Amerika siyasetinde son yıllarda yaşanmakta olan ürkütücü sağa yönelişi Türkiye’de dikkate alan kimse yok. Herkes, başkanlık seçimini kazanan Joe Biden’ın ABD dış politikasını nasıl şekillendirebileceği üzerinde değerlendirmelerde bulunmakla meşgul. Oysa bu mesele, ABD’de şu anda çok geniş ve yoğun şekilde tartışılıyor.
Dünya düzenini derinden etkileyebilecek olan Amerika’daki bu sağa yönelişin nedenlerini anlayabilmek için biraz gerilere gitmek gerekiyor.
Dünya siyasetinin geçmişine baktığımızda tarihin tekerrür etmekte olduğunu görüyoruz. 1880’li yıllarda, yani 19. yüzyılın sonlarında, ABD dünyanın en güçlü ülkesiydi; kendi kendine yeterliydi, en büyük tüketim pazarıydı ve çok zengin kaynaklara sahipti. Küresel düzeyde kendisine yönelik önemli bir tehdit de yoktu. Bu nedenle, kimseyle ittifak kurmaya da ihtiyaç hissetmiyordu. Ancak II. Dünya Savaşı ve ardından gelen Soğuk Savaş dönemi her şeyi değiştirdi. Savaşın galiplerinden Sovyetler Birliği, Avrupa ve Asya’da geniş alanları işgal etti. Kısa zamanda Batı Avrupa’nın askeri gücünün iki katına ulaştı. Dünya sanayiinin yüzde 35’ine hükmetmeye başladı.
Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği’nin yarattığı bu tehdidi karşılamak üzere ittifaklar tesis etmek ve bu ittifaklara dahil olan müttefiklerine askeri güvenlik garantileri vermek zorunda kaldı. Uluslararası siyasi ve ekonomik teşkilatların kurulmasına öncülük etti. Demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklerin gelişip güçlenmesi için büyük çaba gösterdi. Sonunda, Sovyetler Birliği ile sürdürdüğü Soğuk Savaş’tan dünyanın en güçlü ülkesi olarak çıktı.
Yeni öncelikler
Amerika artık dünyadaki yegane süper güçtü. Bu çerçevede, üstlenmek durumunda kaldığı liberal dünya düzeninin liderliğini ve garantörlüğünü de bir süre devam ettirdi. Ancak, bu rolünü daha fazla sürdürmek istemedi. Zira, Amerikan halkı, uzun süren, bitmeyen ve hep alt gelir gruplarını, azınlıkları ve çaresizleri etkileyen savaşlardan yorgun düşmüştü. Bu arada, ülkenin altyapısı eskimiş ve yıpranmış, yerli üretim çok azalmıştı. Amerikalılar, bu yüzden kendilerini yönetenlerden artık ülkenin sorunları ile ilgilenmesini talep etmeye başladı.
Artık, dış politika Amerikan halkının öncelikleri arasında değil. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler ve serbest ticaret, uluslararası liderliğin araçları olarak görülmüyor. Buna mukabil, terörün önlenmesi, ABD yerli üreticisinin ve işgücünün korunması, yasadışı göçün önlenmesi gibi konular önem ve öncelik taşıyor.
İşte, tam da bu yüzden, Trump’ın sıra dışı politikaları, halk nezdinde karşılık buluyor. “Amerika’yı Tekrar Güçlü Yapalım” sloganı bu yüzden geniş kitlelerce destekleniyor.
Fakat kısaca özetlemeye çalıştığım yakın geçmişte yaşadığımız sıkıntılar, önümüzdeki yıllarda karşı karşıya kalacağımızı devasa sorunlara nazaran hafif kalacak gibi görünüyor.
Nüfus projeksiyonları
Dünya büyük bir hızla yaşlanıyor ve 2070 yılında orta yaşlı nüfus yüz yıl öncesine kıyasla iki katına çıkacak. 65 yaşın üzerindekilerin dünya nüfusundaki oranı yüzde 5’ten yüzde 19’a, yani dört katına çıkacak.
Önümüzdeki 50 yılda Çin varlıklı ve en iyi tüketici konumunda olan 20-49 yaş arasındaki nüfusunun yüzde 36’sını, Japonya yüzde 42’sini, Rusya yüzde 23’ünü, Almanya yüzde 17’sini kaybedecek. Buna mukabil, söz konusu varlıklı ve en iyi tüketici konumundaki yaş gurubunun nüfusu ABD’de yüzde 10 oranında artacak. Zaten bugün için Amerikan pazarı, kendisinden sonra gelen beş ülkenin pazarlarının toplamından daha büyük. Ayrıca ABD bugün dış yatırım ve ticarete en az ihtiyacı olan ülke.
Yani bu süreçte, diğer ülkeler küçülüp zayıfladıkça, ABD küresel ekonomik büyüme için daha merkezi bir konumda olacak ve uluslararası ticarete daha az ihtiyaç duyacak. Giderek daha da güçlenecek. Müttefiklere de ihtiyacı kalmayacak. Hasımlarının yarattığı tehdidi tek başına karşılayabilecek askeri ve ekonomik güce sahip olacak. Örneğin, en önemli hasmı Rusya’nın, yaşlı nüfusu için ayırdığı tıbbi bakım bütçesi, gayrisafi milli hasılasının yüzde 50’si oranında artacak. Çin’inki üç kat artacak. Bu çerçevede, bu ülkelerin, silah üretimine ve geliştirilmesine ve teknolojik yeniliklere harcayabilecekleri meblağlar azalacak.
ABD’nin otomasyon avantajı
Diğer taraftan, küresel boyutta çok süratli bir otomasyon sürecine girilecek. Örneğin, bugünün ekonomi dünyasında mevcut işlerin hemen yarısı, 2030’da otomasyona tabi olacak. Amerika, bu konuda da ikinci sırada gelen Çin’in çok önünde. ABD’de Çin’dekinin beş katından daha fazla yapay zeka uzmanı ve şirketi var. Teknolojik altyapısı da Çin’den birkaç kat daha büyük. Kısacası, otomasyon ABD’yi yeniden bütünüyle kendine yeterli hale getirecek.
Küresel boyuttaki yaşlanma ve otomasyon sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarında ciddi artışlara yol açacak. Örneğin, ABD’nin demokrasi ile yönetilen müttefiklerindeki yaşlı nüfus oranı yüzde 57 artacak. Bu ülkeler emeklilik ödemelerini ve sosyal güvenlik bütçelerini kısmak vergileri artırmak ve yabancı işçilere kapılarını açmak gibi önlemler almaya mecbur kalacaklar. Elbette, otomasyon ve teknoloji devrimi uzun vadede refah ve zenginlik getirecek, ancak kısa vadede ciddi boyutlarda gelir kaybı ve işsizliğe yol açacak. Bu da küresel boyuttaki gelişme hızında yavaşlamaya sebep olacak.
Gelişme hızındaki yavaşlama, büyük boyutlardaki borçlar, durağan ücretler, kronik işsizlik ve gelir adaletsizliği de kaçınılmaz olarak, milliyetçiliği, yabancı düşmanlığını ve aşırılığı getirecek. 1930‘larda aynen böyle olmuştu. Ekonomik sıkıntılar, halkın demokrasi ve uluslararası işbirliğinden uzaklaşmasına, komünizme ve hatta faşizme yönelmelerine yol açmıştı.
Bugün de benzer gelişmeler yaşıyoruz. Aşırı milliyetçilik ve popülizm Batı Avrupa ülkelerinde de yükselişte.
Trump döneminden ipuçları
Bütün bu gelişmeler ışığında, ABD’nin, küresel liderliğini bugüne kadar olduğu gibi evrensel değerleri ve demokrasiyi esas alarak yürütmek yerine, sert güce ve yaptırımlara dayalı, milliyetçi bir çizgide sürdürmeye yönelme ihtimali yükselmiş durumda.
Nitekim, Trump zamanında bunun işaretlerini gördük. Örneğin Trump, ABD askeri gücü bulunan ülkelerden bu gücün masraflarını karşılamalarını istedi. Demokrasinin, özgürlüklerin ve insan haklarının korunup güçlendirilmesi işini terk etti. Kurumları devre dışı bıraktı. Yabancı ülkelerde bulunan askeri güçlerini kalıcı olmaktan çıkarmaya başladı. NATO, AB ve BM gibi uluslararası kurumları sorguladı. Çok taraflılığı dışladı.
Örneklerini daha da çoğaltabileceğimiz bu sıra dışı politikalar, Amerikan halkından kayda değer bir karşılık bulduğu gibi, ABD’yi giderek milliyetçi sağ çizgiye çekti.
Liberal demokrasi kaybetti
Dolayısıyla, Trump tekrar seçilebilseydi ABD’nin liberal dünyanın liderliğini milliyetçi politikalar çerçevesinde yürütmesi neredeyse kesin olacaktı.
Trump döneminde asıl kaybeden, Amerika’nın, özellikle 2008-2009 ekonomik krizinden sonra kronik ve kalıcı sorunlarına cevap bulamayan, yine bankaları ve finans-kapitali sanki hiçbir şey olmamışçasına büyüten ve palazlandıran, bundan da menfaat sağlayan, keza dünyadaki hiçbir soruna adil, kalıcı ve gerçek çözüm üretemeyen, sorunları ve donduran, arkasını dönen liberal demokrasi oldu.
Kanımca, bu, zaman içinde Demokrat Parti’nin de politikalarında da sağa yönelimi hızlandırabilir. Nitekim, Demokratların ilerici ve aktivist kesiminin temsilcileri Bernie Sanders ve Alexandria Ocasio-Cortez gibi siyasetçiler, parti içinde arzu ettikleri ölçüde zemin kazanmayı başaramadılar. Ancak bir anlamda Biden’ı teslim almaya muvaffak oldular. Kaldı ki sol ve sağ kanadın anti-küresel, anti-savaş, izolasyonist görüşleri hep çakışır. Demokratların ılımlı sağ kesiminin temsilcisi olarak Biden’ın partinin başkan adaylığını fazla zorlanmadan alabilmiş olmasına rağmen başkanlık görevini devraldığında, ülkeyi sol kanada taviz vererek yönetmesi beklenir.
Kısacası, orta ve uzun vadede, Amerika siyasetinde popülist politikaları da içeren sağ siyasetin kökleşmesi, küresel anlamda vahim sonuçlar doğurma ve özellikle bölgesel liderlik iddiasında olan ülkelerle ilişkilerinde ciddi gerginlikler yaratma potansiyelini taşıyor.
Dolayısıyla, bu aşamada üzerinde durulması gereken konu, Amerika’da kimin başkan seçildiğinden ziyade, ülkenin sağa kayışının nasıl dengelenebileceği olmalıdır.
Biden ne kadar farkında?
Peki, Biden yönetimi Amerika Birleşik Devletleri’nin asıl gücünün dünyada yeniden ama bu defa daha adil, kabul edilebilir ve yaşayabilir bir sistemi kurup, savunabilecek mi? Biden, hiçbir şey olmamış gibi, eski anlayışla, bilinen ittifaklar sistemini yeniden üretmesinin mümkün olmadığının ne kadar farkında? Kendisiyle birlikte, yeni bir Amerikan entelektüel enerjisinin devreye girmesi gerektiğinin ne ölçüde bilincinde? Bu soruların cevabı, Amerika’nın kendisini dönüştürme ve kendi evini toparlama başarısında yatıyor.
Ancak, seçimi az farkla kazanan Biden’ın, bildiğimiz liberal dünya düzenine dönmesinin hiç kolay olmayacağı aşikâr. Zira, bilinen müttefikleri zayıf, hasta ve kendileriyle meşgul. Bazıları ise artık müttefik bile değil!..
ABD siyasetinin sağa yönelişini, yakında görevi devralacak Biden yönetiminin, olası başarısızlığı ile birlikte düşündüğümüzde, küresel refahın ve huzurun ne büyük bir risk altında olduğu anlaşılacaktır. Ümit edelim, Biden ve ekibi bu zorlu görevin üstesinden gelebilsin. Aksi takdirde, milliyetçi sağ popülizmin, diğer bir deyişle Trumpizmin, uzun bir süre gitmemek üzere ABD’ye dönmesi kaçınılmaz olur.