“Diyelim ki yeniden başbakan oldunuz” diye sordum; “önceliğiniz ne olacak?” Dışarıda basık bir hava var, şimşekler çakıyor, birazdan fırtına başlayacak. Parti Genel Merkezinin açılışına daha takriben bir ay var, Ankara Beysukent’te çalışmalarını yürüttüğü bahçe içinde üç katlı bir evdeki kabul odasında konuşuyoruz. Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, bir an düşünüp “Düşünce özgürlüğü” dedi. “Neden?” diye sordum. “Çünkü Türkiye’de fikrini söylediği, yazdığı için kimsenin takibata uğramaktan çekinmemesi lazım” dedi; “Ayrıca düşünce serbestçe ifade edilemiyorsa herhangi bir sorunun objektif bir şekilde tespiti dahi yapılamaz.” Söze “Mesela Osman Kavala” diye devam edecek oldum, “Çok isim var” diye sözümü kesti; “Size işin başında olsam Kavala, ya da düşüncelerinden dolayı hapiste olan başkalarını ertesi gün bırakacağımı söylemiyorum. Çünkü bu da bugün şikâyetçi olduğumuz şekilde, mahkemelerin işine karışmak olur. Mahkemelerin de bağımsız ve tarafsız karar alacağı ortamı sağlamak mecburiyetindeyiz. Tek bir hareketle tek bir kişi ile çözülmez bunlar. Zaten üzerindeki baskı nedeniyle mahkûmiyet kararı vermek zorunda kalan hakimler gerçekte hukukun dediğini yapar. Anayasa Mahkemesinin, AİHM’in içtihatları uygulanır hale gelir ve gerçek bir normalleşme başlar. Ama burada mesele kişileri ve konuları aşan gerçek bir normalleşme. Onu yapmak için de herkes birlikte hareket etmeli ve yapısal olarak geri dönülemeyecek bir hukuk devleti kurulmalı…”
Başbakanken neden yapmadı?
Bu defa sözü kesmek sırası bana gelmişti. “Peki” dedim, “Bunları neden başbakanken yapmadınız?” Yüzünden bir gölge geçti. “Sıkıntılar vardı” dedi. Daha önce Erdoğan’ın kendisinden “kukla başbakan” olmasının istediğini söylemişti.
“Başbakanken” diye devam etti, “terörle mücadele gibi zor bir süreç devam ederken dahi düşünce ve basın özgürlüğü korumak için elimden geleni yaptım. Benim başbakanlığımda herhangi bir medya organına veya medya mensubuna doğrudan ya da dolaylı bir müdahalede bulunduğum konusunda tek bir örnek dahi gösterilemez.” Ben durdum. Davutoğlu da durdu, “Bir istisna var” diye devam etti, “Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın şehit edilmesi olayında, gazetelerden rica ettim, o başına silah dayanmış fotoğrafın basılmamasını rica ettim. Bu benim için bir basın özgürlüğü değil basın etiği konusuydu. Dünyanın hiçbir yerinde böylesi bir resmin basılmasına müsamaha gösterilemez. Bir yayın organının bu resmi basması üzerine açık bir şekilde bu tavrı eleştirdim; o yayın organı da beni eleştiren bir başyazı yayınladı. Ama son derece sert olan bu yazı sonrasında dahi tutumum değişmedi.”
“Halk bana güvensin, çünkü…”
“Peki” dedim, “Halk size bir defa güvendi, ama başbakan olmanıza rağmen sıkıntıları aşamadığınızı söylüyorsunuz? Neticede AK Partinin bir dönem bütün kararları altında sizin imzanız var. Suriye politikası, yolsuzluk iddiaları… Halk size bir daha neden güvensin?”
“Halk bana güvensin, çünkü ben halka güveniyorum ve halkın da bana güveneceğine güveniyorum” dedi oturduğu sandalyeden heyecanla öne çıkarak. “7 Haziran’dan sonra ülkeyi TBMM’nde çoğunluğumuz olmamasına rağmen o gece söz verdiğim gibi ülkeyi hükümetsiz bırakmadım. En zor şartlarda terör saldırıları dört bir koldan devam ederken terörle mücadeleyi demokratik hukuk devleti kuralları içinde yürüttüm.
Söz verdiğim gibi Başbakanlıktan ayrılmak zorunda bırakıldığım 2016 Mayıs’ında illerimizde ve ilçelerimizde tek bir barikat ve hendek kalmamıştı. Yine, söz verdiğim gibi asgari ücretin yüzde 30 artması başta olmak üzere 1 Kasım’dan önce verdiğim seçim vaatlerinin hepsini üç ay içinde yerine getirdim. En önemlisi bu ülkede yolsuzluğa bulaşmadan iktidar olunabileceğini gösterdim.
“AK Parti Altın Çağı diye bir şey yok”
“Yani ben denendim Murat Bey. Eğer halk benim başbakanlığımdan memnun kalmamış olsaydı bırakın yeni bir parti kurabilmeyi halkın içine çıkmakta bile zorlanırdım. Bugün ülkenin her yerinde alnı açık bir şekilde dolaşabiliyorsam halkın bana, benim halka güvenmemdendir. Ayrılma sebebim de açıktır: Benim için siyaseti anlamlı kılan şeffaflık, siyasi etik gibi konulara dayanan bu çizgimi iktidarı parçalamadan yani ülkede istikrarı riske atmadan yönetmemin mümkün olmadığını görmemdir. Başbakanlığı bıraktıktan sonra dört yıl bütün Anadolu’yu dolaştım. İnsanlar beni anlıyor. Eğer halkın bana güvendiğine güvenmeseydim, bu yola girmezdim.”
“Bir konu daha var” diye sürdürdü Davutoğlu: “Türkiye tahayyülümü sordunuz, önceki Türkiye tahayyülümden farklı olup olmadığını… Şüphesiz ki farklı. Türkiye tahayyülümde “AK Parti’nin altın çağına dönmek” gibi bir şey yok; ayrıca bugün için mutlaka referans alınması gereken öyle bir Altın Çağ da yok zaten. Hayatın diyalektiğine aykırı, aynı suda iki defa yıkanamazsınız. Bugün tahayyülümdeki Türkiye, özgürlük ve güvenlik dengesini kurabilmiş bir Türkiye’dir. Herkesin düşüncesi, inancı, etnik ya da kültürel aidiyetini rahatça ve korkmadan, güvenlik içinde taşıyabileceği bir vatandaşlık kavramıdır tahayyülüm. Partimizin adını o yüzden Gelecek Partisi koyduk, artık geleceğe bakalım diye.”
“Keşke yapmasaydım” dediği şey
Hayır, hem Dışişleri Bakanı hem Başbakan olarak halkın gözünde birinci derecede sorumlulardan sayıldığı Suriye siyaseti değil “Keşke yapmasaydım” dediği. Orada şartlar elverdiği ölçüde Türkiye’nin çıkarlarını koruyan insani bir diplomasi takip ettiklerine inanıyor. Özetle Davutoğlu Suriye’de hatalı bir şey yapıldığına inanmıyor, yani o konuda özeleştiri, ya da pişmanlığı yok. İsrail’le Mavi Marmara saldırısı konusunda da kriz öncesinde krizi engellemeye çalıştıklarını, sonrasında ise ülkemizin itibarını ve vatandaşlarımızın hukukunu korumak için yoğun bir mücadele verildiğini ve kendisi Dışişleri Bakanı iken Mart 2013’de İsrail’e resmen özür diletildiğini söyledi. İsrail ile yapılan tazminat anlaşmasının ise kendisinden sonra yapıldığını söyleyerek onaylamadığını belli ediyor. Yani orada da özeleştiri yok.
“Parti içi darbeye” direnmemek hatası
Davutoğlu’nun “Keşke yapmasaydım” dediği konu, 12 Eylül 2015 olağan kongre öncesinde Yüksekova ve Iğdır’da otuzu aşkın güvenlik görevlisinin şehit edildiği terör saldırıları dolayısıyla gittiği bölgeden Ankara’ya dönüp AK Parti Kongresinde tek liste olarak çıkacak adayların -Erdoğan’ın talimatıyla- çoktan hazırlanmış olduğunu görünce, bunu kabullenmiş olması. “Orada bitmişti aslında. Ama listede, benim de listeye alacağım arkadaşların çoğunlukta olduğunu görünce karşı çıkmadım. Ülke sathında yürütülen terörle mücadele kritik bir aşama içindeyken ve 1 Kasım seçimlerine giderken iki adaylı bir kongre mücadelesi ile partide bölünmüşlük görüntüsü vermek istemedim.
“Kongre listesinin Erdoğan’ın talimatıyla hazırlandığını gördüm. Arkadaşlara güvenimde yanıldığımı parti içi darbede fark ettim. Siyasetin bu kadar ilkesizleşeceğini tahmin edemezdim. Olağan kongrede ısrar edip kendi listemi kongreye götürmeliydim.”
(Foto: Cumhurbaşkanlığı)
Ancak o listede olan ve benim de güvendiğim arkadaşlara güvenimde yanıldığımı 29 Nisan 2016’da MKYK’da düzenlenen parti-içi darbede fark ettim. 12 Eylül 2015’te yapılan olağan kongrede ısrar edip, kendi listemi Kongreye götürmeliydim. Ancak siyasetin bu kadar ilkesizleşeceğini ve şahsiyetlerine güvendiğim arkadaşlarımın bir talimatla inanmadıkları bir metne imza atacaklarını hesap edemedim, edemezdim de. Bu sözün bittiği bir noktadır.” dedi.
O gün seçilen Parti listesi birkaç ay sonra Davutoğlu’nun altını oyup tasfiye edecekti. Sözünü bu defa müsaadeyle kesip. “Siz terörle mücadele için Anadolu’da şehit cenazelerine katılırken bu listeyi kim hazırladı? Diye sordum. “Herkesçe malum bir konu” dedi. “Ama kim?” diye üsteledim, “Bilinen hikâye büyük ölçüde doğru, “Tayyip [Erdoğan] Beyin bilgisi altında” Binali [Yıldırım] Bey” dedi.
Ve “iyi ki yapmışım” dediği
Peki, “iyi ki yapmışım” dediği neydi? Davutoğlu hiç duraksamadan “Avrupa Birliği (AB) ile imzaladığımız anlaşma” dedi, 18 Mart 2016’da Suriyeli göçmenler üzerinden AB ile ilişkilerin normalleşmesi anlaşmasını kast ederek. “O anlaşma uygulanabilseydi Türkiye bambaşka bir yerde olurdu” dedi ve ekledi: “O anlaşma sadece mülteciler ile ilgili değildi. Başbakanlığım devam etseydi Haziran ayı sonunda vize muafiyeti yürürlüğe girecek, Gümrük Birliği Türkiye’nin talepleri doğrultusunda revize edilecekti. Bu iki gelişme dahi en büyük pazarımız olan AB’de insan ve mal hareketliliğinin artması üzerinden ekonomimize olağanüstü bir ivme katacaktı. Ayrıca yılda iki kez bütün AB ülkesi liderlerle birlikte gerçekleştirilecek olan zirvelerle diplomatik manevra alanımız genişleyecek, açılacak fasıllarla da entegrasyon süreci hız kazanacaktı. Mülteciler bağlamında ise düzensiz göçü engelleme karşılığında 1 milyona yakın mülteci düzenli bir şekilde Avrupa’ya geçecek ve 6 milyar Avroluk bir fon kademeli bir şekilde Türkiye’ye aktarılacaktı.”
Davutoğlu o anlaşmadan iki ay kadar sonra istifaya mecbur bırakılacak, birkaç ay sonra da yıllardır devlet kademelerinde önü açılmış olan Fethullah Gülen örgütünün harekete geçmesiyle 15 Temmuz askeri darbe girişimini yapılacaktı.
Eksiler, artılar
Davutoğlu’nun bugün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın icraatını eleştirmesi kadar, bugünlere gelmesinde birinci derecede pay sahibi olarak özeleştiri de yapmasına inananlardanım. Örneğin, hendek-barikat çatışmaları döneminde PKK püskürtüldü, doğru ama sivil halk da çok zarar gördü. Suriye siyasetinde hata yapılmadığı, bir bataklığa çekilmediğimiz konusunda ikna olmuş değilim. Mavi Marmara konusunun bu faciaya meydan vermeden çözülmüş olabileceğine inanıyorum. Fethullah Gülen’in devlet kademelerinde yükseldiği dönemlerde, evet, ipler yine Erdoğan’ın elindeydi ama Davutoğlu da kabinedeydi. Ayrıca Davutoğlu’nun döneminde de hapiste gazeteciler vardı, Akademisyenler Dilekçesi olayı vardı.
Öte yandan, Davutoğlu’nun fikir ve ifade hürriyeti bakımından, yolsuzluk iddialarına yaklaşımı bakımından Erdoğan’dan farklı olduğu, Erdoğan kadar katı olmadığı da bir gerçek. Örneğin, 17-25 iddiaları sırasında suçlanan dört bakanın aklanıp gelmesini açıkça istemişti. Temiz siyaset konusunda Davutoğlu’nun önerdiği şeffaflık yasasının Erdoğan tarafından “ilçe başkanı yapacak adam bulamazsınız” diye geri çevrildiği daha o zaman basına yansımıştı. “Ülkeyi trollerle yönetemeyiz” dediği de. Evet, AB anlaşması önemliydi; darbe girişimi ile kesintiye uğramamış ve uygulanabilmiş olsaydı, bugün gerçekten başka şeyleri konuşuyor olacaktık. Davutoğlu, “parti içi darbe” ile devrilmemiş olsa ve askeri darbe yapılmamış olsa, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile siyasi kutuplaşmayı hafifletecek bir zemin bulmaya yaklaşıyorlardı.
Bu, nedenle epey konunun üzerinden geçtik. İkimiz de sohbeti sevdiğimiz için ve bir sonraki konuğu daha fazla bekletmemek için yanından ayrıldığımda bir kare olsun fotoğraf çekmediğimizi fark ettim, o da artık diğer konularla birlikte gelecek sefere kaldı.
(*)Davutoğlu’nun “istisna” olarak söz ettiği bu örnekteki yayın organı Hürriyet gazetesiydi. O gelişme sonrası Hürriyet muhabirinin Davutoğlu’nu haber takibi engellenmişti.