Ali Babacan Demokrasi ve Atılım Partisi’nin (DEVA) kuruluşunu 11 Mart 2020’de Ankara Bilkent Otel konferans salonunda açıkladı. Türkiye’de siyaset hayatına on dokuz yıl önce yine aynı salonda giriş yapmıştı. O zaman AK Parti’nin en genç kurucularından biri olarak bizzat -şimdi Cumhurbaşkanı- Tayyip Erdoğan tarafından takdim edilmişti. Şimdi, konuşmasında dolaylı olarak tek adam yönetimi kurmakla suçladığı Erdoğan’a karşı bayrak açmış durumda. Partinin hedefini de Erdoğan’ın MHP lideri Devlet Bahçeli desteğiyle kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminden parlamenter sisteme geçiş olarak ilan etti.
Böylelikle AK Parti kendi bünyesinden ikinci partiyi de çıkarmış oldu; CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “ikiz doğum” tanımı biraz gecikerek de olsa gerçekleşti. Aralık 2019’da yine aynı salonda Ahmet Davutoğlu’nun liderliğinde kurulan Gelecek Partisi’nin (GP) en önemli hedefi de Türkiye’de daha güçlü bir parlamenter sistemin kuruluşu, yeni bir anayasanın yazılmasıydı.
Bu gelişmeler Erdoğan’ı çok rahatsız ediyor. Kabul etmese de çok rahatsız ediyor. Babacan, DEVA kuruluşunu ilan ettiği sıralarda bir AK Parti toplantısında konuşan Erdoğan’ın “Yeni diye ortaya sürülen her oluşum sadece AK Partiye olan ihtiyacı teyit ediyor, onun dışında bir işe yaramıyor” demesi dahi rahatsızlığının derecesini gösteriyor. Şöyle düşünmek lazım: bundan çok değil dört yıl önce Davutoğlu Başbakan, Babacan ekonomiden sorumlu bakandı. Erdoğan’ın bu kopuşları “temizleniyoruz, güçleniyoruz” diye izahı inandırıcı olamıyor o nedenle. Hatta Erdoğan’ın kendi tabanından kopuşlar oldukça Bahçeli’ye daha da mecbur kalması gibi bir durum da var; bu gelişmeler herhalde en çok Bahçeli’yi memnun ediyordur.
Çoğu kişinin konuşmaya korktuğu bir dönemde Babacan’ın parti kurması o nedenle de önemlidir. Nitekim Babacan konuşmasında “korku siyasetinden yorulduk” vurgusunu yaptı.
Medyada sesini duyurabilecek mi?
Babacan, hâlâ reklam veren şirketlerin çalıştığı ajanslar tarafından üç kuruş için “merkez medya” diye pazarlanmaya devam edilen yandaş medyada pek yer bulamayacak. Daha doğrusu, olumlu yer bulamayacak. Yakın zamana dek AK Parti’nin prensi, Erdoğan’dan sonra yerine aday gösterilen Babacan’ın ne teröristlere kucak açması bırakılacak, ne ekonomiyi bugünkü haline getirenin asıl o olduğu. CHP lideri Kılıçdaroğlu’na, İYİ Parti lideri Meral Akşener’e, HDP eş başkanları Pervin Buldan ve şimdi Mithat Sancar’a ve evet Davutoğlu’na ne yapılıyorsa ona da yapılacak. Düne kadar terörist muamelesi yapılan Vatan Partisi lideri Doğu Perinçek, Erdoğan’a destek vermesinden sonra, kendilerince en makbul televizyonların değişmez konuğu haline gelirken, Babacan da diğer muhalefet liderleri gibi artık sözünü bu medyada iletmekte güçlük çekecek.
Ancak Babacan’ın bunu hesaba kattığını anlıyoruz. Dün Medyascope’ta Ruşen Çakır ile parti lideri olarak yayınlanan ilk söyleşisinde, sosyal medya vurgusunun yanı sıra, “halkla yüz yüze temas önemli” dediğini izledik. Doğrusu da budur. Siyasi parti yönetimleri medya görünürlüğünün propaganda çalışmalarının yalnızca bir parçası olduğunu, her şey olmadığını kabul edebildiklerinde aslında kendilerini de özgürleştirip kitle içinde daha etkili çalışabilecekler. CHP’nin geç kalınmış CNN Türk boykotu dahi bunun kanıtı. Babacan bu medya görünürlüğü saplantısından şimdilik uzak görünüyor; bence olumlu bir yan.
Hangi oy tabanına hitap edecek?
Davutoğlu’nun işi Babacan’a göre nispeten kolay. Davutoğlu hedef oy kitlesini zaten şu anda Erdoğan-Bahçeli koalisyonunun tabanı olarak saptamış bulunuyor. Ötesiyle de fazla ilgilenmediği görüntüsü veriyor. Ve bu tabanda bir şansı da var. Başta Suriye iç savaşına dahil olunması gelmek kaydıyla, başka kesimlerin yanlış gördüğü geçmiş icraatı, bu tabanın gözünde övgü vesilesi. Davutoğlu’nun bu tabandaki avantajı ise “çalıp çırpma” diyebileceğimiz söylem üzerine kurulu. Bugüne kadar -Babacan gibi- Davutoğlu’nun da şahsi zenginleşmesi, kendisinin ve ailesinin yolsuzluk yaptığı üzerine dişe dokunur bir iddia ortaya atılmadı. Belki de bu yüzden Şehir Üniversitesinin kapatılması hadisesine Cumhurbaşkanı Erdoğan “Hani bunlar dürüsttü?” diye bir müdahalede bulundu.
Babacan ise AK Parti-MHP tabanının ötesine seslenmeyi, amaçlıyor. Aslında en önemli destekçisi olan önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün fikri de bu yönde. Toplumun liberal, cumhuriyet değerlerine bağlı, hatta belki ılımlı sosyal demokrat kesimlerinden de oy almayı hedefliyor. Açılış konuşmasındaki Atatürk vurgusuyla alkış alması, Medyascope söyleşisinde “Mustafa Kemal Atatürk bu ülkenin en önemli birleştirici değeridir” demesi dahi bunu gösteriyor. Türkiye’de muhafazakar siyasetin Atatürk gerçeğini kabul etmesi bakımından önemlidir. “Başörtüsü yasağı geri gelir” endişesini artık ciddiye almaması da öyle; Türkiye’de 1968’de ilk başörtüsü/türban eylemini başlatan kişinin Ali Babacan’ın halası Hatice Babacan olduğu unutulmamalı. PKK ile mücadele ederken Kürt meselesini “eşit vatandaşlık temelinde” bundan ayrı tutacağını söylemesi de Turgut Özal çizgisiyle benzeşiyor. Parti kurucuları arasında (yüzde 30 oranında) kadın ve ismi duyulmamış gençlere yer verilmesi de bir gösterge.
Dünya çapında değer verilen bir iktisatçı sayılan Babacan’ın çıkışının yurt dışında da en az yurt içinde olduğu kadar merak edilmesi de bu yüzdendi.
Reformist olmaktan çok revizyonist
DEVA Partisinin 11 Mart’ta ilan edilen programına baktığımızda, belki parlamenter sisteme geçiş vaadi dışında reformist olmaktan çok revizyonist bir çizginin öne çıktığını görüyoruz.
Gerek dış politika, gerek ekonomide, adeta AK Partinin ilk dönemlerine benzer bir gözden geçirme çabası öne çıkıyor. Eğitim, turizm, enerji alanında önerdikleri, köklü değişimleri değil, akılcılık çerçevesinde yapılması gereken ince ayarları içeriyor.
Babacan konuşmasında da 2013 tarihini adeta bir milat olarak alıyor. Türkiye’nin kişi başına düşen 10 bin dolar gelir düzeyine ulaşarak “yüksek gelir grubu ülkeler” arasına girmiş sayıldığı dönemdir bu. Babacan, kendisinin ekonomi direksiyonunda olduğu bu dönemde de “Orta gelir tuzağına düşme tehlikesinden” özellikle de “imar rantlarının vergilendirilmemesinin ekonomiyi çökerteceği tehlikesinden” söz etmiş olduğunu vurguluyor. Ama 2002-2015 arası AK Parti’nin bütün icraatında ortak sorumluluğu bulunan bir isim olarak özeleştiri çıtasını biraz daha yükseltmesi gerektiği açık.(*) Bu tür özeleştiriler Babacan’ı daha zayıf değil, tersine, gerçeklerle yüzleşme cesareti çerçevesinde daha güçlü gösterecektir; seçmen hatasını kabul edip düzeltmesini bilene değer verir. Bunu bir erdem olarak görür.
Yine de, tekrar olacak ama, Erdoğan’ın hoşuna gitmeyen kararları alan mahkeme heyetlerinin değiştirildiği, soruşturulduğu bir dönemde çoğu kişi en hafif eleştiri için ağzını açamazken, Babacan’ın elini taşın altına koyması siyasi cesaret örneği sayılmalı.
Siyaset çeşitlendikçe hareketlenecek gibi görünüyor; Erdoğan-Bahçeli koalisyonunu asıl rahatsız eden de bu galiba.
(*) Örneğin, şimdi de casusluk suçlaması getirilen Osman Kavala aleyhine Gezi protestolarından “mağdur oldukları” için imza verenlerden birisi de, dönemin başbakan yardımcılarından biri olarak Babacan olduğu yazılmıştı. Babacan daha önce kendisinin şikayetçi olarak imza vermediğini, mağdur da olmadığını söylemişti. Babacan ile birlikte Erdoğan kabinelerinde Adalet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak çalışan ve şimdi DEVA kurucularından Sadullah Ergin ile telefonda konuştum. O dönem savcıların kendilerine sormadan bütün bakanlar kurulu üyelerini mağdur olarak iddianameye yazdığını ancak ne Babacan’ın ne de şimdi DEVA kurucuları arasında yer alan kendisi ve o dönem Sanayi Bakanı olan Nihat Ergün’ün müşteki olarak imza vermemiş olduğunu söyledi. Açıklamasını teşekkürlerimle paylaşıyorum. 12 Mart 2020 saat 14:20’de güncellendi.)