Siyaset

Fethullahçıları devlete CHP mi, “Bay Kemal” mi yerleştirdi?

Dönemin başbakanı ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan’ın, MHP lideri Bahçeli’nin 2011 seçimi öncesi Fethullah Gülen’e dair eleştirilerini “ihanet” ile suçlaması, Cemaat’in yayın organı konumundaki Zaman gazetesinde geniş yer bulmuştu.

CHP uzun yıllardır devlet yönetiminde değil. Bir CHP’liyi son olarak başbakanlıkta Bülent Ecevit hükümetinin düştüğü 12 Kasım 1979’da gördü Türkiye; nüfusumuzun yarısı daha doğmamıştı o tarihte. Arada CHP’nin önceki lideri Deniz Baykal’ın Başbakan Yardımcılığı var, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’in Başbakanlığında 30 Ekim 1995 ila 6 Mart 1996 arasında; beş aylık bir şey işte. Soldan bir Başbakan diyorsanız, o da Ecevit, bu defa DSP lideri olarak. Önce idarede icra yetkisi kullanmayan, seçim için kurulmuş azınlık hükümeti, 11 Ocak 1999 ila 28 Mayıs 1999 arasında. (Ki bu süreç 15 Şubat 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da ABD istihbaratı CIA ile MİT’in ortak operasyonuyla yakalanması ve 21 Mart 1999’da Fethullah Gülen’in halen yaşadığı ABD’ye çıkışı gibi iki önemli olaya sahne oldu…) İkincisi de Ecevit’in MHP lideri Devlet Bahçeli ve ANAP lideri Mesut Yılmaz ile 28 Mayıs 1999’dan 18 Kasım 2002 arasındaki üçlü koalisyon, ki bu 3 Kasım 2002 seçimleriyle AK Parti’nin iktidara gelmesiyledir. Eğer bu dönemde Ecevit, ya da Yılmaz, Fethullahçılara devlet kapılarını açmış, ya da onların yükselmesini sağlamış olsaydı, Bahçeli’nin de bundan haberi olurdu.
Peki, bu kadar Fethullahçı devlet kademelerine bu kadar derinlemesine kimlerin zamanında girdi, daha önemlisi de kimlerin zamanında yükselip kilit konumlara yerleştirildi? Fethullahçıları devletin kilit kademelerine “Cehape zihniyeti” mi, yoksa “Bay Kemal” mi yerleştirdi?

Biraz kazıyınca altından çıkanlar

15 Temmuz 2016 hain darbe girişimine katılan subayların askeri okullara giriş ve çıkış tarihlerine bakarak bir yerlere varabiliriz örneğin. Ayrıntılarıyla okumak isteyenler şu bağlantıya tıklayabilir, ama meraklı olmayanlar için özetleyeyim. 15 Temmuz’da aktif görev alan, çekirdekten yetişme örgüt üyesi görünen subaylar en fazla albay, tuğgeneral rütbesindeydi. Daha üst rütbedekiler ya sonradan örgüte yakınlaşmış ya da fırsatı ganimet bilerek kendilerini yakmışlar. Ama albay-tuğgeneral rütbesindekilerin askeri okullara giriş tarihleri, aynı zamanda basında ilk defa giriş sınav sorularının çalındığı haberlerinin çıktığı 1983-1986 yılları. Hükümette önce 12 Eylül darbecileri ve ardından milliyetçi-muhafazakâr Turgut Özal bulunuyor. Şaibeli sınavlarla askeri okullara girenler 1994-96 yıllarında mezun olup kıtaya çıkmaya başlamış. 28 Haziran 1996 ila 30 Haziran 1997 döneminde Necmettin Erbakan Başbakanlığında Çiller-DYP ile RefahYol koalisyonunu görüyoruz. Doğrusu, Erbakan’ın Gülen’den hiç haz etmediği biliniyor; bir camide iki imam olmaz sözleri kuliste dolaşıyordu. Ama bu döneme damgasını “post-modern darbe” adı takılan 28 Şubat 1997 MGK toplantısı vurdu; hükümet içeriden devrildi. Devamında kurulan Mesut Yılmaz başbakanlığındaki koalisyonun, özellikle Emniyet’teki Fethullahçılarla mücadele ettiği, ama kaybettiği, Emniyet ve Yargı kademelerinde yükselişin o dönem başladığı biliniyor.
Yakın döneme gelince Fethullahçıların, yani Tayyip Erdoğan hükümetinin 17-25 Aralık 2013 skandalı ardından “Fethullahçı Terör Örgütü – FETÖ / Paralel Devlet Yapılanması – PDY” adını taktığı gizli örgütlenmenin “terörist” diye hapse attığı emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un çıkışını görüyoruz. Başbuğ’un çıkışı temel olarak Erdoğan’ın “kandırılmışız” diyerek 2013’ü milat olarak alıp, öncesini sorgulatmama çabasına itirazdır. Başbuğ’a göre milat 26 Haziran 2009’da TBMM’de kabul edilmiş olan, askeri alan ve şahısları Özel Yetkili Mahkeme yargıç ve savcılarının (halen tamamı tutuklu, ya da kanun kaçağı durumunda bulunan) soruşturmasına açan kanun sayılmalıdır.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ise 12 Şubat’ta TBMM grubuna hitabında bu miladı 25 Ağustos 2004’e çekti.

2004 ve devamında olanlar

Kılıçdaroğlu’nun söz ettiği MGK toplantısında, başında Hilmi Özkök’ün bulunduğu Genelkurmay, ordu içindeki Fethullahçı örgütlenmeye dair bir raporu MGK’ya sunmuş ve önlem alınmasını istemişti. Kılıçdaroğlu, MGK’daki bu rapora rağmen, dönemin Başbakanı Erdoğan’ı hiçbir adım atmayarak ordunun 15 Temmuz’daki bölünmüş hale gelmesine zemin yaratmakla suçladı. “FETÖ’nün siyasi ayağı” adresi olarak Erdoğan’ı iddia etmesinin en temel gerekçesi buydu. Sonra, örneğin Fethullahçıların gizli haberleşme aracı olduğu MİT tarafından ortaya çıkarılan By-Lock uygulamasını 216 bin kişinin kullandığı açıklanmış olduğu halde, bu isimlerin neden gizlendiğini sordu. 15 Temmuz sonrası bazı bakanlarda dahi By-Lock bulunduğu yolundaki haberler medyada yar alıyordu; medya el değiştirildikçe onlar da birer birer silinmeye başladı.
Aslında o dönemdeki bazı adımların, 15 Temmuz’un yolunu nasıl döşediğini görmek mümkün. O MGK toplantısından bir süre önce, 30 Haziran 2004’te Avrupa Birliği (AB) uyum yasaları (evet, öyle bir şey vardı) çerçevesinde DGM’ler kaldırılarak, yerine -bütün itirazlara rağmen- Özel Yetkili Mahkemeler kuruldu. ÖYM’ler, Fethullahçıların yargı içinde yükselişlerinin adeta rampası haline dönüştü.
Bir başka aşama, 23 Temmuz 2005’te telefon ve internet haberleşmesinin izlenmesi amacıyla Telekomünikasyon İletişim Başkanlığının (TİB) kurulması oldu. Emniyet istihbaratından yetişen (ve TİB’den sonra MİT’e de alınacak olan Basri Aktepe gibi) bilinen Fethullahçılar burada kilit yerlere getirildi. Yasal ve yasadışı dinlemeler, hatta TÜBİTAK üzerinden yurtdışına gizli bilgilerin kaçırılması, yani düpedüz casusluk kokan işler TİB kanalıyla yapıldı. İşin ilginç bir başka yanı, TİB’in Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, ya da MİT’e değil, başında Binali Yıldırım’ın bulunduğu Ulaştırma Bakanlığına bağlanmış olmasıydı. 15 Temmuz’dan sonra lağvedilen kurumlardan birisi oldu TİB.
Zekeriya Öz’ün İstanbul Cumhuriyet Savcısı olarak atanıp Ergenekon soruşturmalarının ona verilmesi ardından CHP lideri Baykal “Emniyet’te F-Tipi örgütlenmeden” ve “AKP’nin kadrolaşmayı bitirip”, Gülen cemaati eliyle kendi “derin devletini inşa ettiği” suçlamasında bulundu. Erdoğan ile Baykal arasında Ergenekon davasının savcısı-avukatı olma tartışması yaşandı.
Bugün hükümetin kapattırmak için bütün diplomatik aygıtını seferber ettiği cemaat okullarının o ülkelerde açılabilmesi için yine AK Parti hükümetinin bütün diplomatik aygıtı seferber etmiş olması da hafızalarda taze.
Başbuğ’un 2009’daki yasa değişikliği de bir dönüm noktasıdır ama öncesinde işte böyle bir gelişmeler silsilesi vardır.

Bahçeli ve Kılıçdaroğlu resmin neresinde?

Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun sık sık 15 Temmuz gecesi pasif kalmakla, terliklerini giyip televizyondan olayları izlemekle suçluyor. Kılıçdaroğlu’nun 7 Ağustos Yenikapı mitingine katılarak ülkenin nasıl bir eşikten dönmesine katkıda bulunduğunu bilmesine rağmen, bu söylemini tekrarlıyor.
Ancak ne Erdoğan, ne de 12 Şubat’ta Kılıçdaroğlu’nun suçlamasına karşı açıklama yapan Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Kılıçdaroğlu’nu darbecilerle işbirliği içinde olmakla suçlamıştır. Altun’un açıklaması, daha çok Erdoğan’ın “FETÖ’nün üzerine kararlılıkla gittiği” söylemi üzerine kuruludur.
Hal böyle iken Bahçeli, Kılıçdaroğlu’nu ima ederek, 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı Cumhurbaşkanlığına, başbakanlığa kimin getirileceğini merak ettiği söyleyecek kadar iddialı bir söylem kullanmıştır. Oysa ne hükümet üyesi olduğu dönemlerde, ne de daha sonra Bahçeli’nin Gülen cemaatiyle bir irtibatını öne süren olmamıştır; hatta Baykal’a olduğu gibi, kendi partisi de kaset komplolarıyla zarar görmüştür. Nitekim, yazının başındaki gazete kupüründe de görülebileceği gibi, Gülen’e eleştirileri dönemin başbakanı Erdoğan tarafından “ihanet mertebesinde” bulunmuş, suçlamaya maruz kalmıştır.
O halde Bahçeli neden Erdoğan’dan çok Erdoğancılık yaparcasına, Kılıçdaroğlu’nun “FETÖ’nün siyasi ayağını açıklayacağım” açıklaması öncesinde, adeta önleyici bir caydırma hamlesi yapmıştır? Bunun yanıtını belki Erdoğan ve Bahçeli’nin “yüzde 50 artı 1 oy” zinciriyle birbirlerine -siyaseten- muhtaç hale gelmesiyle izah etmek mümkün.
Ancak bu tutumun sürdürülmesiyle devlet içindeki yasa dışı örgütlerle ve onların uzantılarıyla hesaplaşılamayacağı ortada; bu gidiş devam ederse, bugün FETÖ, yarın sonu “TÖ” ile biten bir başka yapıyla karşı karşıya kalınması, maalesef işten bile değil.
Yukarıdaki resimdeki diğer şahsı mı merak ediyorsunuz? Adı Mustafa Ünal. Ankara’da ayrı kulvarlarda olsak da aynı dönemde gazetecilik yaptığımız meslektaşımızdı. O dönem Cemaatin yayın organı işlevindeki Zaman Gazetesinin Ankara temsilcisi idi. İnanmış bir cemaatçiydi, o dönem Erdoğan’ın uçağındaki değişmeyen gazeteciler arasındaydı. Arkadaşlarının çoğu 15 Temmuz öncesi yurt dışına çıkarken, onun çıkmadığı anlaşıldı. Şimdi 10 yıl 3 ay ceza almış vaziyette cezaevinde.

Murat Yetkin

Gazeteci-Yazar

Recent Posts

DEM Parti’de Anayasa hazırlık komisyonu kuruldu, Özel ile görüşecek

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş yeni anayasa görüşmeleri kapsamında DEM Parti Meclis Grubunu ziyaret ederek eş…

7 saat ago

Bu tablo değişmedikçe 1 Mayıs’ın marjinalleşmesi kaçınılmaz

Evet, şimdi önümüzdeki tablo değişmedikçe 1 Mayıs’ın marjinalleşmesi, giderek geniş halk kitlelerine yabancılaşması kaçınılmaz görünüyor.…

9 saat ago

Erdoğan-Özel görüşmesi: Olumlu havada geçti, iade-i ziyaret olabilir

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Adalet ve Kalkınma…

9 saat ago

Türkiye, İsrail’e karşı soykırım davasına müdahil oldu

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Türkiye’nin Güney Afrika Cumhuriyet, tarafından İsrail’in Gazze’de soykırım suçu işlediği iddiasıyla…

1 gün ago

Exxon ile LNG anlaşması: Beyaz Saray, Külliye ve Katar ilişkileri

Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar 28 Nisan’da İngiliz Financial Times gazetesine ABD enerji devi Exxon Mobil…

1 gün ago

1 Mayıs ve Erdoğan’ın Taksim öfkesi

1 Mayıs’ta sadece Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın izin verdiği yerler emekçilerin, emeklilerin, sesini duyurmak isteyenlerin Emek…

1 gün ago