomatlarını derhal bulundukları yerden ayrılmaya çağırıyordu. Bu çağrı, ABD’nin İran’a karşı askeri harekâta kalkışacağının işareti olarak yorumlandı. ABD geçen ay İran Devrim Muhafızlarını, yani fiilen bir orduyu “terör örgütü ilan etmiş” geçen hafta da uçak gemisi USS Abraham Lincoln’u Basra körfezine yönlendirince İran buna karşılık vereceğini söylemiş, nükleer anlaşmayı da askıya almıştı. ABD İran’a, İsrail ve Suudi Arabistan’ın desteklediği üzere askeri müdahalede bulunursa, Rus ve Çin seyirci mi kalacak? Pek mümkün görünmüyor.
İran, Türkiye’nin Astana Sürecinde, Rusya ile birlikte Suriye’deki “ateşkes” müttefiki. Trump, 2 Mayıs itibarıyla Türkiye dâhil altı ülkeyi (diğerleri Yunanistan, İtalya, Japonya, Hindistan ve Güney Kore) İran’a petrol ticareti ambargosundan muaf tutmaya son verdi; Türkiye’nin petrol ithalatının yarsı İran’dan. Yani, ABD-İran gerilimi de hem dış siyasetimiz, hem de ekonomimiz üzerinde yıpratıcı etkilere sahip.
Ekonomide artık tehlike çanları çalıyor. Artık Erdoğan’ın Hazine ve Maliye Bakanı damadı Berat Albayrak’ın yerinde kalıp kalmaması, ya da yeni bir paket açıklayıp açıklamaması tek başına bir şey ifade etmeyecek aşamaya geliyoruz. Hazine’nin Merkez Bankasından 40 milyar yedek akçe çektiği, bunların 23 Haziran İstanbul seçimi öncesi Bayram İkramiyesi ve diğer harcamalarda kullanılacağı haberleri aradan günler geçmesine rağmen yalanlanmadı. Türk ekonomisi tarihte hiç bu kadar dış siyasi gelişmelere bağlı olmamıştı.
Tablo ciddi.
ABD Temsilciler Meclisine sunulan karar tasarısı, adeta 1964’te ABD Başkanı Lyndon Johnson’ın Başbakan İsmet İnönü’ye yazdığı “Kıbrıs’a müdahale ederseniz, NATO’dan çıkartırız” mealindeki mektubunu anımsatıyor. İnönü’nün cevabı malum; “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye o dünyada yerini alır”.
Batı, Erdoğan ile Türkiye’yi ayırmaya başladı
Ama bu defa hedef alınan Türkiye’den çok Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararları… Karar tasarısında Türkiye’nin müttefikliğine güçlü bağlılık teyit edilirken, Erdoğan ayrı tutuluyor. Bu daha önce Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier tarafından da yapılan vurguydu: Erdoğan’ın “Türkiye benim, ben Türkiye’yim” vurgusuna karşı, Batı dünyasında, “Hayır, bizim bildiğimiz Türkiye sadece Erdoğan değil vurgusu” yapılıyor. Bunda 2014’te Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden bu yana idarenin giderek sadece Erdoğan’ın elinde toplanmasına, muhalefet üzerinde kurulan yargı baskısına, iş dünyası üzerinde kurulan siyaset baskısına, medyanın tek tipleştirilmesine karşı, seçmenin yarısının hâlâ –ve demokratik olgunluk içinde- “hayır” demesinin payı var elbette. Vikipedia’yı yasaklamaya benzemiyor bu, elalemin gözü, kulağı, ağzı kapalı değil ki.
Tabii bir de Kıbrıs var. Erdoğan ve AK Parti hükümeti, “Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin çıkarlarını korumak” gibi son derece meşru bir söylemle, tam da Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesi, hem AB, hem ABD’den gelen tepkiler altında Kıbrıs sorununu öne çıkarmış bulunuyor. Ankara’daki diplomatik çevrelerde, bunun acaba zaten önyargılara sahip Avrupa ve Amerikalı siyasetçileri Erdoğan karşıtı demeçler vermeye sevk edip Erdoğan’ın 23 Haziran seçiminde “Dünya bana karşı, destek olun” mesajını vermeyi amaçlayan bir taktik olup olmadığı konuşuluyor.
Çünkü bütün bu tablo içinde Erdoğan’ın birinci önceliğinin İstanbul Büyükşehir Belediyesini yeniden alıp, 31 Mart seçimleriyle güç yitirdiği izlenimini gidermek olduğu konuşuluyor diplomatik çevrelerde.
Erdoğan-Bahçeli cephesinin önceliği İstanbul
Erdoğan, Türkiye’nin güvenlik çıkarlarının kendi iktidarından geçtiğini kanıtlamak için iktidarının hala güçlü olduğunu göstermek, bunun için de İstanbul’u ne gerekiyorsa yaparak geri almak istiyor. Buna bir kanıt da seçim ortağı ve artık fiili koalisyon ortağı MHP lideri Bahçeli’den geliyor. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu şehit cenazesinde saldırıya uğraması ardından dahi PKK ile dolaylı işbirliğiyle suçlayan Bahçeli, başka koşullarda yeri göğü inleteceği bir gelişmeyi, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yıllar sonra avukatlarıyla görüştürülmesini, 23 Haziran uğruna savundu. Daha ne yapsın?
Ama durum Türkiye’nin milli güvenliği ve İkinci Dünya Savaşından bu yana içinde yer aldığı Batı dünyasında, NATO ittifakında kalıp kalmaması bakımından kritik bir noktaya doğru gidiyor.
Savuma Bakanı Hulusi Akarın 15 Nisan’da Vaşington’da Türk-Amerikan konseyi açılışındaki konuşmasında “Türkiye NATO’da kalacaktır” vurgusu önemliydi. Acaba hâlâ önemli mi?