Covid-19 adı verilen, son derece kolay bulaşıcı virüs salgınından sonra yurt içinde ve yurt dışında nasıl bir ortamda yaşayacağımız, ne gibi riskler ve gelişmelerle karşılaşacağımız bu günlerde en çok tartıştığımız konular arasında. Ve daha insancıl bir dünyanın mümkün olup olmadığı. Bu tartışmaları çok basite indirgeyecek olursak birbiriyle çelişen başlıca iki görüş ön plana çıkıyor. Bu iki zıt görüşü, en yalın ifadesiyle, “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” veya “hiçbir şey değişmeyecek” biçiminde özetleyebiliriz. Aslında bu karmaşık krizin bu kadar dar bir çerçevede tartışılamayacağı belli. Hal böyle olmakla beraber, salgın sonrası ulusal düzlemde “hiçbir şey değişmeyecek” görüşü pek geçerli görünmüyor. Covid–19 krizi ve bu krizin sonucu olan uzun tecridin bize ulusal ve küresel alanlarda bir bedel ödeteceği açık. Bu bedelin başında ilk akla gelen tabii ki ekonomik ve parasal bedel olacak.
Şüphesiz güvenlik, eğitim, sağlık, enerji, tarım, ulaşım, turizm sektörleri de bu krizden payını alacak. Ama bu kriz ülkeyi yönetme zihniyeti açısından da köklü değişikliklere sebep olabilir. İçerde değişimi yerel yönetimlerin başarısı belirleyecek. Toplumun gündelik dertlerine dokunan gönüllü girişimler ve yerel yönetimler etkilerini arttırır. Ancak ülkelerin sağlık sistemi sırf özel sektöre bırakılamayacak kadar kritik önemde. Kriz yönetimi ulus devletlerin elini güçlendiriyor. Güvenlik arayışı, sağlık sektörünü aşarak siyasi ve kültürel yaşamın tüm veçhelerini kapsayacak şekilde genişliyor. Salgın sonrası uluslararası arenada insanlığın nasıl gelişmelerle karşılaşacağı meselesi biraz daha karmaşık. Aşağıdaki satırlarda da konunun daha ziyade bu cephesi üzerinde durmaya çalışacağız.
Belirsizlikler
Gelecek kavramının kendi içinde barındırdığı doğal belirsizlikler içerde ve dışardaki tahminleri zorlaştırıyor. Ama bunu bir kenara koyarsak, insanlığın bu yeni virüse ilişkin bilimsel yetersizliği ve bu salgının sakladığı gizemlerin henüz çok uzaklarında bulunması belirsizlikleri daha da arttırıyor. Hastalık nerede başladı? Virüs yapısal bir değişime uğrayacak mı? İnsanları tecrit edilmesi bulaşıcılığı önlemede ne derece etkili olacak? Tecrit eğer uzun sürerse ne gibi siyasi, iktisadi, sosyal, teknolojik, ruhsal, ulusal, küresel sonuçlar yaratacak? Dünyada sağ veya sol popülizmin etkileri nasıl sonuçlar doğuracak? Aslında birbirinden ayrı gibi görünen bu soruların her biri birbiriyle irtibatlı! Çünkü her biri insan sağlığıyla ilgili. Ve insan sağlığıyla ilgili her konu gibi zincirleme etkiyle birbiriyle iç içe geçiyor. Sorun aslında gezegenimizin çoklu bir krizi. Bu nedenle çözüm bütünün parçalarında değil, kapsamında aranmalı. Başka deyişle çözüm ancak insanlığın bir bütün olarak ortak geleceğe sahip bulunduğu bilincine varmasıyla mümkün olabilecek. (Le Nouvel Observateur, 19-25 Mart 2020, “La mondialisation est une interdépendance sans solidarité” ) Bu bilince varılıp varılamayacağını ise küreselleşmenin geleceği tayin edecek.
Küreselleşme
Son iki yüzyılın ulaşım ve iletişim teknolojilerinin inanılmaz gelişmesinin ürünü olan küreselleşme, bugünkü haliyle dayanışma ideali içermeyen karşılıklı bir bağımlılık. Küreselleşme dünyanın bir kısım bölgelerinde bihassa Çin ve Hindistan gibi dev ülkelerde aşırı yoksul kitleleri, eşitlik temelinde olmamakla birlikte, görece refaha kavuşturdu. Bu ülkelerin kendilerine ve şirketlerine de siyasi ve iktisadi kudret, askeri güç ve para kazandırdı. Ancak küreselleşmenin bir de karanlık yüzü var. Bu yüzünde sınırsız tüketime dayalı neo-liberal ekonomik politikalar, sermayenin el emeğine üstün gelmesi, bölgesel ve bireysel eşitsizlik uçurumları, yolsuzluk ve yozlaşma, stratejik emperyalist emeller, içe kapanma, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık yer alıyor. Her hal ve kârda doğru veya yanlış, küreselleşme, insanlığın büyük çoğunluğunun algılamasında sosyal adalet, hakkaniyet, sevgi ve merhamet gibi insancıl öğelerden yoksun bir imaja sahip.
Aynı akarsuda iki defa yıkanılmaz
Covid -19 sonrası dünyasında “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyenlerin karamsar beklentilerinin yanı sıra, barışçıl, insancıl, çevre dostu yeni bir uluslararası siyasi, ekonomik ve sosyal düzen hayal ettiklerini de düşünebiliriz. Veya “hiçbir şey değişmeyecek” diye düşünenler ise bu günkü çileli yollara tekrar avdet edeceğimizi kastediyor olabilirler. Şüphesiz her iki düşünce tarzı da gerçekçi görünmüyor. Ama gerçek olan bir şey var: Bugün insanoğlu küreselleşmeyi bütün olumlu ve olumsuz yönleriyle ve tüm yoğunluğuyla yaşamakta. Küreselleşme artık yaşamımızın ayrılmaz bir parçası. Yok olup kaybolmayacak. Tarih akıp gidiyor. Kendini tekrar edemez. Bu nedenle dünyada korona sonrası bir değişim kaçınılmaz. Bilinmeyen, karşılaşacağımız değişimin niteliği. Tabii değişim her yerde aynı zamanda ve aniden gerçekleşmiyor. Çoğu zaman sindire sindire, insanoğlunu alıştıra alıştıra geliyor. Belki biraz da bundan, insanlar bir süre sonra yaşamlarında sanki hiç değişiklik olmamış intibaına kapılıyor. Benim yaş grubumda olan kuşaklar, korona salgını sonrasında, şayet ömürleri vefa ederse, muhakkak ki farklı bir küresel ortamda yaşayacak. Bu farklı ortam, belki “cyborg” adlı, yapay zekânın, robotların ve yarı elektronik, yarı biyolojik yaratıkların egemen olacakları Novacen denilen yeni bir dünyaya evrilişinin erken habercisi olabilir.
İnsancıl ortam
Ama bundan önce, tabii iyimser olmaya devam edersek, Covid-19 ertesi yakın gelecekte küresel yönetişimin, sağlık, gıda ve tarım gibi dayanışma ve işbirliğine ağırlık veren insancıl bir ortama doğru gelişebileceğini de düşünebiliriz. Yöneticilerin kendilerinden sonra gelecek kuşakların yaşam hakkına belki daha çok saygı gösterecekleri, iklim krizinin önlenmesini, çölleşmeyi durdurmayı, dayanıklı temel tüketim ürünlerini yetiştirilmesini amaçlayan politikaları yeğleyebileceklerini hayal edebiliriz. Ancak insanlığın böyle bir köklü bir zihniyet değişikliğine ancak ayni ortak gelecek bilincine sahip olmasıyla mümkün olabileceğine yukarda değinmiştik. Ne yazık ki insanlık, bir bütün olarak, böyle bir lütfa hiçbir zaman mazhar olmadı. Umalım ki bundan sonra olur.
Toplumların mevcut dayanışma duyguları
Ama olmazsa, insanlık kendini muhtemelen bu iyimser senaryonun tam zıddı olan vahim bir kriz karşısında bulabilir. Toplumlarda böyle büyük krizler patlak verince insanlar, ya yeni çözüm yollarının aranması amacıyla kendi hayal güçleri ve yaratıcılıklarını teşvik eden bir süreç yaşar; ya da ilahi bir dokunuş sayesinde veya bir suçlu bularak geçmişteki istikrara avdet etmeyi ister. Tarih bize, insanların çoğunlukla ikinci süreci, yani bir suçlu bulup veya yaratıp cezalandırma yolunu tercih ettiklerini gösteriyor. Çünkü kolay olan bu yol oluyor. Ama hangi yol seçilirse seçilsin krizin üstesinden gelmek için belli bir süre birbiriyle çelişen karışık bir dönemin içinden geçmek kaçınılmaz.
Otoriterleşme ve insancıl eğilimler
Bu dönem zarfında ulusal egemenliğe dönüş, refah devletine ve özelleştirmelere karşı devletleştirme, işletmelerin yerlerinin yeniden değiştirilmesi, yurt dışında yerleşik işletmelerinin yurda çekilme eğilimleri, küreselleştirmeye ve liberalizme karşı önlemler ve yeni ekonomik politikalar havada uçuşur. Bu karmaşa içinde siyaset adamları ve temsil ettikleri ideolojiler de krizin sorumluluklarından payını alır. Devlet, yerel yönetimler, imkân sahibi bireyler, özel gruplar, komşular, yakınlar karşılıklı yardımlaşma etkinlikleri gerçekleştirmeye çalışır. Yaşlıların evlerine, muhtaçlara parasız teslimat, gıda yardımı, aşevleri, çalışmak mecburiyetinde olan ebeveynin çocuklarına bakım gibi türlü gönüllü girişimlerin merkezi Hükümet veya yerel resmi makamlar tarafından desteklenmesi ve teşvik edilmesi evde kalma zorunluluğunun yaratacağı ruhsal sıkıntıları, bir nebze de olsa, sırf telafi etmekle kalmaz. Toplumların içinde mevcut olan özerklik ve yaratıcılık yeteneklerinin ve bilhassa doğal dayanışma duygularının desteklenerek harekete geçirilmesini sağlar. Sağlıklı ve insancıl bir toplum anlayışının gelişmesine katkıda bulunur.(4)
Küresel dijital yönetişim mümkün mü?
Taylor Owen ve Rohinton P. Medhora tarafından geçenlerde yazılan “Covid-19 sonrası dijital Bretton Woods” başlıklı makale, pandemi sonrası dünyada küresel yönetişimin insanlığın yararına ideal olarak nasıl örgütlenmesi gerektiği konusunda dijital yönetişimin rolü hakkında somut öneriler içeriyor. Yazarlar özetle, bu salgın bitince, II.Dünya Savaşı ertesi dünyasının mali, parasal ve ekonomik düzeninin temelini oluşturan 1944 tarihli Bretton Woods Konferası modelinde bir Dünya Dijital Konferansı düzenlenmesini ve bu konferansta dijital teknolojinin işlevi ve kontrolünün belirlenmesini ve kurallara bağlanmasını önermekteler. Dijital teknoloji halen dünyanın her köşesine uzanıyor ve küresel işleyişiyle tüm dünyaya adeta hükmeden bir nitelik taşıyor. Bu nedenle yazarlar uluslararası dijital yönetişimin, pandemi sonrasında, daha sağlıklı ve daha insancıl dünyanın kurulmasına katkıda bulunacak şekilde, merkezi bir rol üstlenmek üzere örgütlenmesinin yararlı olacağını savunuyor.
Uluslararası kontrole tabi dijital yönetişim
Bu sonuçlarıyla dijital teknoloji yazarlara, Covid-19’u izleyen dönemde kurulacak uluslararası dünya düzeninde yeni salgınların önlenmesi ve yönetilmesi konusunda uluslararası dijital yönetişimin yeni dünya düzeninin tayin edici unsurlardan biri olabileceği düşüncesini ilham ediyor. O zaman yeni dönemde, insanlığın, küresel dijital yönetişimi, bir bütün olarak, kendi kontrolü altına almak istemesi belki doğal görünebilir. Çünkü dijital teknoloji mi insanlığa, yoksa insanlık mı dijital teknolojiye hükmedecek sorusu henüz yanıtsız. Bu nedenle tüm dünyayı etkileme kapasitesine sahip böyle bir sistemin yönetimini, yoksul kitlelerin veya onların devletlerinin, sırf kâr saikıyla işleyen bilişim şirketlerinin veya muhtemelen emperyalist emeller de taşıyabilecek büyük güçlü ülkelerin tekeline bırakmayı reddetmesi anlayışla karşılanabilir. Orta sınıf veya yoksul kitleleri barındıran devletler, tüm dünyaya hükmetme kapasitesine sahip olan uluslararası bilişim düzeninin yönetilmesini kendi münhasır yetki alanlarında tutmayı başarırlarsa, o zaman Covid–19 sonrasında belki daha barışçıl, daha adil, daha kapsayıcı, daha müreffeh ve uluslararası dayanışma temelinde daha insancıl yeni bir dünya kurulabileceği sonucuna varılabilir.
Bugünkü koşullar
Ne var ki, bu insancıl emele ulaşılması o kadar kolay görünmüyor. Her şeyden önce bugünkü uluslararası siyasi, ekonomik ve güvenlik koşulları 1944 tarihli Bretton Woods Konferansı zamanındaki koşullarla aynı değil. O tarihlerde Batı dünyasındaki müttefiklerine tek taraflı olarak hemen her istediğini kabul ettiren ABD, Bretton Woods Konferansı ve bu Konferansı izleyen öteki girişimlerle IMF, Dünya Bankası, GATT, BM, ve NATO gibi çok taraflı kurumların kurulmasına önayak olmuş ve dünya parasal, mali, ticaret, güvenlik ve uluslararası ilişkiler alanlarında küresel liderlik koltuğuna oturmuştu. Bugün artık ABD’nin ne böyle bir iradesi ne de kudreti var.
Trump sorunu
Üstelik şimdi Amerika’nın bir de Trump sorunu var. Eğer Trump önümüzdeki Kasım ayında yeniden seçilirse, daha insancıl bir dünya fikri Vaşington’da gündemden düşer. Şayet Biden kazanacak olursa durum belki farklı olabilir ama yeni Başkanın, göreve gelir gelmez mali yükü şimdilik belli olmayan ve özellikle Amerikan iç siyaseti ve diplomasisi açılarından bu derece tartışmalı bir girişime kalkışacağını düşünmek gerçekçi değil. Öte yandan ister Trump olsun, ister Biden olsun ABD ve Çin arasında dijital alanda varolan halihazır gergin siyasi ve ticari rekabet, iki ülkenin birbiriyle sıkı partnerliğini gerektirecek böyle bir uluslararası işbirliği iklimi yaratmaya müsait mi sorusuna olumlu bir yanıt vermeyi imkânsız kılıyor.
Wall Street ve ABD iş dünyası
Eğer Biden seçilirse yeni Başkanın iç siyaset alanında birinci önceliğinin Trump döneminin ve Covid-19 salgının miras bıraktığı siyasi ve ekonomik enkazı temizlemek olacağı şüphe götürmez. Böyle bir durumda Covid-19 sonrası daha güvenli ve insancıl bir dünya kurmak için Roosevelt’in 1945-46’da yaptığı gibi Avrupa, Rusya ve Çin’i Amerika’nın liderliğinde birlikte çalışmaya ikna etme şansı gerçekçi görünmüyor. Tabii başta Wall Street olmak üzere Amerikan finans şirketleri, iş dünyası ve hatta kamu oyununun ABD Yönetiminin, dev bilişim şirketlerini kontrol altına almak veya vergilendirmek gibi müdahaleci girişimlerde bulunmasına nasıl bir tepki göstereceği de belli olmayan ayrı bir konu.
Dev şirketlerle savaş
Ancak sözkonusu makalenin yazarları Owen ve Medhora bu zorluk üzerinde pek durmuyor. Facebook, Amazon, Google, Netflix, Microsoft, Apple ve Baidu, Tencent, gibi uluslararası dev iletişim ve bilişim şirketlerinin uluslararası kontrole tabi tutulmaya ve hatta vergi ödemeye razı edilebileceklerini düşündükleri anlaşılıyor. Bu düşünce aslında söz konusu devlere karşı bir nevi savaş açılmasını ima ediyor. Makalede ayrıca, Çin şirketlerinin Kuşak ve Yol projesi kapsamında antidemokratik ve otoriter Asya hükümetlerinin yüksek teknoloji bilgi ve donanımları sağladığından da söz edilmekte. Başka deyişle Çin’in bu hükümetlerin kendi halkları üzerindeki siyasi baskılarını sağlamlaştırmaya çalışan girişimlerine katkıda bulunduğu ima ediliyor. Aynı makale yine Çin’in, Korona salgınıyla mücadele kapsamında Fransa ve Kanada’ya sağlık malzemesi temininde bu iki ülkenin G5 ihalelerinde Çin’e ait olan bu teknolojiyi tercihlerini etkilemek amacına yönelik olabileceğine de değiniyor.
Yeni baskıcı rejimler
Uluslarüstü büyük şirketlerin resmi denetim altına alınması ve bunların insan merkezli olmayan ve çevre kaygısı bulunmayan ekonomik, mali, siyasi ve stratejik faaliyetlerinin hükümetler arası çok taraflı resmî kurumlarca gözetim alında tutulması fikri dünyada ve bilhassa Avrupa Birliği sol çevrelerde ve Yeşiller hareketi düzeyinde öteden beri revaçta olan siyasi bir akım. Bu akımın tüm dünyadaki otoriterleşme eğilimleri ışığında Covid–19 vesilesiyle şimdi gündeme gelmesi şaşırtıcı değil. Ancak bu kısıtlayıcı akımın salgın bittikten sonra oluşacak koşullarda da uygulanması halinde bunun sonuçları, iki yazarın düşüncesinin aksine, büyük şirketlerin istismarcı faaliyetlerini azaltmalarını sağlamakla sınırlı kalmaz. Sıradan insanların da gündelik yaşam koşullarını kısıtlayan ve baskı altına alan kurumların doğmasına yol açabilir. Bu nedenlerle bu tür kısıtlı uygulamaların uluslararası kamuoyunca hoş karşılanması ve kabulü pek gerçekçi görünmüyor.
Gerçekçi gelişme
Bu koşullar altında Covid-19 sonrası uluslararası alanda en gerçekçi gelişmenin daha mütevazı çaplarda uluslararası kurumsal reformlar yapılması ve jeopolitik alanda bazı yapıcı ve barışçı düşünceler geliştirilmesi olacağı düşünülebilir. Örneğin geniş katılımlı büyük bir dünya konferansı toplanması ve bu konferansta daha güçlü yeni küresel mali örgütler ve daha büyük bir Dünya Bankası kurulması kararlaştırılabilir. Ayrıca patlak vermesi olası yeni pandemilerle mücadele edecek yeni bir dünya sağlık güvenliği örgütlenmesine gidilebilir. Halen yaşadığımız salgından sonra karşılaşacağımız uluslararası ortamda bunların ötesinde uluslararası kurumsallaşma alanında olabilecek gelişmeler hakkında yapılacak her türlü tahmin bu aşamada spekülasyon kavramının ötesine geçmeyecek.
Tehlikeli jeopolitik savrulmalar
Bu arada Amerika Avrupa, Avrasya, Güney Doğu Asya, Orta Doğu, Afrika gibi yeraltı zenginliklerine sahip büyük coğrafi bölgeler ve ulusüstü dev şirketleri barındıran ABD ve Çin gibi ülkeler arasındaki ticari, siyasi askeri rekabetin gerginleşmesinin Covid-19 sonrası dünyasında tehlikeli jeopolitik savrulmalara yol açabileceği, ihmal edilmemesi gereken bir olasılık. İçinde yaşadığımız salgından sonra en riskli gelişme jeopolitik alanlardaki savrulmalardan kaynaklanabilir. Eğer dünya, birbirine rakip büyük jeopolitik kutuplaşmalara bölünecek olursa o zaman insan hayatına ve uluslararası ilişkilere evrensel değerlerin hâkim olmasına olanak kalmaz. (Gelecek kuşakların, çevre dostu, barışçıl ve insancıl bir dünyada yaşaması umutları son bulur. İnsanlığın sonunu hazırlayacak koşulları beraber getirmesi kaçınılmaz olacak bu tür gerginliklerin ancak barış ve insan haklarına değer veren çevrelerin Covid -19 salgınından ders çıkararak gerçekleştirecekleri işbirliği dayanışması ve ortak çabasıyla önlenebilir.